Eserleriyle, talebeleriyle öncü bir âlim: Zahid el Kevserî

Muhammed Zahid el Kevserî, fıkıh ve hadiste 'imam' seviyesinde, diğer ilimlerde de ileri derecede bilgiye sahipti. İbn Cerîr et-Taberî için söylenen şu ifadeleri onun için de kullanmak mübalağa olmayacaktır: ''O Kur’an’a o derece vakıftı ki (tefsir yaparken) muhatapları onu, bütün zamanını Kur’an’a adamış bir müfessir, (hadis rivayet ederken) sadece hadis bilen bir muhaddis, fıkıhta sadece fıkıh bilen bir fakih, nahivde sadece nahiv bilen bir dilbilimci ve hesapta ondan başka bir şey bilmeyen bir hesap uzmanı zannederlerdi.''

Eserleriyle, talebeleriyle öncü bir âlim: Zahid el Kevserî

Muhammed Zâhid el-Kevserî, Rus zulmünden dolayı Kafkasya’dan Düzce’ye gelen bir aileye mensuptur. Çerkez asıl­lıdır ve dedeleri “Kevser” ismiyle bilinir. Bundan dolayı da “Kevserî” nisbesini al­mıştır.

Doğduğunda kendisini ilmî ve dinî ağırlığı olan bir ortamda buldu. Bu ilmî ortamdan ebedî âleme irtihal edinceye kadar ayrılmadı. İptidaiye ve rüştiyeyi Düzce’de okudu. Sarf, nahiv, tarih, Fars­ça, coğrafya, matematik ilimlerini ve gra­mer öğrenimi gördü. Rüştiyeyi bitirdik­ten sonra on beş yaşlarında Düzce’den ayrıldı ve İstanbul’a geldi. Kazasker Ha­san Efendi’nin kurduğu Daru’l-Hadis’te ilim tahsiline başladı.

1918’de ruus imtihanını kazanan Kevserî’ye dirayet sahibi olduğu bütün alanlarda ders okutabileceğine dair ica­zet verilmişti. İcazetini aldıktan sonra İstanbul Fatih Camii’nde müderrislik yapmıştır. Kevserî, Cuma günü dışında haftanın bütün günlerinde ders vermiş­tir.

Medresenin yıkımına karşı çıkınca…

Hayatında etkili olan önemli olaylar­dan birini bu dönemde, Kastamonu’da açılan yeni bir medreseyi faaliyete geçir­mek vazifesinden dönerken yaşadı. Kas­tamonu dönüşünde kış şartları nedeni ile konaklamayı düşündüğü Düzce’ye ge­miden kayıkla geçerken kayığı devrildi. Kazadan sağ salim kurtulan Kevserî’nin Kastamonu’ya götürüp de İstanbul’a geri getirmek için yanına aldığı çok sayıda eşyası ve çok kıymetli yazma kitapları da sulara gömüldü. Aralarında asırlar­ca önce yazılmış, ünlü âlimlere ait fıkıh, hadis ve akaid ilimlerine dair kitaplar da bulunuyordu.

Zâhid el-Kevserî Düzce’ye vardığı ilk günlerde Darü’ş-Şafaka Medresesi’ne tayin edildiği haberini aldı ve bu görevi azledilinceye kadar yürüttü. İstanbul Yangınında Zarar Görenlere Yardım Ce­miyeti, medreseyi yıkıp yerine can kur­tarma ekiplerine garaj olmak üzere bir bina yapmak istedi. Medresenin yıkımına karşı çıkınca da onu ders vekâletinden azlettiler. Müderrislik görevini, 3 Kasım 1922 tarihinde Türkiye’den ayrılıncaya kadar sürdürmüştür.

Zâhid el-Kevserî, resmi görev aldığı günden itibaren devamlı İttihat ve Terak­ki taraftarlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Kendi bildiği doğruları savunmaktan hiç­bir zaman çekinmemiştir. 1922 senesi­nin sonlarına doğru karşılaştığı bir ah­babının, kendisine İttihat ve Terakkiciler tarafından tutuklanmasının söz konusu olduğunu haber vermesi üzerine evine bile haber verme imkânı bulamadan he­men limana gidip, oradan da bir gemiyle memleketi terk ederek Mısır’a hicret et­miştir.

Mısır’daki evi adeta bir medreseydi

Muhammed Zâhid el-Kevserî, 4 Ara­lık 1922 tarihinde önce İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye hareket etmiş­tir. Kahire’de birkaç ay kaldıktan sonra Mısır’a intikal etmiştir.

