1980’lerin sonu ve 90’ların başında, Türkiye’de adına “özgün müzik” denilen akımın özellikle genç üniversiteli kuşak üzerinde önemli etkisi söz konusu. 70’li yıllarda doğmuş, 80’lerdeki bütün toplumsal dönüşümlere şahitlik etmiş Türkiye’nin bu genç kuşağı, “özgün müzik” türünün en büyük dinleyici katmanını oluşturuyordu. Bunun bazı gerekçeleri var. Birincisi bu müziğin tema edindiği mesele olarak, 12 Eylül darbesinin zulmüne uğramış ve o yıllarda daha hapishanede gençlikleri rutubetli hücre duvarlarının karanlığında tükenmekte olan bir önceki kuşak ağabeylerin acıları tazedir. Evlerde anneler, babalar, kızkardeşler ya da yavuklular bu acının izlerini taşımaktadırlar. İşkencelerde ölenler, devletin yağlı urganlarında genç bedenleri sallandırılanlar, sorguevlerinde gördükleri fiziki darpların kalıcı etkilerini ellerinde, ayaklarında, zihinlerinde hissedenlerin acısının yanında, daha ağıtı bitmemiş olan 70’lerin trajedileri durmaktadır.

Şiddetin kaba ve kontrolsüz biçimde artık sokağa taştığı ve sokağı belirleyen tek etmenin şiddet olduğu 70’lerde birbirlerine acımasızca kıyan, birbirini pusuya düşüren, soğuk kurşunları birbirlerinin üzerlerine yağdıran ve netice itibariyle ömürlerinin en deli dolu, en genç yıllarını ülkenin kaldırım taşlarına bırakan çocukların ağıtları daha bitmemiştir.

Özgün müzik” dediğimiz ve teması genellikle bu meseleler etrafından dönen türün 80’lerin sonu ve 90’larda geniş dinleyici kitlesi bulmasının sırrı buradadır. 80’lerin sonu diyoruz çünkü, devletin 12 Eylül sonrası toplumun bütününe uyguladığı ağır basıncın yavaş yavaş kalktığı, sıkıyönetim şartlarının geri çekildiği ve toplumun bir nebze nefes almaya başladığı yıllar ancak 80’lerin sonuna doğru şekillenebilir. Bu yüzden 12 Eylül eleştirisini, 70’lerde vurulup soğuk kaldırım taşlarına düşmüş ülküdaşların, yoldaşların ağıtlarını ya da Mamak’ta, Diyarbakır’da “bir insan bir insana bunu yapabilir mi” diyebileceğimiz işkence tezgahlarından geçirilmiş hapisteki ağabeylerin hayal kırıklıklarını, duygusal travmalarını anlatabilmek ancak bu yıllardan sonra mümkün olabilmiştir.

Saz orada sözü taşıyan yan bir ses gibiydi

1989 yılında lise son sınıfta iken Karadeniz’in kıyıcığına sıkışmış, küçücük, sessiz, gece uyurken sadece dalgaların hışırtısını duyabildiğim ilçeden bir konser dinlemek üzere şehir merkezine gittiğimi hatırlıyorum. Kimin geleceğini, ne tür müzik okunacağını bilmeden.

Şehrin en meşhur sinema salonunun üst katına çıktık arkadaşlarımla beraber. Alt katta, aileler, bürokratlar, şehrin önde gelen isimleri ve konseri (o vakitler “gece” denirdi bu tür etkinliklere) organize eden gençlik teşkilatının yöneticileri, ağabeyler vs..

Sahne alacak isim ve söyleyeceği şeyler benim için büyük merak konusu. Çünkü ilkokul 4-5. sınıftan beri bağlama çalıyorum. Unkapanı’nda üretilen (“Unkapanı” çok uzun yıllar Türkiye’de üretilen müziğin adresi idi. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı içerisindeki müzik yapım şirketleri dolayısı ile bir zamanlar TRT dışında müzik üretiminin yapıldığı ve bütünüyle özgür çalışmaları karşıladığı için, “Unkapanı” denildi mi, müzikten bahsedildiğini anlardık) hemen her çalışmayı (kaseti) takip ediyordum. Yeni ne yapılmış ise hemen merakla gidip şehirde belki kasetçilerden ilk alan bendim. Hemen her türü. Ve tabiî ki özgün müzik çalışmalarını. Dolayısı ile 80’lerin sonunda Türkiye’de müziğin aranje, içerik, form, arayış açısından nereye geldiğini biliyordum. O yıllardan kalma 500’e yakın kasetimden en önemlilerini hâlâ saklıyorum.

