Söz konusu beyanname;
Şevketlü Sultan Mehmed Vahideddin Efendimiz Hazretleri’nin Beyannâme-i Hümayunları'dır diye başlayıp şöyle devam etmektedir:
“Bismillahi’r-rahmâni’r-rahîm,
Bidayet-i işti’alinde devletimizin iştirakine katiyen rıza göstermediğim ve bütün müddet-i devamınca elimde bulunan bilcümle vesaitle tahribat ve mazarratını tahdide çalıştığım Harb-i Umumi’nin avâkıb-ı vahimesi tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda biraderimin (Sultan Reşad) vefat-ı müessifi vukua gelerek Kanun-i Esasi-i Osmanî’nin bahşettiği hakka istinaden ve ehlu’l-hâl ve’l-akdin biat-ı umumiyyesiyle makam-ı hilafet ve saltanata câlis olmuştum. O günler göz önüne getirilirse makam-ı hükümdarîyi kabul eylediğim zaman beni karşılayan müşkilatın derece-i ehemmiyet ve azameti takdir olunur. Bilahare cephelerimizin birbirini müteakip sükût etmesiyle sabit olduğu üzere hiçbir ümid-i galebeye makrûn olmayan harb-i hâilin temadisi ve usul-i meşrutiyeti ilan ve tatbik ettirmek nikâbı altında 324’ten (1908) beri re’s-i idaremize yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki erkânından müfrit ve müteneffiz kısmının harpten bi’l-istifade dâhil-i memlekette revaç verdiği yağma, ihtikâr ve anlaşılmayan maksatlarla bir bir ikâ ettikleri gûna-gûn yangınlar sebebiyle payitahttan müntehâ-yı hududa kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekte ve üsâre-i hayatiyyesi hevlengiz bir surette heder olup gitmekte idi. Bu fecayi karşısında tevcih-i mesai edilecek hedef ve gaye bittabii sulh ve müsalemetin iadesinden başka bir şey olamazdı. Bu maksadın temini için de hiçbir terâhî tevciz edilmemiş ve mümkün olan her çareye tevessül olunmuştur. Fakat harbin devamından müteneffi olmakla beraber memleketimizde daima daire-i hukuk ve salahiyetini tecavüze alışmış olan o zamanın hükümeti ile yine o hükümet-i mütehakkimenin etrafında tesis eylediği şebeke-i ihanet, mesaimin semeredâr olmasına hâil olarak münferiden müzakerat-ı sulhiyyeye girişmekle elde edilecek menafi ve şerait-i müsaideye ve muhterem milletin hûn-ı mazlumunu bila-sebep heder olmaktan vikayeye imkân-ı vusul bırakmadı ve harp, bütün dehşet-i tahripkârânesiyle meş’um mütarekenâmesini[1] imla mecburiyeti hâsıl oluncaya kadar devam eyledi. Bu mütarekenin akdine memur murahhasların, elyevm Ankara’daki Heyet-i Vekile Reisi Rauf Bey’in taht-ı riyasetinde bulunduğu herkesin hatır-nişanıdır.
Asayiş meselesi vesile ittihaz olunarak lüzum görülen herhangi bir mahallin işgali hak ve salahiyetini Düvel-i İtilafiyye’ye bahş eden madde-i mahsusasıyla Adana, Musul, Antalya, İstanbul, İzmir işgalleri gibi sonraki bütün felaketlerin menşe ve masdarı bulunan mezkûr mütarekenâmenin akd ü imzası, mağlubiyet ve mecburiyet ikasıyla vuku bulmuş olduğu hâlde bilahare İzmir işgali dolayısıyla beni ithama cüret edenlerin nokta-i nazarına göre mezkûr işgallere istinatgah olan Mondros Mütarekenâmesi’ni akde bilfiil iştirak eden Rauf ve diğer rüesa-yı âliyyenin mesul ve müttehem olması lazım gelir. Zira gerek bu mütarekenin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün mesailde Kanun-i Esasi mucibince mesuliyetten müstesna olan makam-ı hükümdarı için hükümet-i mes’ulenin maruzatını tasdik lüzumu gibi gayrikabil-i itiraz bir sebep bulunduğu hâlde kendi imla ve imza ettiği mütarekenin tatbiki demek olan felaketlere karşı bilahare muhalefette ön-ayak olan Rauf Bey için hiçbir mazeret mevcut değildir.
