Erdem Bayazıt'ın hayallerinden biriydi Keşmir'e, Çin'e, Türk illerine de gitmek

Kardeşi Ahmet Bayazıt’a dönüp onu sıkıştırarak, ''Meselâ, yeni bir program hazırlayın; tekrar şu İpelyolu’na doğru bir gidelim. Eski gezimizde enteresan tespitlerimiz olduğunu zannediyorum ama bunların tazelenmesi lazım. O taraflara tekrar bir gidelim; hatta bir Keşmir’e çıkmalı, nasipse bir Çin’e varmalı; Orta Asya’yı, Turan illerini bihakkıyle anlatmak lazım aslında. Semerkand, Buhara…'' demişti Erdem Bayazıt... Kadri Akkaya yazdı.

Erdem Bayazıt'ın hayallerinden biriydi Keşmir'e, Çin'e, Türk illerine de gitmek

Bir insan ölür, ev’i üzülür, mahallesi üzülür. Kimine, şehri hatta ülkesi üzülür. Gönlünde erdemli ve adil bir medeniyet ülküsü olan nadir bir şair insan ölür; o medeniyete coğrafya olacak beldelerde yaşayan ve aynı özleme sahip tanıdıkları, dostları; hatta insanlık üzülür. Adil Erdem Bayazıt ötelere ‘geçindiğinde’ ölüm ateşinin düştüğü ev’i, sılası Maraş’ı ile mukim olduğu Üsküdar’ı, hatta Türkiye'nin yanı sıra Türk-İslâm coğrafyası üzüldü.

Sadece Edirne’den Ardahan’a veya Sinop’tan Hatay’a değil, zihnindeki çok geniş gönül coğrafyasının gerçekten daha erdemli ve adil olması ülküsü sanki kulağına adıyla beraber hayatının en önemli yazgısı şeklinde fısıldanmışcasına; uğraşında ve yazdıklarında, özellikle de şiirlerinde o ülküyü destansı ve lirik bir nidayla terennüm eden çok nadir ‘beyzade’ bir şair örneğiydi Adil Erdem Bayazıt.

Onunla bir şekilde yolu kesişen herkesin anlatacağı bir şeyler mutlaka vardır. Vefatının onuncu yılındaki bu anma yazısında, yaşadığı günlerdeki mekanların ve gönlündeki dünyevi hiçbir sınır tanımaz o geniş coğrafyanın kültürel bütünlüğe; birer özne olarak insanlarının hürriyetlerine, toplum olarak da istiklâllerine hâlâ tam olarak ulaşmadıklarını biliyoruz.

O, Yaradan’dan ötürü ve Rehber’i örneğince ‘yaratılana’ ve her ‘insana’ amasız ‘sevgi ve merhamet' besleyen; kaynaşmış bir özne olarak milletinin yeniden kendini inşasını arzuluyor; bu inşa gücü doğrultusunda da ‘insanlığa cazibe merkezi olacak’ bir medeniyet coğrafyası diriltsin ve kursun istiyordu. Dünya gözüyle göremeden, ama ufukta Fecr-i Sadık ışıklarının da göründüğünü bilerek, “Elveda Vatanım; doğduğum toprak! / Bedenimin eczası; / Akan suyu biten meyvası / Damarlarımda kan olan! / Acizlendiğimde gözyaşları dökerek / Üstünde umutlar yeşerttiğim; … / Anılarımın tarlası; / Kimliğimin mayası; / Çocuklarımı büyüttüğüm; / Kadınımla paylaştığım; / Anamı babamı emanet ettiğim toprak, / Elveda!“ (Hicret Burcundan / Hafif + Hüzünlü + Yanık) seslendirilişince gitti.

Şair Adil Erdem Bayazıt tam on sene önce, 5 Temmuz 2008 günü vefat etti. ‘Sebeb Ey’ şairine bu anma yazısı vesileyle Allah’tan rahmetler diliyoruz.

