Yıllar önce çok değer verdiğim aile dostumuz Haluk Umar amcam bana ilk Cemil Meriç kitaplarımı vermişti. “Sen okumayı seviyorsun. Birinin kitaplarını okuyacaksan, bu Cemil Meriç olmalı” demişti.
Sahiden de o zamanlar okumayı, yemeyi içmeyi unutacak kadar çok severdim. Uykum gelinceye kadar okurdum. Ne yalan söyleyeyim yetersiz Türkçem aklımı çok zorlamıştı.
Güzel şeyler okuduğumu biliyor, çok derin bağlantılarla karşılaştığım gibi çok parlak ve göze batan çağrışımlara da rastlıyordum.
Cemil Meriç okurken ister istemez ansiklopedileri karıştırma ihtiyacı duyardım. Mecburen tarihleri ve ülkeleri çok farklı dram kahramanlarıyla buluşuyordum. Promethe'yi fakültede kültür tarihinde değil, Cemil Meriç'ten öğrendim. Leibniz'le Alman Dili ve Edebiyatı'nda değil, Cemil Meriç vasıtasıyla tanıştım. Niebelungen'in analizini yapacağım zaman önceden hazırlıklıydım. Çünkü daha çocukken Cemil Meriç bana ışık tutmuştu.
Yirmi yaşından sonra Cemil Meriç benim için tekrar bir güneş gibi doğmuştu. Onun eserleri çok defa okunmayı hak ediyor. Onun kitapları satır satır yorumlanmayı hak ediyor. “Cemil Meriç” ismi bir “Mehmet Akif” ismi gibi yeni doğan çocuklara verilmeyi hak ediyor.
Kimdir Cemil Meriç?
Cemil Meriç kendini şöyle tanıtmıştı: “Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.”
Çok değil şunun şurasında birkaç düzine yıl önce
Modernleşen Türkiye'de çağdaşlık hareketi kendini öyle bir almış götürmüştü ki, genç kuşak çarçabuk gelişen İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde bir an önce meslek sahibi olmak, bir an önce üniversite diplomasını alıp “büyük adam” olarak hayata atılma düşüncesinde idi.
Okul sıralarına yumruklar vurulur, Çiçek Pasajı'nda ihtilaller yapılır, meyhanelerde devrimler gerçekleşirdi. Liseden, fakülteden iş hayatına dönüldüğü an, olan biten lafta kalırdı.
Tren rayları döşenmiş, lokomotifler harekete geçmişti. Mazot motorlu lokomotiflerin devri başlamış, Türkiye'nin kalbi daha hızlı atıyor, her geçen yıl Avrupa ile kıyasla iki yüz yıl geriden takip ettiği dünyayı onar yıl birden kat ederek yakalıyordu. Ya da yakaladığını sanıyordu. Yahut da Avrupa'yı yakaladığını sanırken sadece sanayisini taklit ederek bu temayül sonucunda toplum hayatında yaptığı değersel çöküntüleri (décadent) yaşıyordu.
Günümüzde durum çok farklı değil
Yinede tüm bunların farkında olanlar vardı. Sayıları pek az da olsa kendini yetiştiren gençlerimiz, onlara yol gösteren değerli hocaları vardı.
Bu gençlerden biri de Cemil Meriç'ti.
Fikir ve bilim dünyasına sağlam bir giriş yapmak isteyen her “aklı başında” insan gibi o da ilk önce çeşitli badireleri atlatmış olan batı dünyasının kaynaklarından araştırmalarına, kendini geliştirmeye başladı.
İlim ilim bilmektir... İlim kendin bilmektir
Nitekim, her geçen gün kendisiyle arkadaşları arasındaki farkı görmeye başladı. Sadece o değil, çevresi de bunu açıkça fark ediyordu. Bu öyle bir fark ki zaman içinde “bilgili” ve “örnek” gördüğünüz bazı insanların aslında ne kadar “kof” veya ne kadar da “eksik” olduğunu görürsünüz. Bu dönemleri yaşayan fikir adamımız Cemil Meriç, bu merhalelerde haklı olarak kendi üstünlüğünü yer yer göstermiş ve bazı çevreler tarafından “snob” olarak nitelendirilmişti.
Düşünce dünyasında “eski batı”nın etkisinde olan İstanbul'da tabiî ki kaynaklar ağırlıklı olarak kalbin bulunduğu yöne, yani sola işaret ederlerdi.
Nitekim üstad o yıllarını sağlam bir Marksist olarak yaşamıştır. Bilginin üstünlüğünün haklı farkındalığını yaşayan üstad, o zamanları şöyle anlatır:
“Ben Marksist"im diye haykırdığım zaman bir işçinin elini sıkmış değildim.”