1922 ile 1928 yılları arasını Şam ve Kahire’de geçiren Kevserî, bu arada çok kimsenin katıldığı, Türkçe vesikaları Arapçaya tercüme işi için açılmış olan mütercimlik imtihanını birinci olarak ka­zanmıştır.

İstanbul’dan ayrıldığı zamandan beri hiç görmediği ailesini burada çalışırken yanına getirtmiştir. Kevserî, ailesini ge­tirttikten sonra, Mısır Devlet Arşivi’nden aldığı mütevazı bir ücretle geçimini te­mine çalışmıştır.

Kahire’de bulunduğu süre içerisinde Kevserî’nin evi adeta bir medrese haline gelmiş ve burada özel dersler vermek suretiyle çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Bazı yayınevi sahipleri aracılığıyla çok sayıda nadide eserin basımına öncülük etmiştir.

Kevseri 1952 yılında Kahire’de vefat etmiştir.

Hadis ve Fıkıh alanındaki çalışmaları

Muhammed Zâhid el-Kevserî, hadis ilimleri ile ilgili doğrudan ve müstakil eser yazmamıştır. Fakat değişik vesile­lerle yaptığı çalışmalarında Hadis ilminin en ince konularına girmiş ve bu alanda da diğer ilim dallarında olduğu gibi, ne kadar yetkin olduğunu göstermiştir. Öyleki kendisine “el-Muhaddis”, “el-Huccet” gibi unvanlar verilmiştir.

Kevserî, İmam Şafiî’nin “en zor” diye nitelendirdiği şeyi başarmış yani muhad­dis ve fakihliği kendinde mezcetmiştir. Sadece nakilcilikle yetinmemiş, eldeki ha­disin ruhuna ve fıkhına nüfuz etmesini bilmiştir. Rivayetleri tahlil ederken senetle­rindeki ravilerin durumu, dönemin sosyal ve siyasi olayları, ravilerin şahsî ve mez­hebi halleri ve hatta bazı psikolojik ih­timalleri de göz önünde bulundurmuştur.

Hadis ilminde olduğu kadar, fıkıh il­minde de derin bilgi sahibi olan el-Kevserî, fıkıh ilminin usul ve fürûuna dair birçok konuda görüş beyan etmiştir. Yazdığı eser, makale ve mukaddimelerde Hanefî mezhebi imamlarını ve onların görüşlerini savunmada büyük çaba sarf etmiştir.

Kelâm ve Tasavvuf alanındaki çalışmaları

Ehl-i Sünnet’in Maturidî okuluna mensup olan Kevserî, zamanında gerekli gördüğü kelâmi konularda telif eserler yazdığı gibi, farklı kelamî konularda de­ğişik zamanlarda makaleler de kaleme almıştır.

Zâhid el-Kevserî, Arapça olarak ka­leme aldığı İrğamü’l-Merid fi Şerhi’n-Nazmi’l-Atîd li Tevessüli’l-Mürid adlı eserinde tasavvuf ve tasavvufun çeşitli konuları hakkındaki görüşlerini açıkla­mıştır. Ele aldığı temel tasavvufi konular; tasavvuf, seyr ü sülûk, mücahede, velî, mürşid, vuslat yolları, müceddid, vesîle, tevessül, zikir, kutub, ibadet, adab, rabı­ta, mükaşefe, intisab konularıdır.

Kevserî, tasavvufu şöyle tarif eder: “Seyr-ü sülûkün hallerinden bahseden ilme tasavvuf ilmi denilir. Şu durumda Ta­savvuf ilminin temin ettiği fayda, sonuçta yine ona varması yönünden sülûkün temin ettiği faydanın aynısıdır.”

Tasavvufun mahiyetine gelince; gü­zel veya çirkin, iradeye dayalı fiillerin kendisinden meydana gelmesi yönüyle insanın kendi hallerini bilmesidir. İnsan kendi varlığına dikkatlice baktığında, kendisini eksik ve olgunlaşmak için bir kılavuza ihtiyaç duyduğunu hisseder ve olgunlaşmaya çalışır. Bu olgunlaşmayı sağlamanın sebeplerini bulmaya koyulur. İşte kişinin bu gayretine seyrü sülûk denilir. Buradaki olgunlaşma, hem ilim­de hem de kemâlde olur. Nitekim en kıy­metli ilim rehberi, marifetlerle takvaya yönelik olan ilimdir. Buna “velayet ilmi” denir. Hadis-i şerifte, peygamberlere verilen hariç bu ilmin, ilimlerin sonu ol­duğu ifade edilmektedir. Buna tefekkür­le değil, ancak seyr-ü süluk ve gerçek bir mücahede ile ulaşılabilir. Çünkü aslında kötülüklerden temizlenmeye layık insan nefsinin, iyi ve hayırlı amelleri artırma­sının hedefi ahlâkını güzelleştirmektir. Seyr-ü sülûk ile elde edilen sonuç da bu­dur. Çünkü seyr-ü sülûkun gayesi, insa­na, kendisinden sadece güzel fiiller sadır olacak bir meleke kazandırmaktır.

