Hiçlik ile bir düğme kadar yakın bir ilişkideyiz

İşlerimiz, evet bütün işlerimiz elektriğe dayalı. Belki diğer bir tabirle pamuk ipliğine bağlı. Somut karşılıkları sınırlı, bazı noktalarda yok. Mehmet Erken yazdı.

Hiçlik ile bir düğme kadar yakın bir ilişkideyiz

Türkçede teknolojinin etkileri üzerine bir şeyler söyleyen kitap ve kişi yok sayılır. Kitap sayısının da bir elin parmaklarını geçmemesi şaşırtıcı, üzücü ve bu konuları pek dikkate almadığımızın göstergesi. Yine de “Çocuğumu Fişte Unuttum”, “internet Bizi Aptal Mı Ediyor”, “Teknopoli”, “Makina Çağı Efsanesi” gibi teknolojinin etkileri üzerine kitaplar tercüme edildi. Telif olarak ben rastlayamadım ama hiç olmadığını düşünmüyorum.

Yine de temel metnimiz "Müslüman Saati" aslında. Ahmet Haşim’in meseleleri tüm zikrettigimiz kitaplara kıyasla çok daha sahih bir yerden tuttuğunu biliyoruz. Eve, mekana, çevreye dair ne okursak bu metne carpıştırıyoruz/çarpıştırıyorum, belki aklımızda o metine birkaç cümle daha ekliyoruz/ekliyorum.

Elektrik var!

Teknolojinin ve teknolojik cihazların önemli bir özelliği, kendisinden önce, kendi işlevini gören ne varsa yok edip kendi hükümranlığını kurması. Bu noktada İsmet Özel’i, Üç Mesele'yi ve diğer kitaplarını da hatirlatayım; çelik kaşığı, bulaşık makinesi meselesini, vs'yi. (İsmet Özel bu konular hakkında münferit bir eser vermese de, pek çok kitabının içinde, pek çok makale mevcut.)

Evlerimiz doğa ile alakasız mekanlar. Elektrik kabloları icin dizayn edilmiş ve ona uygun, o olmadan bir işe yaramayacak şekilde. Güneş girmiyor, gerek de yok! Çünkü elektrik var. Gece olmuyor! Neden olsun ki elektrik var. Bu durum zaten bizim gündüz-gece ayrımımızı baltalayan bir durum. Ezan saatleri var ki vakte dair bazı şeyleri hatırlayabiliyoruz ama o da çoğu zaman takvimden bir şekilde bakılmış bir saat olarak zihnimizde yer ediyor. Halbuki Kur’an’da pek çok ayet mevcut; gece ile gündüzün ayrımına dikkatlerimizi yönelten, bu ayetleri düşünmemizi söyleyen. Fakat bizim gecemiz ancak biz istersek var. Biz istemezsek gece olmuyor. Hep “aydınlık”! Aydınlanmayı, “Karanlıktan Aydınlığa” çıkmayı, “Aydınlanma Düşüncesini” hatırlayalım bir zahmet. Ne kadar küfretsek de bu düşüncelerle bezendiğimizi kabul etmek zorundayız. Karanlığın neden bizi, haddinden fazla korkuttuğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu konu çok su kaldırır, burada duruyor, geri dönüyorum.

Elektrik, karanlık ve gökyüzü ile alakamızı kestiği kadar gündüz ve güneş ile alakamızı da kesti

Evler, Güneşi alıp almamasına göre dizayn edilirmiş eskiden. Kalmadı onlar tabi ki. Anneler, babalar, dedeler, babaanneler hâlen çok önemsiyorlar. Ama ben anlamıyorum pek. Kuzeyde ya da güneyde ne fark eder ki? Ha ikindi Güneşi almış ha sabah, nasıl olsa, alırsa Güneşle, almazsa elektrikle halledilir bir mesele, çok da dert etmeye gerek yok. Elektrik karanlık ve gökyüzü ile alakamızı kestiği kadar gündüz ve Güneş ile alakamızı da tamamiyle ortadan kaldırmış durumda. İnsanlar tanıyorum, Güneş görmüyorlar ve görmediklerini de fark etmiyorlar. Hele ki kış günleri...