Halep’e bağlı Maraş’ta…

Neslinin en fazla iki nesil öncesine kadar Halep vilayetine bağlı bir sancak merkezi olan Maraş kendisine ‘sıla’ oldu. Kadim medeniyet coğrafyasının insanları, yüzyıllar süren doğal ve çokkültürlü medeniyet toplumundan acı travmalarla bölünmüş ve hâlâ parçalı. Halep’e bağlı Maraş gibi İdlib, Membiç ve Rakka’nın da doğal komşu kazalar olduğu bilinirse, durum biraz somutlaşır.

Bakiyesi Türkiye’ye düşen Maraş’ta, milletin genel hassasiyetleri ve belirgin duyarlılıklarının “yok hükmünde sayıldığı” 1939 yılında, şehrin merkezindeki Yörükselim mahallesinde doğdu. Annesi Şerife ve babası Ökkâş Tahsin Bayazıt. Babası aslen Maraş’ın mahallî söyleyişiyle ‘yurt’ dedikleri Güzlek yaylası tarafından. Annesi ise Çağsak yöresinden. Babası eski Maraş Mutasarrıfı Abdülaziz Paşa üzerinden, dört asır önce şehir yönetiminde söz sahibi olsun diye yöreye yerleştirilen Beyazıtoğlu Ali İskender Bey oğullarından. Annesi Şerife Hanım Dulkadirlilerin Arifoğulları kolundan Hacı Bekir Sıdkı Bey’in kızı.

Hem annesi hem de babası “Kurucu Tek Parti” taraftarı. Baba aynı zamanda “bağlı“ bir insan, tarikat ehli. Erdem Bayazıt’ın kendisiyse parti sempazitanı olmamakla birlikte 1957 seçimlerine dek aynı sosyal çevreden. Seçimleri takip eden ilerki yıllarda düşünce ve fikirleriyle seçkinciliğe karşı hür düşünceyi ve Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ile Necip Fazıl üzerinden de, yakın arkadaşı ve ünlü öykü yazarı Rasim Özdenören’in deyişiyle bir nevi “imâlat hatası” olarak, vesayetçi sisteme farklı bakmayı savunacaktır.

Çocukluğun Maraş‘ı

Şehre yürüyüşle bir saatlik mesafede, Tekerek köyünde tarlaları vardır. Tekerek, anayurdu Çağsak ve ata diyarı Güzlek arasındaki coğrafya, çocukluğunun tabiat ağırlıklı mekânları.

İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’nın getirdiği etkiyle çocukluk ve gençlik yıllarındaki sıkıntılar, neslinin bilinen sıkıntıları. Çok görülen göz hastalığına yakalanırlar. Anne Şerife hanım hem kendisinin hem de komşu hasta çocukların trahomlu gözlerine damla ilaç verir. Aydınlanmada elektrikten çok gaz lambalarının kullanıldığı; yaz yemişlerinden dut, kayısı, incir ve toprak ile çim kokusunu çocukluğundan beri arkadaşı ya Hasan Seyithanoğlu’nun ‘yurdu’ Akyar’da veya diğer arkadaşı ve ömür boyu dostu, şair Cahit Zarifoğlu’nun yurdu Turnalı ile kendi yurdu Güzlek’te beraberce doya doya tattıkları, algıladıkları 1940’lı yıllar… On kişilik aile sofrasında ‘yufka ekmeği’ ile yemekler yenirken sonraları çarşıdan ‘somun’ alınmaya başlanır. Kışları şükürle tüketilen şıra, pestil, bastık, kabak, patlıcan, biber, kayısı, vişne kuruları; kurutulan bamyalar, karpuz ve portakal kabuklarından yapılan ‘nefis mi nefis’ reçeller. Tarhana, nar, pestil, cevizli sucuk, samsa… Arkadaşı Hacı Elmas ile Şeyhâdil Caddesi‘ne çıkan yerden satın alıp ortaklaşa okudukları Hazret-i Ali kıssaları… Şehrin içinden akan dere üzerindeki su değirmenleriyle, nostaljik Maraş.

