Unutulmuş iki meslek; Hafiz-ı Tas ve Su Yolcular

Sezai Karakoç’un ‘Su yerine süs akıyor’ dediği çeşmelerin bugün hali ve fonksiyonu malumunuzdur. Evlere bağlanan Terkos Suyu ile yavaş yavaş önemini kaybeden çeşmeler, mahallelinin ve sokağın suyunu karşılama görevlerini yetirmesi ile bir anlam ifade etmemeye başlamışlardır.

Unutulmuş iki meslek; Hafiz-ı Tas ve Su Yolcular

Yaşamın vazgeçilmez unsuru olan suyun insanlara ulaşımının serüveni ve onu ulaştırmadaki teknik alt yapı ve mimari boyuttaki çeşitlilik ciltler boyunca eserlerle anlatılabilir. Halkın rahatça suya ulaşmasını sağlamak için yapılan düzenlemelerden biri de çeşme yapılarıdır. Yapıldığı dönemin ve toplumun sahip olduğu mimari özelliklerini taşıyan çeşmeler şehirlerin temel mimari öğelerini oluşturlar. Ama şehrin sosyal yaşam ve kültüründe önemli bir anlam taşıyan bu çeşme yapıları en çabuk tahrip gören ve gözden ilk çıkarılan mimari yapılar olmuştur.

Yapılan her suyolunun üzerinde, konakların sokak cephelerinde, mahallenin veya semtin ortak alanında, bulunduğu yeri şenlendiren, haşaratın ve hayvanatın etrafında can bulduğu, o yerin süsü çeşmeler; İslam medeniyetinde insanların su ihtiyacını karşılamak için hayır amacıyla olarak yapılmıştır.

Sezai Karakoç’un ‘Su yerine süs akıyor’ dediği çeşmelerin bugün hali ve fonksiyonu malumunuzdur. Evlere bağlanan Terkos Suyu ile yavaş yavaş önemini kaybeden çeşmeler, mahallelinin ve sokağın suyunu karşılama görevlerini yetirmesi ile bir anlam ifade etmemeye başlamışlardır. Çeşmelerden akan suların hayır amacından çıkarak hizmet-yatırım-gelir ve geri dönüşüm mantalitesiyle belediye ve devlet hizmetleri anlayışı içerisinde parasal bir olgu kazanmasıyla çeşmelerden akan sular maddi bir yük olarak görülmeye başlanmıştır. Diğer bir açıdan da hifz-üs-sıhha cihetiyle de değerlendirilmesi ile yer yer sıhhi bulunmamaya başlanması üzerine toplumun gündelik hayatından kopmuş veya koparılmıştır. 1930’lu yılların başında çeşmelerin mülkiyeti ve sorumluluğu Evkaf yani vakıflar idaresinden belediyelere devredilmiş böylece çeşmeler bir vakıf malı anlayışıyla korunma olgusundan da mahrum bırakılmıştır.

İşlevini kaybeden ve kendi haline terk edilen çeşmelerin çoğu günümüzde yok olmuş, kalanlar ise anıtsal değeri olma yanlar yıpratılmış ve değeri hiç korunmamış bir halde yok ol maya bırakılmıştır.

İstanbul’un sahip olduğu çeşmelerin sayısı ile ilgili olarak Evkaf İdaresi’nden belediyeye intikali döneminde yapılan tespitlerde; İstanbul tarafında kitabeli olarak 400 adetten fazla çeşmeden bahsedilirken Galata, Beyoğlu, Haliç’in yukarı yakası, Boğaz sahilleri, Üsküdar ve Kadıköy ciheti ile birlikte bu sayı 794’ü bulmaktaydı. İstanbul genelinde inşa ettirilmiş kitabesiz ve günümüze ulaşmayan ancak vakıf kaydı bulunan çeşmeler de değerlendirildiğinde bini aşkın bir rakamla karşılaşmaktayız ki bu çeşmelerden akan suyun, suyolu ve düzeni ile birlikte düşünüldüğünde muazzam bir su teşkilatıyla karşılaşılmaktadır.