Elektrikten önce olsa en hafif tabirle kuyu gibi diye niteleyeceğimiz evlerimiz var. Bu kuyu gibiliğin uzerine bir suni ışık yakıyoruz ve dertlerimizden kurtuluyoruz. Çalıştığım yerin mezarlıktan hallice olduğunu bu vesile ile idrak ettim diyebilirim; evimizin nimetlerini de hakeza. Zira iki taraftan da Güneş alıyor(muş). Buna biraz mecbur muyuz? Şehirlerde yaşamak istiyorsak veya şehirde yaşamaya mecbursak (ki çok büyük oranda bunun alternatiflerinden yoksunuz) bu evlere de mecburuz. Taze bir tartışmaya temas edelim: Yatay şehir mümkün mudur? Bu soru hâlâ tartışmaya açık. Ama biliyoruz ki şu an İstanbul özelinde bu sorunun cevabı hayır! 'Silueti' bozan koca gökdelenler, rezidanslar bir mahalle kadar insanı içinde barındırıyor örneğin. Bu dikine binaları yatay düzleme aldığımızda, buradan Bolu’ya, Düzce’ye kadar yayılan bir şehir gerekiyor.

Hiçlik ile bir düğme kadar yakın bir ilişkideyiz

Mesken dışına çıkalım. İşlerimiz, evet bütün işlerimiz elektriğe dayalı. Belki diğer bir tabirle pamuk ipliğine bağlı. Somut karşılıkları sınırlı, bazı noktalarda yok. Dünyabizim.com nerede mesela? Ben burada çalışıyorum, neredeyiz ve neredeyim, çok emin değilim...

Bir anda, her gün yaptığımız, işimiz olan, hayatımızı verdiğimiz şeyleri, basit bir nedenle yapamaz hale gelebiliyoruz. Tabi insanların hayatlarında kazalar, afetler bu etkiyi yaratabilir. 17 Aralık depremi olduğunda örneğin, hiçbirimiz beklemiyorduk ama islerimiz kayboldu, evlerimiz kayboldu, mallar yok oldu, ticaretler batttı vs. Fakat şu an yaptığımız her şey, evvela somutla alakasız ve saniyen bir anda, basit bir hamle ile kaybolabilecek bir düzlemde. Hiçlik ile bir düğme kadar yakın bir ilişkideyiz. Ne kadar gerilimli değil mi? Bu şekilde düşünürsek hayatımızdaki gerilimleri anlayabiliriz biraz. Bu korkuyu içten içe taşıyoruz içimizde. Elektrikli aletler ile olan işlerimizi hızlıca bitirmeliyiz mesela, zira elektrikler gidebilir, şarj bitebilir, bir anda o alete ulaşamayabiliriz. Bu nedenle elde yapılacak bir işten bir adım önde durmalı elektrikli alet. Ve “hızlıca” hallolmalı ki, bir aksiliğe kurban gitmesin. Hızın bir hali de bu, tek hali değil muhakkak...

Bu tür “kesinti”ler bir vesile aslında. Gökhan Özcan ve Akif Emre Yenişafak’ta yazılar yazdılar. Başka yerlerde de muhakkak yazılar yazıldı, Twitter’da bol bol yorumlar atıldı, Facebook paylaşımlara boğuldu elektriklerin gelmesinin hemen ardından. Ama yazılardan çok önce, düşünmemiz gerekiyor: “Biz nerede yaşıyoruz?”, “Biz hangi dünyada yaşıyoruz”, “Müslümanlığımız, ibadetlerimiz, düşüncelerimiz, hayatımız elektrik ile ve bilimum alet edevat ile ne kadar ilişkili?”, “Elektrik olmadan yapamayacağımız ibadetlerimiz var mı?”, yahut “Elektrik nedeniyle kaybettiklerimiz?”, “Hizmet, yardım vs niyetiyle yaptığımız ne kadar şey var, tümüyle teknoloji ile ilişkili olan?”


 

Mehmet Erken 

YORUM EKLE