Çocukluğunda at üzerinde yayla yolunda karanlığa kalınca; Ahırdağı’ndan veya Kapıçam tarafından şimşek çakışına benzer ani parlamalar olur ama arkasından duyulması gereken gök gürültüleri gelmeyince; babasının, “Onlar, askerlerin top atışı yavrum!” cevabıyla, bir çocukluk muammasını çözmüş olurdu.

Şiirleri ülküsü İslâm olan gençliğin sloganı

Yakınlarının, “Yazı yazmasınlar, memleket meseleleriyle büyükler ilgilenir; başlarına dert açarlar!” uyarılarını dikkate almadan, Alaeddin Özdenören, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu ve Rasim Özdenören gibi arkadaşlarıyla beraber ömür boyu sürecek yazma ve şiir eylemine ısrarla devam etti.

Milli duyarlılıkla Kıbrıs mitinglerinde konuşma yaparak, yerel gazetede kültür sayfalarını düzenleyerek ve genç arkadaş çevresiyle yeni bir edebiyat muhitinin nüvesini oluşturarak, şiir sanatında epey yol aldı.

Lise yıllarında donanımlı ve yönlendirici hocalarından Yusuf Ziya Beyzadoğlu ve Mustafa Atatanır, Cahit Zarifoğlu ile Erdem Bayazıt’ın iki sayı çıkardıkları Açı dergisinde kendilerine destek olur. Onlar da zaten yetkin edebiyatçı hocalardan Gündüz Akın, Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın talebeleridir. Böyle hocalarının ve edebiyatı seven arkadaş ç̧evresinin olması, kendisini yetiştirmek için büyük fırsat olmuşsa da; düşünce ve fikir dünyasının şekillenmesinde ise esasında en etkili üç isim: Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil. Bu üç şairin, özellikle de Sezai Karakoç’un etkisi belirgindir ama yine de şiiri bağımsız ve kendi sesidir. Şiirlerinde kendi kimliğini hissettiren hava her zaman hakimdir.

Erdem Bayazıt gibi Türk edebiyatında İslâmî duyarlıkla eser veren bu yeni kuşağın, edebi muhitin fikrî kaynağı, Âkif İnan’ın “Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur” dizesinde ifade ettiği gibi, Büyük Doğu’dur. Erdem Bayazıt da bunu, “Düşünce dünyamın gelişmesinde Büyük Doğu dergisinin ve Necip Fazıl’ın büyük etkisi vardır” sözüyle onaylar. Bu kuşak, şiir dili, formu, şiir kaynakları ve kapsadığı coğrafî alan ile Necip Fazıl’ınkinden biraz farklı olarak Sezai Karakoç’a ve Diriliş dergisinin edebî anlayışına daha yakın olsalar bile, yine de her biri kendilerine has şiir üsluplarıyla devam eder. Şair Erdem Bayazıt’ın üzerindeki önemli bir başka etki de Nuri Pakdil ve Edebiyat dergisi oldu. Kurucularından olduğu Mavera dergisi ise ‘ortak akıl’ ile ocağını beraber yakıp beraber pişirdikleri sanat ve edebiyat alanındaki yeni bir ‘bereketli sofra’; çevresine buyur ettiklerine ise her biri sanki birer saki olacaklardı.

Bu kuşağın bir başka özelliği, dünyanın değişik bölgelerindeki İslâmî direniş hareketlerini şiirlerine konu etmesiydi. Erdem Bayazıt da gönlündeki medeniyet coğrafyasının kimi beldeleri üzerine şiirler yazdı: “Sürüp Gelen Çağlardan”, “Bosna’ya Yazıt”, “Çeçenistan”, “Afganistan 1400”. Bazen destansı bir dil ve yüksek bir nidayla, “Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini” derken, başka bir dizesi, “Sabır, savaş, zafer. Adım: Müslüman!” ise bir dönem ülküsü İslâm olan gençliğin sloganıydı.