Çeşmelerin toplumun bir değeri ve suyun insanlara ulaşmasında önemli bir araç olduğu süreç içinde; çeşmelerin bir yapı olarak inşa edilmesi ve ona bir su akarının bağlanmasıyla hizmete sunulması sonrası kendi haline bırakılmaz idi. Çeşmelerin tamamı hayır amaçlı yaptırıldığı için büyük bir çoğunluğu bir vakıf içerisinde değerlendirilmiştir. Bakımı, gerektiğinde onarımı, su kaynağının sağlıklı bir şekilde ulaşımının sağlanması bağlı bulunduğu vakıflar ve hayır sahipleri tarafından yapılırdı. İşte bu çeşmenin bütünü ile ilgilenen bir meslek grubu vardı. Bunlara "Hafiz-ı Tas" denilmekteydi. Hemen hemen her çeşmenin bir Hafiz-ı Tas’ı bulunmaktaydı. Bu şahıslar görevli oldukları çeşmenin bütün bakımı, onarımı, varsa haznesinin (deposunun) temizliği, çeşmeye su getiren ana suyolundan çeşmeye kadar olan künklerin bakımı ve tamirine kadar her şeyi ile sorumlu idiler. Bunlardan ayrı çeşmenin daima tasının mevcudiyetinin sağlanması, temizliği ve gerektiğinde kalayının yenilenmesi bu görevlerden biri idi. Ayrıca bir görevleri daha vardı ki, çeşmeden su içerken su ile ilgili ayeti kerimi okumak ve şifa niyetine dua etmekti.

Yüzyıllar boyu devam eden bu meslek, Türk-İslam medeniyetinin tezahürü olarak İstanbul’da tefekkür etmiştir. Evkaf Dairesi’nin teşekkülünden sonra Hafız-ı Taslar Evkafa bağlanmış ve buradan maaş almaya başlamışlardır. Cüzi olan bu maaşlar yanında asıl gelirleri su içenlerin verdiği sadakalar teşkil etmekteydi. Terkos Suyunun evlere kadar ulaşması ve çeşmelerin büyük oranda önemini kaybetmesinin ardından Cumhuriyetle beraber, Evkaf Dairesi’ne bağlı bu şahısların ilişkisinin de lağv edilmesi ile bu meslekte tamamen ortadan kalkmıştır.

Suyun sesinin musiki gibi tanladığı çeşmelerde dualarla kalaylı taslarda şifa niyetine içilen memba suları hatıralarda kaldığı gibi Hafız Taslar hakkında bilgiler de İstanbul Şehri Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi arşivlerinde bulunan; Evkaf Dairesi’nce tespit amacıyla çektirilmiş fotoğrafları ve maaşları ödenirken verilen evrak ve pullar hatıra olarak kalmıştır.

Su yolcusu

Kırkçeşme Suyolları ile beraber ihdas edilmiş mesleklerden biri de Su Yolcuları”dır. Memba sularının şehre getirilmesinde önemli roller üstlenen Su Yolcuları suyun yerdeki gözü ve bekçisi gibiydiler. Babadan oğula geçen bu meslek bir ocak teşkilatı ile varlığını sürdürmüştür. Yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar da Yeniçeri Ocağı’nın muhtelif Ağa Bölükleri içerisinde Su Yolcu teşkilatı da mevcut idi. Şehirdeki bütün Su Yolcular, Divan Çavuşları arasından seçilen Suyolcu Nazırına bağlı idi. Bugünkü manada kurumsal ve bir kurumsal disiplin içerisinde yürütülen bu meslekte mesleğin babadan oğula geçmesinin nedeni usta-çırak ilişkisi içerisinde değerlendirilmesi yanında irki bir özellikte taşımaktaydı. Suyolcuları daha çok Arnavut asıllı kişilerden seçilmekte, kısa veya orta boylu, zayıf bedenliler tercih edilmekteydi. Bu özellik Osmanlı toplum yapısı ve düzeni içerisinde açıklanabilir bir nedendir. Katırcıların ve hamalların Farsî (İranlı), amelelerin Eğin Ermenilerinden olması gibiydi. Yakın tarihlere kadar da ağırlıklı olarak İstanbul’daki kasapların Erzincanlı olması bölgesel bir mesleki uzmanlaşma geleneği içerisinde değerlendirebiliriz.

Suyollarının muhafazası ve bozulan kısımlarının tamiri, yeni su kaynaklarının bulunması gibi görevlere sahip Su Yolcuları evlere ve hamamlara kaçak olarak su alınmasına, başkasının suyuna müdahale edilmesine mâni olunmasına kadar suyun denetimi ve bekçiliği yine vazifelerinden biri idi. Şehrin her mıntıkasının ayrı suyolcuları bulunmaktaydı. Ellerinde mufassal suyolu haritaları bulunmakta olup bütün suyolları ve çeşmeleri bu haritalarla takip edilmekteydi. Cumhuriyet sonrası ve harf inkılâbı ile babası ve dedesi Su Yolcu olan birçok ailenin elinde bu suyolu haritaları mevcut idi. Bir kısmı Topkapı Sarayı gibi yerlere bağışlama cesaretini gösterirken birçoğu ise elindeki bu belgelerin kıymetini bilemeyerek sandıklarda çürümeye terk etmiştir.

