“İki nokta arasından bir doğru geçer. İkinci bir doğru geçmez. İnsan doğum ve ölüm arasında bu tek doğru üzerinde yürümelidir. Bu doğrunun adı Sırat-ı Müstakîm. Allah’ın Müslümanlara tarif ettiği tek doğru yoldur. Ve Müslümanların da ayrılmaması gerekli tek doğrudur.” Doğmakla ölmek arasındaki istikametimizi böyle açıklıyordu Abdülaziz Bekkine. Dosdoğru olmak, istikametten milim sapmamak… Bu yoldan sapmak çamura saplanmak, hedeften uzaklaşmak, yolda kalmak anlamına gelir. Bu iddialı cümleleri kurmak kolay gözükebilir. Zor olan bu cümleleri yaşamak, pratize etmek. Hem söylemek hem de yaşamak.
Abdülaziz Bekkine’nin hayatına baktığımızda söylediklerini aynı zamanda hayatında da görebiliriz. Vakar ve izzet sahibi… Neyi yaşıyorsa, hangi hal üzereyse onu dillendiriyordu. Özü ve sözü bir… Hayatında tezatlar, paradokslar yok. Dümdüz… Dinleyen ve kendini dinleten, edep timsali… Yalansız, riyasız… İstanbul’un Zeyrek semtinde ufak bir mescitte imamlık yapıyordu. Mescit ufaktı ama mescidin imamının ilim ve irfanı ummanlar gibiydi. Sohbetine katılanlar, sözlerinin etkisiyle kendisine bağlanırlardı. Sohbet halkasında profesörler, sanatçılar, din adamları, siyasetçiler, bürokratlar yer alırdı. Küçük mescitte büyük dünyalar düşlenir, düşlerin sahiciliğinde olgunlaşılırdı.
Sohbet halkasında yoğunluğu üniversiteli gençler oluşturuyordu
Nakşibendî tarikatının Halidiye koluna bağlı Gümüşhânevi dergâhı şeyhi Abdülaziz Bekkine, 1895’de İstanbul-Mercan’da doğdu. Aslen bugün Tataristan’ın başkenti olan Kazanlı. Kazan’dan göç ederek İstanbul’a yerleşen tüccar Halis Efendi’nin oğlu. Küçük yaşlarda Arapça ve din dersleri alanında eğitim aldı. On beş yaşına geldiğinde ailesiyle tekrar Kazan’a göçtüler. İlerleyen zamanlarda Buhara’ya giderek âlimlerden dini ilimler okudu. Babasının ölümü sonrası İstanbul’a yeniden döndüler. Bir süre ticaretle uğraştı. Sonra Beyazıt Medresesi’ne devam etti. Bu dönemde arkadaşı Mehmed Zahit Kotku ile Gümüşhânevi dergâhına intisap ettiler. Tekirdağlı Şeyh Mustafa Feyzi Efendi’den icazet alarak irşada ve Râmuzu’l ehadis kitabından dersler yapmaya başladı. İstanbul’un çeşitli camilerinde imamlık yaptı. On üç yıl İstanbul-Zeyrek’teki Çivizâde Ümmü Gülsüm Camii’nde görev yaptı. Tekkelerin kapatılması sonrasında irşat görevine evinde devam etti. 1950 yılında ölümünden sonra irşad vazifesini ve cami imamlığını Mehmed Zahit Kotku sürdürdü. Bekkine’nin mezarı Edirnekapı'da, Sakızağacı Şehitliği’nde.
Hacı Aziz Efendi olarak tanınan ve gönüllerde taht kuran Bekkine, normalde varlıklı bir aileye mensup. Aileden kendine düşen payı kardeşlerine bırakıyor. İmamlık maaşıyla geçimini sağlıyor. Hiçbir zaman şükrü dilinden düşürmüyor. Yoksulların, gariplerin, yolda kalmışların, hastaların hacet kapısı. İhtiyacı olanı hiçbir zaman boş çevirmiyor. Onu diğer tarikat önderlerinden ayıran çeşitli yönler var. Sohbet halkasında yoğunluğu üniversiteli gençler oluşturuyor. Üniversite gençliği üzerinde etkin. Cumhuriyet döneminin kayda değer düşünürlerinden birçoğu sohbet halkasında yer almış.