Batı kaynaklarını hazmetmeğe başladığı dönemlerde Avrupa kültür tarihiyle Türk kültür tarihini bir bütün olarak görebilme yeteneğini kazanan üstad, bu evresinde her iki kültürü karşılaştırma yeteneğini netleştirdiği gibi daha sonraları bunu Doğu / Batı, Batı / Osmanlı, Osmanlı / Dünya, Dünya / Uzakdoğu gibi farklı açılardan görebilmiştir.
Fakat bütün bu araştırmaları sonucunda insanoğlunun ister istemez sahip olduğu aidiyet duygusu her geçen gün kendisini bu ülkenin topraklarına daha derinden bağlamıştır.
Diğer “aydın”lar gibi ülkeler üstü, insan üstü, siyaset üstü bir konumda değil, aksine kendini bu toprakların köklerinde, en altta görmeye başlamıştı.
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran tüm duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü...”
Evet, düşünce üretmek ve düşüncelerini yaymak büyük cesaret ister. Üstelik bunu Türk Toplumu adına yapmak ise çok büyük bir yürek taşımayı gerektirir. Bir kahraman olmayı göze almak demektir.
Tek derdi anlaşılmak olan bir Fikir Mabedi Bekçisi
Öyle bir kahraman ki, kendini sadece hizmet eden bir işçi olarak görüyor. Ve yine öyle bir kahraman ki; kendisinin de belirttiği gibi: tek korkusu “anlaşılamamak”tı.
Mesela; çeviri yaptığı yıllarda Balzac'ın “Altın Gözlü Kızı”nın ön sözü yetmiş sayfadır. Ve burada Balzac'ı anlatır. Balzac'ın romanının özümseyerek okunması için, önce Balzac'ın tanınması gerektiğine karar vermiş.
Cemil Meriç öylesine güzel bir ön söz yazmıştır ki, orada sadece o eserin ne denli mühim olduğu değil aynı zamanda Fransa tarihini nasıl bir derinlikle değerlendirdiğini bizlere gösterir. Her çalışmasında girdiği konunun atmosferini çok ani bir hareketle bize sağlayabilmiştir. O okumuştur çünkü; karşılaştırmalarını yapmış, bize bir yol haritası çizmiştir. Ve bize hedefimizi anlatıyordur. Tüm bunları yaparken mutlaka haritanın parçalarını merak etmemizi sağlayıp “okuyup geçip gitmemize” izin vermiyordur.
Aklının içinde okyanuslar genişliğinde olan fikir mülahazaları o kadar durmak bilmez bir haldeydiler ki; biz okurlarına sürekli olarak tutunacağımız yerler sunardı.
Öyle; okudum, demekle olmuyor!
“Ben Cemil Meriç'in bir kitabını okudum. Kitap çok güzeldi. Şunları, bunları anlatmış, acaip fikir sahibi oldum.” diyen birisi; Cemil Meriçi aslında okumamıştır. Okuduğuyla kalmıştır. Kitabın kapağını açmıştır, zihnini kelimelerle meşgul etmiş, sayfaları çevirip durmuş ve zamanın akıp gitmesini izlemiştir.
Cemil Meriç'iin anlatımındaki çabası işte bu yukarıda bahsettiğim şekilde okurların, gençlerin olmaması yönünde çok mühim bir çabadır. Bir savaştır. Genç kuşağı; cahil bırakılmış kuşağı, önüne sunulan kendine ait olmayan, travestit bir şekilde değişime uğramış kültürle karşılaştırmamak için – büyük bir savaştır. Dipnotları, alıntıları, durduk yere yüzyıllar arasında başka bir olaydan, kişiden bahsediyor olması hep bu yüzdendir.
Bugün beş yüz binin üzerinde kişi Cemil Meriç okuyor
Anlaşılmamak ve okunmamaktan yakınanan, angajmanı eğitim olan bu fikir adamımızın eserlerini bir çok yerde bir çok kişinin elinde görmeye başladık. Sonunda başladık.
Üniversite yıllarında elinizde kalın bir kitap varsa ve onu bitirmek, hazmetmek için haftalarca elinizden düşürmüyorsanız; bir arkadaşınız göz ucuyla okuduğunuz sayfaya bakar.