Bugünkü İSKİ kurumunun o günkü şartları arasındaki yetkilerini ve görevlerini ifa etmiş olan Su Yolcuları yine modern suyollarının inşası ile meslekleri hükümsüz kalmıştır. Su Yolcu mesleği de tarihteki yerini almıştır. Esasında bu mesleklerin ortadan kalması ile şehrin su medeniyetine ve tarihi eser olarak algıladığımız ve bugün fonksiyonunu yetirmiş, sadece birer mimari öğe olarak mevcudiyetini korumaya çalışan çeşme, suyolu, su terazisi, bentler ve maksenler gibi yapıların öksüz kalmasına neden olmuştur.

Sakalar ve saka çeşmeleri

Bugün damacana ile evlerimize ve iş yerlerimize su getiren şahıslara geçmiş tarihlerde kısaca Saka denilmekteydi. Saka; su veren, su taşıyan kişi anlamını içermektedir. O kadar yalın ve kısa olan bu kelimenin ifade ettiği anlam devlet erkânından Osmanlı toplumunun gündelik hayatına değin geniş bir yelpazede hizmet sektörünün önemli bir kolunu kapsamaktaydı. Su medeniyetinin emekçileri idi Sakalar.

Evlere çeşmelerden sağlanan su ihtiyacının karşılandığı gibi, şehrin bilhassa İstanbul’un çeşitli membalarından getirilen sular damak ve zevk sahibi hane ve şahıslara satışa sunulurdu. Bugün plastik, geçmişte cam damacanalar ne ise sakaların deri kırbaları onu ifade ediyordu. ...

Yaya ve atlı olarak ikiye ayrılan bu Sakaların “Sebil Sebil! İçene rahmet, sebil sebill” diye bağırarak su satışı yaptıkları İstanbul sokaklarında Ermeni sakalar “Var mı su!” diye nida eylerken Rumlar “Crio Nero!” diye bağırırlardı. Müslüman Sakalar biraz daha renkli ve zengin ifadeleri ile Kur’an’dan “ve sekâhum rabbuhum şaraben tahûrâ” gibi ayetleri okuyarak ve her ayeti sonunda her yörenin aksanının İstanbul’a uyarlanmış şekli ile “saaakaaa” diye seslerini duyururlardı. Yeniçerilik döneminin en renklileri ise Yeniçeri Sakaları idi. Kuyruklarını ve yelelerini kınaladıkları çıngırak takılmış allarla dolaşır, kendi başlarına geçirdikleri beyaz sorguçlar ve siyah çizmeleriyle “Sebilullah, şehidân-ı deşt-i Kerbelâ ervahları için sebil” diye seslenerek su dağıtırlardı. En büyük hayır sakalara parasının vererek mahallelerde İstanbul’un çeşitli memba sularından getirterek sadaka niyetine ikram ettirmekti. Ramazan günleri, kandiller, üç aylar ve bayramlar ne Sakalar boş kalır ne de İstanbullu memba susuz. Anlayacağınız bütün bir sene çeşitli memba sularının tadına doya doya bakmadan geçmezdi.

Evliya Çelebi’nin eserinde yazdığı üzere 17. yüzyılda İstanbul’da bin dört yüz atlı, sekiz binde yaya Saka İstanbul’a hizmet etmekteydi. Hizmet denildiyse de parasıylaydı. Yani bugünden farksız değildi. Ama kolay değil su medeniyetinin emekçileri dedik ya doğruydu. Çünkü yaya olan sakalar her seferinde sırtlarında 45-50 litre su alan kırbalarla (torbalarla) satış yaparlardı. Atlı sakalarda ise sıradan olanlar olduğu gibi çoğunlukla atları ve su fıçıları ve tulumları süslü olurdu. Çok süslü atlarının sırtlarına yükledikleri "saka meşki" denilen keçi veya öküz derisinden yapılan tulumlara sularını doldurur, atın kuyruğuna doğru uzun bir hortum kırbanın ağzına bağlanır ve ucuna da musluk takarlardı. Dönemi içerisinde epey gösterişli idiler. Şimdikilerle mukayese edildiğinde ancak bu renklilik Sulukule sucusunda rastlanır.