İşte taht-ı Osmanî’ye cülûsumdan sonra ilk mühim hatve-i siyasiyyeyi teşkil eyleyen mütarekeye kadar cereyan eden hadisat karşısında benim vaziyetim budur.
Sultan Vahideddin’in yayınladığı beyannâmenin ilk ve son kısımları
Mütarekeden sonra ittihaz ettiğim meslek ise geri alınması mümkün olmayacak bir hatve atmaktan ihtiraz ile beraber bir taraftan dâhilde makul ve mutedil ıslahat ve icraata germî vermek, bir taraftan da hariçte teşebbüsat-ı siyasiyeye devam eylemek suretiyle aleyhimizdeki gayz-ı umumiyenin bertaraf olunacağı müsait zamanlara intizar edebilmek için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir işgali hadisesinin karşısında ittihaz ve takip ettiğim meslek ve gaye de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu işgal, düvel-i selâse-i muazzamanın kâfi ve nâgehanî kararına istinat etmekte olduğu gibi vakanın bize tebliği de doğrudan doğruya düvel-i selâse-i müşaru’n-ileyha tarafından vuku bulduğu cihetle düvel-i muazzama meselesi şeklinde tecelli etmiş idi. Hadisenin Yunan meselesi hâline tahavvülü Yunanistan’daki vaziyet-i siyasiyenin tebeddülü ile düvel-i muazzama-i müşaru’n-ileyhanın ittifakına halel târî olduktan sonra husule geldi. Ondan evvel bu mesele, büyük ve galip devletlerce müttefikan ittihaz olunmuş bir karar-ı kâfinin tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki gayz-ı umumiyenin zevaline intizaren teşebbüsat-ı siyasiye ile iktifa mesleğini tercih ettirmekte olduğu gibi işgalin muvakkat mahiyeti haiz olması da meslek-i mezkûru müeyyet görünüyordu. Mesele, Yunan meselesi hâlini aldıktan sonra harpte mağlup olmamak şartıyla mukavemete ben de taraftar idim ve nitekim bu his ile kuvâ-yı milliyeye mütemayil birtakım kabineleri de mevki-i iktidara getirdim.[2]
Tıpkı İzmir hadisesi gibi ‘Sevr Muahedesi’ne ait teklif-i düveli de Yunanistan’da vaziyet-i siyasiyenin tebeddülünden ve devletlerin aleyhimizdeki ittifak-ı şedidine halel târî olmadan mukaddem olarak hiçbir noktasında tadil teklifine müsaade edilmeyerek yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya reddine mütedair tazyikât ve tehdidâtı ihtiva ettiği cihetle, gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben ‘Sevr Muahedesi’ni kesb-i katiyet etmiş addolunacak surette tasdik etmedim. Meselenin katiyet kesbetmesi, Meclis-i Mebusan’ın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf olduğunu ve hak ve adaletle telif olunamayacak surette gayritabii olan böyle bir muahedenin devam ve tekerrür edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hulûlüne kadar vakit kazanmak tarikinde devam ile muahedenin hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.
Mondros Mütarekesi, İzmir Hadisesi, ‘Sevr Muahedesi’ gibi müstesna bir nokta-i nazarla telakki ettiğim vekâyiden sonra gelen mesailde, daima icabat-ı meşrutiyete tevfik-i hareket eyledim ve bu sebeple muhtelif kabinelerin muhtelif, belki mütehalif ictihadlarına riayet ettim. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilahare devlet-i metbûasını tanımadığı cihetle tenkili için kuvve-i askeriye şevkine lüzum gösteren kabinelere mümâşaatımda, hükümet-i mes’ule ile makam-ı hükümdarînin münasebet-i mütekâbilesine ait icabat-ı meşrutiyetten ayrılmamak arzusu ve bazı esbâb-ı zaruriye-i siyasiye âmil olmuştur.”