Bir Temmuz ayında Afganistan’a…

Onun olgunluk dönemlerindeki şiirlerinin yanında dikkati çeken diğer bir önemli nokta ise, şiir dışındaki fikri yazılarında da sosyal ve kültürel meselelere ağırlık vermesi, sıkça değişik coğrafyalarda yaşayan baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara ve diğer insanlara kulak kabartmış olmasıdır. Hem şiirleriyle hem de nesirleriyle onların sesi olması ve acılarını paylaşması dikkat çeker. Bu babdaki yazılarından kitap haline gelen İpek Yolundan Afganistana eseri 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü aldı. Kitabın içeriği iki ay süren gezi izlenimleridir: 1981 yılı Temmuz ayında Ajans 1400’ün Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu'ndan oluşan bir film ekibiyle beraber İran, Pakistan, Hindistan ve Afganistan’daki mücahitlerin cephelerde verdiği bağımsızlık mücadelesi izlenimleri…

İslam dünyasından cepheye ulaşan ilk basın ekibi

Yolculuğa Temmuz ayı içinde Ramazan bitmeden İstanbul’dan, Ankara’dan ve en son Erzincan’dan salih kullardan, velî zatlardan dualar alınarak Gürbulak sınır kapısı üzerinden Tebriz ve Tahran güzergahıyla yola çıkıldı. Bayram günü bile olsa Rafsancan yoluyla Kum, İsfahan, Kirman ve çöl bölgesinde sayısız kuma saplanmalar ve nice maceralar sonunda Pakistan sınır kapısı Mircave ile Kuvetta üzerinden Peşaver’e varıldı. Orada Afganistan’dan muhacir olmuşların kamplarını ziyaret ve çekimlerden sonra kafileden bir eksikle -kardeşi Ahmet Bayazıt dizanteriye yakalandığından dolayı acilen dinlenmesi gerektiğinden- İskender, Timur ve Cengiz’lerin ordularıyla geçtiği ünlü Hayber Geçidi’ni yaya geçtikten sonra; mücahit grupların durumunu, atılan napalm bombalarından sağ kurtulmuş ama savaşamayacak yaşlı ve çocukların acınacak hallerini; bombardımanların verdiği çeşitli tahribatları yaptıkları söyleşilerle, sözel ve görsel olarak kayıt altına ala ala; kimi zaman sazağı altında buz gibi dereleri, kimi zaman yakıcı güneş altında kızgın tepelerdeki patikaları yürüyüp aşarak dört gün dört gece sonra Parvan’a ve daha sonra çarpışmaların yoğun olduğu Kabil’e 20 kilometre mesafedeki Tizin nahiyesine Ağustos ayının yirminci günü ulaştılar. İslam dünyasından cepheye ulaşan ilk basın ekibi oldular. Batı’dan Der Spigel’in veya elinde kameralı Japon gazetecilerin yanında şimdi aynı inancı paylaşan basın mensubu kardeşlerinin de gelmiş olması, Afgan mücahitlerin gözünde başka bir değer kazanıyordu.

Kurtuluş Savaşı’nda Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne iletilmek üzere kollarındaki bileziklerini bağışlayan Afgan kadınlarına vefa ve teşekkür ödevini” yerine getirmenin yanında cephede güzel anlar da yaşadılar. Şairi duygulandıran bir olay, Ankara’da 1970’li yıllarda Milli Kütüphane’de çalışırken oturduğu Bülbülderesi Bakkal Durağı’ndaki apartmanın hemen yanında komşu çocuğu olarak oturan ve yıllar sonra cephede savaşan Maruf ailesinin oğulları Abdulgaffar ve Abdülhak ile yeniden karşılaşması oldu. Bir milyona yakın şehid vermiş, üç milyonu muhacir olmuş Afganistan dağlarında onu en duygulandıran başka bir an da cephe kumandanlarından Zabit Mirveys Teğâbi’den yeşil kaplı ve cepte taşınabilir bir not defteri hediye almasıdır. Ricası üzerine, komutan o deftere ilk notu söyle düşmüş: “…Bu defteri naçiz bir armağan olarak kardeşim Erdem Bayazıt’a takdim ediyorum… Bu mücahit Türk kardeşlerimizin ezilmiş Afgan milletine karşı hakikaten içten alâkaları var…

Soğuk sularından bin şükürle içtiği kimi gözelerden, derelerden epeyce “Hatme taşı” topladı ve memlekete döndüğünde dost ve yoldaşlarına yadigâr olarak hediye etti. Bu taşlar ile binlerce Hatme okundu: Fatihalar, İhlaslar ve Salâvât-ı Şerifler ile mücahitlerin zaferine niyazda bulunuldu.