Jennifer Lopez'i, Pussycat Dolls'u sanat olarak gören, Hollywood'un aksiyon filmlerini kültür olarak nitelendiren, şarkıcı, türkücü ve dizi yıldızlarını “sanatçı” olarak gören bu arkadaşınız mutlaka sizi birilerine jurnaller. Bu arkadaşınız sol görüşlü bir kişi ise sizi sağcı veya dinci, sol görüşlü değilse solcu olarak çevresine anlatmaya başlar.
Çünkü beslendiği kaynaklara göre Türkçe konuşuyor olması, isminin Ayşegül olması bile mucize sayılabilecekken; onun sizi anlaması çok zordur.
Bu günümüzle ilgili bir örnekti. Cemil Meriç'in döneminde inanın ön yargılara karşı durmak çok daha zordu. Çünkü yargı niteliği bile taşımayan cahillik despotizminin hak, hukuk ve adalet anlayışının ta kendisi olarak anıldığı dönemlerin etkisinin yaşandığı bir ülkeydi; bu ülke.
Şimdi mi? Şimdi sadece bunun böyle olmadığına inanmak istiyoruz. Ve inanırsak da böyle olmayacağını biliyoruz.
Görüyoruz ki; onun bu topraklara saçtığı tohumlar ileride kendisi gibi bu ülkeye kök salacak ve sahip çıkacaktır. Kıymeti vefatından sonra daha da çok anlaşılan bu düşünce adamı, adı her zikredildiğinde, bir kitabı bir okurun elinde görüldüğünde, saygıyla anılmayı hak ediyor.
Sahipsiz değildi, aksine sahipleniyordu
Cemil Meriç'i son iki yüz yılda batı etkisinde kalmış, batının ambalaj aydınlarından ayıran en büyük özelliği “terk edilmemiş” olmasıdır. Çünkü onların hiç birinde kendilerine ait ne sosyolojik ne felsefi görüşler vardır. Onlar birer taklit, Cemil Meriç ise orijinal idi.
Dışarıda eğitim almış, ya da dışarıya yönelen ve dışarının aynası olan bir kişi değildi Cemil Meriç. Türk düşünce tarihinde beğenmediği şeyleri gördükçe Türkiye'yi dışlayan ve sürekli dışarıdan örnekler gösteren bir filozof da değildi.
90'lı yıllarda medyatik etkiler yüzünden zenginleşenler artınca, birkaç yıl içinde bir iki şarkıyla, bir diziyle meşhur olup da “bu ne biçim memleket, gideyim Miami'de yaşayayım yahutta altı ay bir Paris yapayım öyle döner gelirim” diyenlerin bir hayli arttığı dönemlerde, 1992 yılında bir Barış Manço röportajında kendisine sorarlar: “Yurt dışına yerleşmeyi düşünüyor musunuz?” çok da güzel bir cevap alır gazeticimiz:
“..bugünün hayatına ve gelecek nesillerin hayatına pozitif etki yapabilecek eylemlerin peşinde olmayı seçtim. Cemil Meriç "Bu ülkede yaşanmaz diyenler bu ülkeyi yaşanmaz hale getirenlerdir" diyor. Bu ülkeden hiçbir zaman ümidimi kesmedim ki, "bu ülke yaşanmaz" diyeyim..”
Cemil meriç, bu topraklarda kendini yetiştirmiş. Ve bu toprakların gereğince bir yüzünü batıya bir yüzünü ise doğuya dönerken köklerini bu toprakların tarihine salmıştır. Yeniden doğmuştur. Köklerini o kadar derine salmıştır ki: Bu ülkeye sahip çıkmıştır.
Bu ülkenin kendini kabullenmemesini, kendinden çekinmesini düşünmek bile istememiştir. Her zaman “iyi” olan tarafı kendi yüzüne yansıyacak tarafa çevirmiştir.
Cemil Meriç'in mütevaziliği ulviliğini her ne kadar örttüyse de günümüze kadar okurları onu “gök yüzünde parlayan bir yıldız” olarak görürler.
Kitaplar bilgi dolu, fakat hangi bilgi?
Yakın tarihimizde, fikri ve kültürel alanlarda öyle bir ayna tutmuştur ki; gerçekte var olan, atalarımızın sahip çıktığı Türkiye"nin ruhunu yansıtmıştır. Bu öyle bir ışıktır ki hala daha bizleri aydınlatıyor. Bu öyle bir ışıktır ki bir Tanzimat öncesi ve sonrasında bize ışık diye tutulanları boğar, onları birer kör kuyuya dönüştürür..