Politik konuşmalar, sloganlar, Türkiye’nin siyasal durumunun analizleri, “geceyi” düzenleyen gençlik teşkilatının doktriner söylemleri vs. derken ilerleyen saatlerde elinde kısa sap bağlaması ile beklediğim sanatçı çıktı sahneye. Kısa sap bağlamaya hayranım o vakitler. Çetin Akdeniz, Arif Sağ dinleyip, eser icralarını evde saatlerce çalışıyorum. Kısa sap bağlama benim için sürpriz oldu açıkçası. Çünkü benim de o yıllar içerisinde bulunduğum politik hareketin “geceleri”nde sahne alan icracılar bütünüyle “sünni ozan” geleneğinin devam ettiricileri idi ve onlar da hepimizin bildiği uzun sap bağlama çalarlardı. Aslında çalmaktan ziyade, saz orada sözü taşıyan yan bir ses gibiydi. Çünkü iyi icra edemiyorlardı sazlarını. Söz ozanlığının dar alanına sıkışmış bir durum söz konusuydu daha çok.

 

Bu yüzden bahsettiğim politik hareketin gecelerine kısa sap bağlama çalarak çıkan ilk sanatçı ile karşılaşıyordum. Tabi ilk kez duyduğum eserleri okuyor. İddiasız ama naif bir sesi var. Eserleri türkü formunda. Ama yeni şeyler. Bu açıdan bana çok ilgi çekici geldi. Bu, şu açıdan önemli: 1970’lerden 80’lerin sonuna kadar salt geleneği devam ettiren, hatta geleneği tüketen bir “sünni ozan” icrasının ötesine geçemeyen, müzikal anlamda ortaya hiçbir şey koyamayan bir yapıdan bahsediyoruz. Sonra birisi -geç olsa da- 1989 yılında çıkıyor ve kısa sap bağlama ile kendi özgün bestelerini söylüyor. Hem de Türkiye’nin o yıllardaki duygu haritasında karşılık bulan “özgün müzik” türüne eklemlenebilecek bir tarzda. Eserlerinin hemen tümünün sözlerini biliyorum. Babamın kütüphanesinden zaman zaman alıp okuduğum rahmetli Abdurrahim Karakoç’un şiirlerinden yapılmış şarkılardı dinlediğim.

Kaseti evirip çevirip dinledim odamda o gece

Bilir misin gardaş Türk illerinde / Havada yıldızlar dağda kar üşür” diye başlayan, “Gidiyoruz elden ele / Birgün geri döneceğiz” diye yaşanan bütün acılara rağmen içinde umut taşıyan, Hep beşinci mevsim, her taraf duvar / Ne güneş ne çiçek, ne yağmur, ne kar” deyip adeta Mamak Askeri Cezaevi'nde yaşananlara göndermede bulanan birçok şiirin şarkıya dönüşmüş hallerini dinledim o akşam.

Sonra çıkıştaki stanttan kasetini alıp gece heyecanla eve geldim. O zaman bir genç için evin en önemli elektrikli aleti teypler. Adeta genç odasının vazgeçilmez eşyası. Sonra, büfelerin içerisine dizilmiş çeşit çeşit kasetler. Daha “volkmen” bile yaygın değil o yıllarda. Bir an evvel eve ulaşıp, aldığım kaseti dinlemek istiyorum. Hem mutlu, hem heyecanlıyım. Mutluluğum, içerisinde o yıllar bir şekilde bulunduğum politik hareketin de artık bu müzik türünde eserler vermeye başlamasından; heyecanlıyım çünkü bir an evvel kasetin alt yapısını, icraları merak ediyorum.

Kaya Kuzucu’nun, “özgün müzik” türü biçiminde kategorilendirebileceğimiz çalışmalar açısından ülkücü yapı içerisinde ilk ürün olan “Birgün Geri Döneceğiz” kaseti ile karşılaşmam böyle oldu.

O gece yatmadım, sabaha kadar kaseti evirip çevirip dinledim odamda. Dışarıda dalgaların hışırtısı, gecenin sabaha dönen karaltısı ve Kuzucu’nun naif sesi şimdi bile unutamadığım bir fotoğraf karesi olarak belleğimde.

O’nun, bağlamasının teknesine başını yaslayıp...

Birgün Geri Döneceğiz” kaseti tarihsel önemine karşın kayıt ve altyapı sorunları olan bir çalışmaydı. Ama yine de çok güzel besteler vardı orada. Hep, Kaya Kuzucu o kasetini yeniden daha nitelikli bir altyapı üzerine okusa diye bekledim.