Kevserî’nin tenkitçi kişiliği

Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin dünya çapında bir ilim adamı olarak anıl­masında ve eserlerinin ilim âlemi üze­rinde kalıcı ve derin tesirler bırakmasın­da aslan payı, onun tenkitçi kişiliğinindir. 53 eserinden 18 kadarının “reddiye” tarzında kaleme alınmış olması, onun tenkitçiliğinin tek göstergesi değildir. O, kaleme aldığı diğer kitap, risale veya makalelerde, başka âlimlere ait pek çok kitaba yazdığı takdim yazısı ve ta’liklerini de çoğunlukla tenkitçi üslubuyla yazmış­tır. Mısır’daki ilmî dergilere yazdığı ma­kalelerin vefatından sonra bir araya ge­tirilmesiyle oluşan “Makâlâtu’l-Kevserî” (elimizde bulunan en hacimli eseridir), onun tenkitçi kişiliğiyle ön planda olduğu en önemli eserlerinden birisidir.

Kulun fiilinde öz ve nitelik itibariyle etkin olan güç

Kevserî’nin kelamî görüşleri, bir Hanefî-Maturidî savunucusu olarak, Maturidî çizgiye paralel bir yol takip eder. Kevserî, Allah’ın varlığına dair delil getirme konusunu aklî delillere dalma­dan Kur’an-ı Kerim’den ayetler getirerek işlemeye çalışır.

Kevserî, Şeyhülislâm Mustafa Sabri’nin cebr, irade ve ihtiyar konula­rındaki görüşlerine karşı, insanın fiilleri konusunu işlemek üzere bir risale ka­leme almış, bu eserinde, “insanın bir fi­ili yapmaya yarayacak gücü var mıdır, eğer böyle bir gücün sahibi ise bu gücü kendi seçimiyle ve isteyerek mi kullan­maktadır; dolayısıyla onda meydana gelen bir eylem kendi fiili midir, yoksa bu davranışı yaratan Allah Teâlâ mıdır” gibi soruların cevaplarını vermektedir.

Buna göre; kulun fiilinde öz ve nitelik itibariyle etkin olan güç, Allah’ın yaratması ve ku­lun ihtiyarının beraber olmasıdır, sadece Allah’ın yaratması değildir. Çünkü bu cebr olur. Sadece kulun ihtiyarı da değildir. İcat Yüce Allah’ın kudreti; kesb ise kulun kud­retidir. İnsanların bir takım ihtiyarî (irade­li, tercih ve seçime dayalı) fiilleri vardır ki bunlarla sevap kazanırlar ve yine bu fiiller sebebiyle ceza görürler. Kulun fiilinde ira­de ve seçim hürriyetinin olması, Kitap ve Sünnet gereğidir. İnsan, kendisine takdir edilmiş fiillerde, Allah tarafından bu fiiller hakkında zorlama altında olmaksızın ter­cih sahibidir. Ayrıca Allah, kulunu gücünün yetmeyeceği, irade ve ihtiyarının alanına girmeyen bir şeyle sorumlu tutmaz. İnsa­nın sorumluluğu, gücünün yeteceği ve ihti­yarıyla yapabileceği şeylerle sınırlıdır.

Nimet devamlı, azap sürekli

Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye göre, cennet ehline sunulan nimetler devamlı; cehennem halkına verilen azap süreklidir.

Kevserî, Hz. İsa’nın diri olarak sema­ya kaldırıldığını, ahir zamanda yeryüzüne ineceğini söyler. Bunun dışındaki görüşle­rin delile dayanmayan hayallerden ibaret olduğunu, mütevatir hadislerin de İsa’nın (a.s.) semaya diri olarak kaldırılıp ahir zamanda ineceğini ifade ettiğini söyler ve ümmetin de aynı inanç üzere devam ede­geldiğini belirtir.