İnsanlığın özüyle uğraşan Cemil Meriç, bu bozulmayan özü bizlere sunmuştur. Dünyaları ayırmayan; aklı selim ile insanlığın bağlı olduğunu bizlere göstermiştir. Bize gösterilen dünyaları değil, onun ışık tuttuğu dünyayı bize göstermiştir. “Doğudan kopmayan Batı, yobazlaşmayan imandır” sözü bunun en özet halidir.
Yüreği insan sevgisi ile dolu olan Cemil Meriç'in bir röportajında çocuksu bir tarafını okumuştum. Bu ise gülümsemesiymiş. Çok munis bir gülümseyişe sahip bu müthiş filozof kendisini görenleri şaşırtır.. Aslında bu gülüşü, onun içtenliğini ve insanlara bakışını simgeler nitelikteydi.
Kardeşçe paylaşımı müthiş seven bir insan olarak; bildiğini söylemeyen kişiye çok kızar ve “alçak” olarak nitelendirirdi. Bildiklerini bizlerden esirgemeyen Cemil Meriç, her yönüyle günümüz dünyasına da örnek bir aydındır.
Eserlerinde “Her şeyi görmek isteyen, hiçbir şeyi göremez” sözünü tekrar edercesine bilgi açlığına kapılmadan onun kılavuzluğunda ilerlememizi sağlardı.
Alıntılar yapar ve dipnotlar düşerdi. Kendisini anlarken kendi şahsının dışında başka her şeye gözümüzü, kulağımızı açmamızı böyle sağlardı. İlmin kendisini ön plana çıkardıkça kendini, bize bunları sağlayan bir hizmetkâr gibi, geride tutardı.
Fikir mülahazaları yapmayı çok seven Cemil Meriç diyaloglar arasında “Ben iki sükût arasında sesten bir köprüyüm” diyordu. Bugün ise çalışmalarına genel olarak baktığımızda: Antik devirlerden, Kuzey Avrupa mitlerine, Avrupa kültür tarihinden, Doğuya, Osmanlı ve Türk tarihine kadar uzanan insanoğlunun fikri ve sosyal gerçekliği içinde bir köprü olduğunu görüyoruz.
O bizlere aklın ve irfanın yolunun bizi birbirimizi reddetmeye değil, bizi birbirimizi anlamaya götüreceğini gösterdi. O insanoğlunu medeniyetlerin buluştuğu yer olan İstanbul gibi görürdü. Batı dünyasının köprüsü Türkiye gibi görürdü.
Okumanın sizi götüreceği yer kendi iç dünyanızdır
Okumayı çok seven değil de, okumayı bir ihtiyaç olarak gören ve bizlerin de bunu benimsemesini isteyen Cemil Meriç, bildiğiniz gibi gözündeki katarakt ilerlediği zamanlarda bile okumayı bırakmamıştı.
Gözleri bozulmaya başladığında, kütüphanesindeki kitaplarını aradığında, elini attığında kolayca bulabilecek şekilde tasnif etmeye başlamıştı. Hastalığı ilerlediğinde çalışma masasının üzerine bir sandalye koyup tavandan sarkan ışığa daha yakın olarak okurdu.
Sonunda âmâ olmuştu. Gözleri artık ışığı görmüyor fakat o bizleri fikirleriyle, yüreğiyle aydınlatmaya devam ediyordu. Kızı, Sosyoloji profesörü Ümit Meriç ve öğrencileri kendisine kitap okurdu. Yine kızı; pırıl pırıl bir şelale gibi berrak olarak ağzından dökülen sözlerini kaleme alırdı. Ne okumaktan kopmuştu, ne de bizleri aydınlatmaktan.
Görmeyen gözlerine inat karanlığı aydınlatıp bizlere amalığın fiziksel değil fikirsel olduğunu gösterdi.
Daha çok şey denilebilir, yazılabilir. Kendiniz kendinize söyleyebilirsiniz. Kendiniz kendinize gösterebilirsiniz. Nasıl mı? Cemil Meriç okuyun. İnanın Prison Break seyretmekten çok daha zevklidir. Ve inanın şimdiye kadar okumadıysanız; okumaya başlamak için en iyi isim Cemil Meriç'tir.
Kerem Abadi, Cemil Meriç'i tekrar tekrar okuyalım istedi.
Dücane Cündioğlu ve Ümit Meriç'le röportajımıza göz atın.
TV'de yayınlanan "Bu Ülkenin Ruhu, Cemil Meriç Belgeseli" ile ilgili haberimiz için tıklayın.
Bu sitenin takip edilesi bir site olduğunu bir kere daha gördüm. Tüm haberleriniz ve yazılarınız böyle alışılmışın dışında olsun. Biraz da farklı gözlüklerle dünyamıza bakalım.