Her mesleğin bir pîri olduğu gidi Sakalarında piri Selman-ı Kûftu. Ticari amaç içerisinde olan Saka’lar dışında Allah rızası için hizmet veren Sakalarda mevcut bulunmaktaydı. Halk arasında bunlara Derviş Sakaları denirdi. Sadece sevap kazanmak maksadıyla atlı veya yaya olarak su dağıtan bu Saka’lar ellerindeki şifa tasları suyu ikram ederler veya fakir hanelere su taşırlardı. Bir nevi dönemin nefis terbiyesi idi. Yaz-kış bu şekilde hizmet eden Sakaların parasal olarak çalışanı da, dervişi de uzun zahmetler çekmekteydi. En itibarlı Sakalar ise Divanı hümayunda hizmet eden sakalardı ki onlara Sim Sakaları denirdi. Sim ifadesi gümüş manasına gelmekteydi. Sim Sakaları, gümüş kaplarla taşıdıkları sularla Hırka-i Şerif Dairesi’nin taşlığını yıkarlardı. Bab’üssaade Ağası’nın emrindeki Sim Sakaları bu şerefli görevden ayrı Divan toplantılarında Sadrazamın gelmesini beklerken diğer devlet erkânına yazın buzlu şerbetler, kış ise kokulu macunlar ikram ederlerdi. Sim Sakaların ve diğer Sakaların başı olan Saka Başı ki, bu divan toplantılarında Sadrazamın gelişini yüksek sesle bağırarak divan halkını haberdar etmek görevi idi. Sakalar Ocağı Sultanahmed’de Ayasofya Camii civarında olup, ayrıca, Topkapı Sarayında, Birinci avluda Aya İrine Kilisesi ile Bâb-ı Hümayun arasında bir merkez binaları (eski ifade ile odaları) vardı.

Çeşmelerden ve memba sularından hanelere su taşıyan sakaların su aldıkları çeşmeler ile de pek çok sorunlar yaşadığı da olmuştur. Bu sebeple Sakaların hangi çeşmelerden su alacakları belli kurallara bağlı olup, ayrıca hangi çeşmeden kaç sakanın su alacağı belirlenmişti. Bir nevi haksız rekabet ortamına izin verilmemişti. Çeşme yaptırarak vakfedenler sakaların kendi çeşmelerinden su alıp satmalarını istemiyorsa bunu çeşmenin vakfiyesine veya çeşmenin üzerindeki kitabeye yazdırmaktaydılar. İzin verilmeyen çeşmelerden sakalar asla su alamazlardı. Sakaların su aldıkları çeşmelere de halk arasında Saka Çeşmeleri denilmekteydi.

Sakaların su almasına izin verilmeyen çeşmelerden biri, Su Nazırı El-hac Ahmed Galip Paşa’nın yaptırdığı çeşmedir. Hicri; 1306, miladi; 1888 tarihli bu çeşme, Edirnekapı’da Sulukule’ye inen yolda kale duvarı bitişiğinde yer alır. Üç satırlık kitabesinde fukara ahalinin ihtiyacına mahsus olmak ve sakalara asla müsaade olunmamak kaydıyla yaptırıldığı yazılıdır. Bir diğer çeşmede, Kasımpaşa’da Cami-i Kebir Mahallesi’nde, Medrese Sokağı’nda bulunun Cezayirli Gazi Hasan Paşa Çeşmesi’dir. Bugün mevcut olmayan cephesinde yazılı kitabede “Bermuceb-i vakfiye bu çeşmede saka çalışmayacaktır” ibaresi İstanbul Çeşmeleri mütehassısı İbrahim Hilmi Tanışık tarafından tespit edilmiştir. Yine Kasımpaşa’da bugünkü yerine taşınmış olan Bedrettin Mahallesi’nde, Tali Sokağında bir parkın içindeki Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi HasanPaşa’nın yaptırdığı bir diğer çeşme de “Bermûcîb-i vakfiye bu çeşmede saka gediği yoktur” ibaresi bugün “Bu çeşmede saka çalışmayacaktır” haline getirilmiştir. Halen Saraçhane’yi Aksaray’a bağlayan kadim Horhor Caddesi eteğinde yer alan Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a ihya ettirilerek Kanuni Sultan Süleyman Vakfı’na dâhil edilmiş olan Horhor Çeşmesi Saka Çeşmelerinden biri idi. Taşçılık şaheseri olan bu su tesisi yeniçeri ortasının adeta imtiyaz ve kazanç kapısı olmuş. Yeniçerilerce (sakalarca) tam bir bölük gelir kapısı halinde Vakayı Hayriye’ye kadar kullanılmıştır. Önünde bekleyen yeniçerilerden bahşiş karşılığında su alınabilirdi. Zira duvara kazınmış üç servi bedava su temin edilemeyeceğini anlatmaya yetiyordu. Orta sakalarının devamlı su çektiği çeşme günümüzde tüm ihtişamı ile durmaktadır. Halen çeşme üzerinde sert cisimle kazıma suretiyle yazılmış saka isimleri Mevcudiyetini korumaktadır.

Süleyman Faruk Göncüoğlu

Kültür dergisi, Sayı: 

YORUM EKLE