Bir Afgan köylü çocuğun “Bizden güzel olanlar şehid oldu!” cevabındaki asaletin verdiği hüzünle bir mısır tarlasında, gözlerden uzak ağladı, ağladı. Kimi zaman ise içindeki hüzünlü ağlayışı Fuzulî’den, “Gönlümün mülkün cefâ seylâb-ı viran eyledi / Bahtımın halin hücûm-ı gam perişân eyledi / Bağrımı endîşe-i devr-i felek kan eyledi / Rahim kıl devletli sultanım mürüvvet çağıdır.” beyitlerini söyleyerek dışa yaşsız vurdu.

Nerde zulüm varsa kalbi orası için attı

Hukuk neden okur idealist bir genç? Adalet’in tecellisinde katkısının bizzat olmasını istediğinden; adalet gerçekten yerini bulsun istediğinden. “Adalet, her şeyi layık olduğu yere koymaktır” düsturunun 27 Mayıs İhtilali ile ayaklar altına alınışını üniversitede hukuk öğrencisi olarak bizzat görerek yaşar Erdem Bayazıt. “Adil olmak aslında başkasının hakkını adil ve erdemli olarak savunmaktır. Aleyhimize de olsa, yine adil olmak gerek. Hakkı gözetmek ve hakkı yerine getirmek. ‘Her şeyin yerli yerine konulmasıdır’ adalet.” diyerek bu değerlerden uzak akademyaya veda etti; başladığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki öğrenimine ekonomik sebebler de kendisini mecbur edip acıyla ara vererek kendini artık başka bir idealinin yoluna yönlendirir: 1963 yılında öğretmenliğe başlar. Askerliğini Burdur’un Cuvallı Köyünde iki yıl yedeksubay öğretmen olarak yapar.

Bayıldım Çıkmazı, 7 numara

Çuvallı’dan gönderdiği yazılar, şiirler Yeni İstiklâl gazetesinde çıktı ara sıra. Dostoyevski’ninkiler başta olmak üzere roman okuma zevki, onun askerliği öğretmen olarak yapmasındaki diğer nedenlerin yanında önemli başka bir sebeb.

Bu tenhalara kaçma döneminin şiir meyvesi Risaleler oldu. Birçok şiiri gibi Risaleler de, işte o Ankara’dan Maraş’a, ata yurdu Güzlek yaylasına sığındığı dönemde ortaya çıktı.

Askerliğinden sonra girdiği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi‘nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 1971'de mezun oldu. Kimi yerde memurluklar yanında Edebiyat dergisi çevresinde bulundu. İlk şiir kitabı ''Sebeb Ey'' 1972 yılında yayımlandı. Ankara’da kurucusu olduğu Akabe Yayınları‘nın ve sonradan Mavera dergisinin yönetimini diğer şair ve yazar arkadaşlarıyla beraber yürüttü.

İstiklâl Hârbi‘nde uğrunda ataların can verdiği değerlere düşman, Batı ile hem göbekten hem de beyinden bağ(ım)lı aydınların oligarşisine karşı direnen; Anadolu’ya, taşraya sıkıştırılmak istenen halkın içerisinden çıkmış yerli ve milli münevver şairin fikrî ve kültürel kavgası, birincil yaşam amacı, bu terslikleri hep edebî bir dille terennüm etmek oldu. Nerde zulüm varsa kalbi orası için atan, dilinde oraya huzurun ve adaletin gelmesi duası, sözü, nidası olan vicdanlı bir şair.