Böyle bugün için anlaşılması güç bir dille devam eden beyannâmede, Sultan Vahideddin, yurt dışına çıkışına temasla diyor ki:
“Bu ayrılığım, bilhassa Harb-i Umumi’den sonra kendi ef ’alinin hesabını vermek mevkiinde bulunanlara karşı ef ’alimin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp müdafaa ve hakk-ı kelâmdan memnu bir hâlde hayatımı göz göre göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i ilâhinin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden içtinap eylemek ve hem de ‘el-Firâru mimmâ la-yutâk min süneni’l mürselîn’ fetva-yı şerifi üzere müekkil-i zîşanımın hicret-i nebeviyyelerine ait olan sünnet-i seniyyeye ittiba etmekten ibarettir.”
Yurt dışına çıkışını böyle “hicret’le izah eden Sultan Vahideddin, uzun beyannâmesinde, hakkındaki iddiaları cevaplandırmakta ve şöyle tamamlamaktadır:
“Misafir olduğum bilad-ı mukaddese-i Arabiyye’nin hükümdar-ı âli-tebârı ile ahali-i necibesi taraflarından gerek benim hakkımda ve gerek vatancüdâ diğer hemşerilerim hakkında gösterilen âsâr-ı mihman-nevâzî-yi şükrü mahmidetle yâd ettiğim gibi haiz oldukları asalet-i mümtâze ve mutahharaya muvafık bir suretle hareket eden müşaru’n-ileyh celaletu’l-melik hazretleriyle aile-i muhteremeleri erkânının teâlî-i şan u şereflerini ve bu sayede bilad-ı mukaddese-i Arabiyye’nin ve sekene-i necibesinin tarihe ziynet veren mazileriyle layık oldukları inkişaf-ı mes’uda mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.
İstanbul’dan müfredatımdan sonra bu ilk beyanımdır.
Ve’s selamu alâ men-ittebe’a’l hüdâ!”
Muhammed Vahideddin bin es-Sultan Abdülmecid Han
Kaynak: Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Cilt 9, Sayfa: 85-90
Dipnot:
[1] Mondros Mütarekesi
[2] Görüldüğü gibi beyannâmenin dili çok ağırdır. Refik Halid Karay, bu hususa temasla hatıratında der ki: “Şimdi yapılacak en doğru iş, -lisan itibarıyla güçlükle okunup manasını kavramakta epey zorluk çektiğimiz- şu beyannâme hakkında söylenecekleri tarihe bırakmaktır. Ancak tarih inceleyici ilim adamları için bir vazife var. Beyannâme kimin kaleminden çıkmıştır? Bunu meydana koymak, eski padişahla birlikte Hicaz’a kimlerin gittiğini belirttikten sonra yazılış tarzına bakarak o adamların birini seçmektir. Fikrimce bu, daha ziyade resmî kitabete tamamıyla vâkıf bir zatın eseridir. Araya o kitabete pek uygun düşmeyen cümleler karıştırılmışsa da umumi hitabı değiştirilmemiştir. Tarihçi olmadığıma göre ben bu işin ehli değilim, vaktimi de öldüremem. Ancak padişaha yoldaşlık edenler arasında Rıza Tevfik merhumun da bulunduğunu biliyorum amma üslup onunki değil. Zaten hasbıhallerinde filozof, Hicaz seyahatini -hatta lüzumsuz noktalara kadar- birçok kere anlattığı, tekrarladığı hâlde bizlere böyle bir beyannâmeden bahsetmedi. Böyle olduğuna göre Rıza Tevfik’in rolü ya hiç yoktur yahut pek siliktir. (...)
Tarih bir taraflı olmakta devam edemez. Uzun zaman yaptığımız hep öyle idi; tek taraftan bakıyorduk, bakmakla da kalmıyor, tek tarafı tutuyorduk, öte tarafa sadece atıp tutuyorduk. Bugün tarafsız görmemize ve düşünmemize elverişli bir devreye eriştiğimiz, yıllar aştığımız, ciddi manasıyla tarihe girmek çağında bulunduğumuz için her noktayı aydınlatacak vesikaları ortaya koyabiliriz. Vahideddin de bir şeyler düşünmüş ve yapmış, söylüyor, dinleriz; bunların tarihe geçmesini de yine tarih namına isteriz.”