Mezheplerin temelleri

Muhammed Zâhid el-Kevserî, ön­celikle mezheplerin, özellikle de dört mezhebin (Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbelîlik), çok sağlam temeller üzerine oturduğunu ifade eder: “Hz. Peygamber (s.a.) İslâm’ın başlangıç dönemlerinde ashabını dini konularda bilgi­lendirmiş ve onlara hüküm çıkarma yollarını öğretmiştir. Öyle ki altı kişi daha Hz. Peygam­ber (s.a.) zamanında fetva verir hale gelmiş­lerdi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra diğer sahabe bu şahıslardan bilgiler almaya devam ettiler… Daha sonra tabiîn, sahabe­den intikal eden, fakat dağınık halde bulunan pek çok hadisi ve fıkhî bilgileri bir araya ge­tirmişlerdir. Sonra bu zatların ilimleri, İmam Malik’in Medineli hocalarına intikal etmiş, Malik de bu bilgileri toparlamış ve kitlelere yaymıştır. Böylece kendisine mezhep isnat edilmiştir. Ardından gidilen diğer müçtehit imamların mezhepleri de böyle…”

Muhammed Zâhid el-Kevserî, bir mez­hebe bağlanmanın gerekliliği üzerinde ıs­rarla durur. Ayrıca kişinin, bir mezhebe bağ­landıktan sonra da, itikadî ve amelî yönden o mezhebin görüşleri doğrultusunda dini yaşaması gerekir. Kevserî’ye göre, hiçbir mezhebe bağlanmadan veya bir mezhebe bağlı olmakla beraber hevasına uyarak, bir o mezhepten bir bu mezhepten olmak suretiyle, işine geldiği şekilde hareket et­mek büyük bir tutarsızlık göstergesidir. O bu konuda hiç müsamahakâr davranmaz ve çok keskin tenkitlerde bulunur: “…Son zamanlarda liderlik sevdasıyla birileri ortaya çıkar da mezkûr müçtehit­lerin içtihatlarının yerine kendi içtihadını ikame edip insanları, mezhepleri bırakma­ya çağırır, mezhepleri ve mezheplerin bağ­lılarını şaşkınlık içerisinde bırakmaktan ve gösteriş budalalığından öte bir esasa da­yanmayan kendi müçtehitliğini mezhepsiz­lik üzerine oturtmaya çalışırsa, siz kendi­sini böyle bir kuruntuya kaptıran birine ne dersiniz? Bir müddetten beri bazılarından böyle sözler duymaya başladık...”

Kevserî’ye göre, mezhepleri gereksiz görenler, mezhep imamlarının içtihatla­rını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şer’i alanlarda içtihada yeltenmektedir­ler. Bu tip kimseler Kevserî’nin nazarın­da ya akıllarından zoru olan kimselerdir, ya da eğer birazcık akılları varsa, bunlar İslâm ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik amaçlar peşinde­dirler. Kevserî, basiretli ve akl-ı selim sahibi bir Müslüman’ın, bu tür propagandalara kanmaması gerektiğini söyler.

İcazetli talebesi yüzü aşkın

Kevserî, gerek Türkiye’deki müder­risliği döneminde, gerekse Kahire ve Şam’da kaldığı dönemlerde yüzler­ce öğrenciye ders vermiştir. Kevserî’nin talebelerinden Ahmed Hayri, hocasının icazet verdiği talebenin sayısının yüzle­ri bulduğunu şu cümlelerle ifade ediyor: “Kevserî, üç yüz nüsha icazet bastırmış­tı, bunlardan hiç birisi elinde kalmadı. Ölümünden evvel icazet vereceği birçok talebesi için tekrar icazet bastırmayı düşünüyordu. Bunun yanında, el yazma icazet verdiği de düşünülebilir.”

Ebubekir Sifil de bu konuda şöyle demektedir: “Çok fazla talebesi var ama çok fazlası kaybolmuş. İnsanı üzen bir tarafı var bu durumun. Hocamız Emin Sa­raç Hocaefendi –Allah rahmet eylesin– onun Türkiye’deki icazetli, icazetini hakkını vererek aldığını bildiğimiz tek talebesi idi. Hüseyin Atay’ın da bir icaze­ti olduğunu biliyoruz ama o mükâtebeten. Irak’ta talebe iken mektup yazmış, istemiş, o da göndermiş. Onu saymıyoruz biz.

Zâhid Efendi’nin talebelerine baktığımız zaman genelde hadisçi tarafını devam etti­ren muhakkikleri var. Zâhid Efendi’nin fakih yanı ve bilhassa kelamcı yanı kaybolmuş. Bu kelam ilminin talihsizliğidir, Mustafa Sabri Efendi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani İslâm dünyasında ve Türkiye’de onların izini takip ettiren fıkıhçı bulursunuz, hadisçi bulursunuz ama kelamcı bulamazsınız.”

YORUM EKLE