Fakültede hukuk okuduğu dönemde epey Eyüp’te Bayıldım Çıkmazı 7 numarada kiracı kaldı. O yıllarda ailesiyle aynı sokağın başındaki evde mukim arkadaşı Rasim Özdenören’in tavsiyesi ve onlara yakın komşu olarak. Türk edebiyatının bu iki değerli ismini hatırlatabilecek bakırdan da olsa bir plaketi, şimdiye dek bu binaların cephesine düşenememiş yerel yöneticiler, kültür danışmanları. Oysa Mozart’ın iki günlük misafir kaldığı bir binayı bile vefakârca bir müze haline dönüştürmüş eloğlu. Belagat ve hamaset ile söylenen sözler uçar gider; Fatiha göndermeye vesile bu gündemi, bir vefa ödevi niyetine yetkililere iletmiş olalım.

Ara sıra varlıklarıyla hem de yazdığı şiir dizeleriyle hem Cahit Zarifoğlu hem de Erdem Bayazıt Avrupa’da yaşayan Anadolu insanına ve oraların kültürel atmosferine değinmeden geçmemişlerdir: "Şiir Burcundan / Sert+Keskin+Hızlı / Yavaş+Ağır /" adlı şiirinde: “Haydi kalbim gir çARp / Kırmızı bir gülün gözden gizli dikenine / Yahut / Teammüden bir günahkârın cehennemden fışkırmış sivri tırnakları gibi / DOM’un pervazlarına ve keskin uçlarına! // Pervazlar ki mabedlerde; / Bir kartalın kanatlarına / yahut / pençelerine eş / Tasarlamıştır onu mimarlar. // Mimarlar ah mimarlar / Hep birşeyler tasarlar

İnsanı, ölümü, dervişliği, cehdi ve savaşı, özlemi ve umudu mısralarına taşıdı

1997. Şairi şiirseverlerle buluşturmak için yoldayız. Siyaset tecrübesinden, Almanya Türklerinden, edebiyattan, üstadlardan, şair ağabeylerden konuşuyoruz. Biri saydığı, biri de sevdiği iki ağabeyi Ankara’da bir kahvede, sanki biribirlerini hiç görmüyormuş gibi davranınca nasıl iki arada bir derede kaldığını ve sonrasında kendini Ankara’dan Maraş’a geri attığını ve orada edebiyat öğretmenliğine başladığını; saygı ve sevgide hiçbirine kusur yapmadan anlatıyor. İçim cızz ediyor. Bir şey diyemiyorum. Sonra sükut sohbeti başlıyor. Yol bizi içinde Maraşlı hemşehrisi şair Mustafa Pınarbaşı’nın da olduğu diğer şiirseverlere ulaştıramadan sükut sohbetine dayanamayınca, “Ağabey, Tuna’nın gözesinden bir soğuk su içmeye ne dersin?” diyorum. Akşam varılan yerde şafağa dek fikir yoğunluklu, şiir dolu sohbet…

Gençken farkına pek varamadığını söylediği “Fecr-i kâzib”, yani Menderes döneminin Özal dönemine eklemlenerek bir “Fecr-i sadık” dönem olması umuduyla Kasım 1987 ile Ekim 1991 arası Kahramanmaraş milletvekili olarak siyasete katkı verdi. 1991 yılında seçimlere girmeyen şair, ölümüne kadar yaşayacağı Üsküdar’da ikamet etti. Akçeli işlere aklı ermemesi, siyasada da hiç pragmatik kabiliyetinin olmaması, şairi yine en iyi bildiği iş olan şiire ve yazmaya geri dönderdi. Coğrafi ve kültürel bütünlüğü sağlamış bir birliğin oluşmasına öncü olarak Fecr-i Sadık bir şafağın ışıklarını algılama kabiliyetleri olan, ruhlarını diri tutan nesillerin okuması için fikir yazılarına ve şiire devam etti.