Aynı yıl üniversite kazanıp Ankara’ya, Gazi’ye gidince bizim çocuklarla bir gece düzenledik. Yer Ankara’da Maltepe köprüsünün hemen dibindeki Maltepe Düğün Salonu. Sanatçı olarak genel merkezden Kaya Kuzucu’nun geleceğini öğrenince çok heyecanlandığımı belirtmeliyim. Ankara’ya taşradan üniversite okumak için gelmiş çoğu genç çocuktan birisi olarak o gece organizasyonda görevlilerden birisi olmanın apayrı gururunu taşıyorum ayrıca. Gece başlamadan Kaya abi geldi. Kuliste O’nunla ilgilenen bir iki görevliden birisi olarak yaşadığım mutluluğu anlatmam imkansız. Lise son sınıfta dünyanın taşrasında, Karadeniz kıyısında küçük bir şehirde ilk kez dinlediğim sanatçı ile hemen ertesi yıl Ankara’da bir görevli olarak karşılamak bana anlatamayacağım bir gurur veriyor. İlk izlenimim, sakin, sessiz birisi. Sanatçı egosu yok. Bizler kadar sıradan.

Sahneye çıkmadan evvel sazının akordunu kontrol ediyor. Salondan çok gürültü geldiği için kulağını bağlamının teknesine dayayıp, telleri sıkıştırma anının görüntüsü şimdi gibi önümde. Belki bir iki nezaket içeren kelime konuştuk. Ama konuşmalarımızdan ziyade O’nun, bağlamasının teknesine başını yaslayıp, enstrümanın içinde dolanan sesle kurmaya çalıştığı ilişkiyi hiç unutamıyorum. O gün bir fotoğraf çekindik. Yanımızda Gazi’den görevli diğer öğrenci arkadaşlar. Şimdi her birisi Türkiye’nin farklı yerlerinde öğretmen... Her birisi ömrümde tanıdığım en delikanlı çocuklar...

 

İlerleyen zaman dilimi içerisinde Kaya abinin “Adak” isimli yeni bir kaseti çıktı. Orada da güzel besteler dinledim. Tabi ilk çalışmaya göre teknik olarak daha nitelikli bir çalışmaydı bu...

 Onun müziği hep belli bir olgunlukta yürüdü

Birkaç yıl sonra zihnimde politik eleştirilerimi yapıp, liseden beri içerisinde bulunduğum yapıdan geri çekilmeye başladım. Bu benim için yoğun bir okuma sürecine doğru açıldı. Erol Güngör’den Mutaharri’ye, Cemil Meriç’ten Ali Şeriati’ye, Foucalt’ya kadar… İktidar, ideoloji, devlet, birey, tahakküm, kültür, milliyetçilik, medeniyet fikri vs... Bu geri durma(m) rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun ana yapıdan kopması ile sonlandı ve ben 2000’lere kadar Yazıcıoğlu’nun hareketi içerisinde aktif bir şekilde yer aldım. Yani Hasan Sağındık ile beraber bu yapının konserlerine giden ikinci müzisyen olarak... Muhtemelen bu kopmam gerçekleşmese idi, Kaya abi ile ana yapının konserlerine giden müzisyenlerden birisi olacaktım.

Ama yine de O’nun çalışmalarını dışarıdan hep takip ettim. Özellikle son yıllarda Orta Asya müziği sentezli arayışlarını çok kıymetli buluyorum. Çünkü politik içerikli müziğin hem form hem tema olarak kendisini tekrar etmesi bir zaman sonra kaçınılmaz. Dolayısı ile Kaya abinin bu arayışlarını ufuk açıcı olarak değerlendiriyorum. Bunun yanında Kaya Kuzucu müziğinin bence en önemli niteliği, aynı yapı içerisinde kimi isimlerin kaba militarizme yönelmelerine rağmen O’nun müziğinin hep belli bir olgunlukta, ağır başlılıkta yürümesidir. Militarizmin ayartıcı sularına kapılmadan da içerisinde bulunduğu yapıda iyi eserler ortaya konabileceğini gösterdi.

Belki birgün Kaya abi ile yine karşılaşırız. 1989’da liseli bir öğrenci olarak O’nu sahnede izlerken taşıdığım heyecanımı yine yaşarım mutlaka…

Kaya Kuzucu - “Tevhid”

Kaya Kuzucu - "Destan"

Not: Görselleri üzerlerini tıklayarak büyütebilirsiniz. Toplu fotoğrafta ayakta sağ baştaki Selçuk Küpçük..

 

Selçuk Küpçük yazdı