Aynı zamanda şeyhin tekkesi Türk siyasi hayatında önemli yeri olan bir hareketin ilk nüvelerinin atıldığı yer olmuş. Milli Görüş lideri rahmetli Necmettin Erbakan, Bekkine’nin bağlılarından. Ekrem Kızıltaş, 2011 yılında www.dunyabulteni.net sitesinde Asım Öz’le yaptığı mülakatta konu ile ilgili şunları söylüyor: “Erbakan Hoca ile Abdülaziz Bekkine Hz. arasındaki ilişki, tasavvufi manada bir bağlılık. Erbakan Hoca’nın İTÜ’de talebe olduğu yıllarda başlayan bu bağlantı, aynı yıllarda Zeyrek Camii çevresinde bulunan diğer kişilerle beraber sürdürülen ve anlaşıldığı kadarıyla sadece mürid-mürşid bağlılığı olarak kalmayıp, ülkenin hali ve istikbali üzerine ortaklaşa kafa yorulan bir mahiyet de arz ediyor. Erbakan Hoca’nın Abdülaziz Bekkine Hazretleri’ne, ‘Müslümanların partisi ne zaman kurulacak?’ şeklindeki soruyu sorduğu zaman dilimi 1950’ler Türkiye’si. Sonraki akışa baktığımız zaman, bunun bir niyetten çok, belki ileriye yönelik bir ümit ve merakla alakalı olduğunu söyleyebiliriz.” Ayrıca şeyh efendi üniversite öğrencilerine üniversitelerde kalıp akademisyen olmalarını tavsiye ediyor. “Üniversitede kalın, hoca olun.” diyor.
“Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim”
Abdülaziz Bekkine’nin çok önemli bir müridi daha var: Nurettin Topçu… Topçu, Sorbon Üniversitesi’nde felsefe doktorası yapan ilk Türk’tür. Felsefe, mantık, sanat tarihi, sosyoloji, ahlak alanlarında eğitim almıştır. Ülkemize döndüğünde çeşitli liselerde felsefe hocalığı yapan, onlarca kitap yazan Topçu, kafasındaki sorulara, çelişkilere yanıt bulamaz. Teorik olarak birçok şeyi bilir ama pratik anlamda zihni itminana erememiştir. Uzun gelgitlerin sonucunda Abdulaziz Efendi ile tanışır. Onunla sohbetleri sonrasında zihin dünyasına yeniden yön verir. Şeyh Efendi’nin dizinin dibinde sükûneti yakalar. Hatta Bekkine’nin ölümü sonrası yaşadıklarını Taşralı kitabındaki ‘Yıldırımın Huzurunda’ bölümünde şöyle anlatır: "Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım, zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile İlahî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberane sakalının üstünde namutenâhiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da, gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım."
Zahirde bir cami imamı olarak görünen ama gönüller fatihi olan Hacı Aziz Efendi iki defa Hacca gitmiş. Ölümü ikinci Haccından sonra. Hac dönüşü hastalanıyor ve vefat ediyor. Zaten “Bu dünyaya kiracı gibi yerleş. Ev sahibi gibi yerleşirsen gitmesi zor olur.” diyerek bu dünyanın faniliğini, geçiciliğini vurgulamıştı. “Mü’minin nazarı öyledir ki, dünyadaki zevk ü sefaya bakar, arkasında Cehennemi görür. Meşakkat ve hizmete bakar, arkasında Cenneti görür. Yani mü’minin nazarı bu dünyaya takılmaz.” uyarısıyla, neye nazar etmek gerektiğini söylemiştir. “Dünyada her şeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Sevginin tartısı da fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.” sözü de onundur.
M. Orhan Okay, “Kazan Türklerinden Bir Veli” adlı yazısında şeyhi şöyle tarif ediyor: “Abdülaziz Efendi asık suratlı bir insan da değildi. Cemiyetin durumundan, Müslümanların aczinden ve zaaflarından son derece mustarip olan bu zat, günlük hayatında çok defa mütebessimdi. Ufak tefek şakalar yapar, yakınlarına takılmayı severdi. Hafif eğik orta boylu, kısa, seyrek, kırmızıya çalan kahverengi sakallı, mavi gözlüydü. Gözlerinin içi parlayarak gülmesine, ilk defa karşılaştığım andan itibaren sık sık şahit oldum. Bir defa elinde zembille amcamın Çarşamba’daki helvacı dükkânına gelmiş ve tezgâhta duran amcamın oğlu Hasan’a ‘At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin’ türküsünü söyleyerek takılmıştı.”
Şahsında fazilet, feragat, diğerkâmlık gibi erdemleri cem eden Abdülaziz Bekkine’ye binlerce rahmet… Sevgili Peygamberimize komşu olur inşallah.
Muaz Ergü yazdı
Muhterem kardeşim ,Bu yazı muhteşem. Bu site harikulade .Hazırlayan Arkadaşlara teşekkürler