İnsanı, ölümü, dervişliği, cehdi ve savaşı, özlemi ve umudu mısralarına en güzel şekilde bezeyen Bayazıt; kaleme aldığı ''Aşk'', ''Tabiat'' ve ''Savaş'' risalelerinin yanına bir de ''Üsküdar Risalesi'' yazma isteğini şöyle belirtmişti: „Sağlığım iyi olursa bir de Üsküdar Risalesi yazmak istiyorum. Bizim itikadımıza göre Kudüs, Üsküdar'dan başlar. Osmanlı döneminde seferler Avrupa'ya bile olsa Üsküdar'dan başlardı. Kudüs'e giden yollar mutlaka Üsküdar'dan geçer. Bunları işleyebilirsek, orada yaşayan halkı, tekkeleri, ezanları anlatabilirsek işte o zaman Üsküdar Risalesi olacak.'' Ama ömrü vefa etmediğinden emelini tam yerine getiremedi. Hasta yatağında yazdığı son şiiri Üsküdar Risalesi şu haliyle emânet kaldı:

Bir samt-ı ülvi güyâ tabiat / Bir samt-ı ülvi güya leyalim / Etmekte zikri Hallâk-ı daim / Allahu Ekber Allahu Ekber …” / * / Şafak sökerken Boğaziçi’nde / (Tan ağarırken İstanbul üstünde) / * / Bir sırlı elbise dokunur kainatın üstüne / Mekke’de başlayan, Medine’de yükselen Kudüs’e sıçrayan / Sonra Şam sonra Bağdat sonra Buhara Semerkant / İsfahan Tahran Tebriz Meşked/ * / Bayraktar-ı - Sancaktar-ı Resul Eyüp Sultan diye Makam tutmuş oradan hükmetmiş kıtalara / Karşı taraftan Üsküdar zamana tanık olmak için nöbet tutmuş / * / Valide Gümüş Sultan’dan yükseldi dirilişi tetikleyen ilk seda / Sonra Mihrimah sonra Şemsi Paşa / Sonra Rumi Mehmet sonra Ayazma / Beşiktaş Yahya Efendi’den Akşehir ve Cihan’a / Bir diriliş gulgulesi açar sırların kapısını

"Bir ömür tüketerek yazdıklarım iki saatte okunuyor"

Okuyucuma! Şiir diye / Bir ömür tüketerek yazdıklarım / İki saatte okunuyor / Bundan ucuz ne olabilir? Havadan başka?” diyerek, az şiir yazdığını kaydeden Erdem Bayazıt’ın her şiiri aslında ciltlerce yorumlanacak değerdedir.

Kendiliğinden ortaya çıkan samimi bir beyin fırtınası sohbeti esnasında Şenol Demiröz’ün, kendisine, “Siz bir neslin ağabeyisiniz!” deyişini mütevazı bir şekilde, “Estağfurullah. Keşke layık olsak. Gelecek nesiller için daha yapılacak çok iş var.” diye cevaplamış; kardeşi Ahmet Bayazıt’a dönüp onu sıkıştırarak, “Meselâ, yeni bir program hazırlayın; tekrar şu İpelyolu’na doğru bir gidelim. Eski gezimizde enteresan tespitlerimiz olduğunu zannediyorum ama bunların tazelenmesi lazım. O taraflara tekrar bir gidelim; hatta bir Keşmire çıkmalı, nasipse bir Çine varmalı; Orta Asyayı, Turan illerini bihakkıyle anlatmak lazım aslında. Semerkand, Buhara…” demişti.

İki yıl süren kanser tedavisi sonunda vücudu tedaviye cevap vermeyerek vefat eden usta şair Erdem Bayazıt'ın cenazesi devletin zirvesini de bir araya getirmişti. Eyüp Sultan Câmii‘nden ebedi yurduna uğurlandı. Fecr-i Sadık diye tarif ettiği diriliş şafağının ışıkları bir nebze olsun Eyüp Sultan Camii'ndeki o cenaze namazında görüldü: Cenazesi vesilesiyle devlet ve millet 'bir’ olmuştu. Ardında hoş bir sada ve böyle resim de bırakarak gitti.

Kadri Akkaya

Fotoğraflar: Isabelle M. Beck ve Bayazıt aile arşivi

YORUM EKLE