Refik Halid Karay'ın eserlerinde eski-yeni çatışması

Refik Halid Karay’ın 18 hikâyeden oluşan Memleket Hikâyeleri kitabı Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin tarafından çok beğenilir. Öyle ki Refik Halid Karay’ı 'İstanbul Türkçesini en iyi kullanan yazar' olarak seçerler.

Refik Halid Karay'ın eserlerinde eski-yeni çatışması

Edebiyatımızın önemli kalemlerinden biri olan Refik Halid Karay, 1888 yılında Beylerbeyi’nde dünyaya geldi. Eğitim hayatını Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i Hukuk’ta tamamladı. Mezun olduktan sonra Maliye Nezareti Devair-i Merkez Kalemi’nde kâtip olarak çalışmaya başladı. Yazdığı hiciv yazılarıyla dikkat çeken Karay, Fecri Âti topluluğunun kurucularından biridir.

Kirpimahlasıyla yazdığı yazılar yüzünden İttihat ve Terakki üyeleri tarafından Anadolu’ya beş yıl boyunca sürgüne yollandı. İstanbul’a 1. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru gelen Karay, Robert Koleji’nde öğretmenlik yapmaya ve Sabah gazetesinin başyazarı olarak çalışmaya başlar. Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yaptığı dönemlerde Aydede isimli mizah dergisini çıkartır ve sonrasında Halep’e yerleşir. Orada yayımlandığı Vahdet isimli gazetedeki yazılarında Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması konusuna destek verir. Başlıca eserleri: İstanbul’un İçyüzü, Sürgün, Anahtar, Bu Bizim Hayatımız, Nilgün, Yeraltında Dünya Var, Dişi Örümcek, Bugünün Saraylısı, Karlı Dağdaki Ateş, Memleket Hikâyeleri, Gurbet Hikâyeleri, Kirpinin Dedikleri, Üç Nesil Üç Hayat, Tanıdıklarım, Guguklu Saat yer alır.

Fecr-i Âti topluluğu

Fecr sözcüğü “Şafak vakti, güneş doğmadan önceki vakit”, Âti ise “Gelecek” anlamına gelir. “Fecr-i Âti” ise “Geleceğin şafağı, yarının geleceği” anlamına denk düşer.

Bu grup Ahmet Haşim, Refik Halid Karay, Celal Sahir Erozan, Emin Bülent Serdaroğlu, Mehmet Fuat, Tahsin Nahit Erozan, Faik Ali Ozansoy, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fazıl Ahmet Aykaç, Müfit Ratip, Şahabettin Süleyman gibi isimlerden oluşmuştur.

Fecr-i Âti edebiyatımızda ilk edebi bildiriyi yayımlayan topluluk olarak şöhret bulmuştur. Servet-i Fünûn edebiyatına tepki olarak ortaya çıkmalarına rağmen şiirlerde onların edebi özelliklerini devam ettirirler. Topluluk aynı zamanda “Edebiyat-ı Cedide” ile milli edebiyat ekolü arasında bir köprü görevi görmüştür.

Memleket Hikâyeleri

Refik Halid Karay’ın 18 hikâyeden oluşan bu kitabı, Anadolu’daki yaşamı konu alır. Dönemin sosyal yaşamını ve insanların psikolojilerini okuyucularına aktarır. Karay, hikâyelerinde insanların birbirine yardım etmeleri ve korumaları gerektiğini vurgular:

“Artık âdet etmişlerdi, işi en evvel biten öbürünün kalemine uğrar, sonra odacı ile tüccar Şakir Efendi’ye haber gönderirler, hep birleşip konuşa konuşa Rum mahallesinde yerli ahalinin Yalı dedikleri aşağı çarşıya, Balıkpazarı’na inerlerdi. Kasabanın her tarafından gelen elleri sepetli, sırtları zembilli, karnı acıkmış, aceleci bir halk, önüne gelen tezgâha eğilerek rasgeldiği balığa kavrayıp koklayarak her dükkâncıdan fiyat sorarak uzun uzun, zevkli zevkli dolaşırken balık kızartan bakkalların mangalları etrafa iştah verici duman yayardı. Sabahtan beri iyice karnı doyurmaya vakit bulamadan çalışan üç arkadaşta sokağın havası, unutulmaz bir iştiha bastırılmaz bir açlık adeta midelerine ezaya yakın bir derin eziklik veriyordu.”

Bu kitabı Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin tarafından çok beğenilir. Öyle ki Ziya Gökalp ile Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay’ı “İstanbul Türkçesini en iyi kullanan yazar” olarak seçerler.

“Vehbi Efendi bu ufak kazanın Düyun-u Umumiye idaresinde kantar kâtibiydi. Lakin bir türlü yerli ahaliye mahsus kisveyi üzerinden atamamış bir türlü memur kılığını alamamıştı. Şal yeleğinin içinde yarı gizli kocaman bir kuşağı, aba poturu altında da beyaz yün çoraplarını meydanda bırakan ökçekleri basık yemenileri vardı. Bunların üzerine de vaktiyle siyah olması lazım gelen havı dökülmüş soluk bir redigot geçirdi. Durgun, bön, ürkek bir adamdı. Kaleminde matbu kâğıtları doldurmaktan başka elinden bir iş gelmez, sorulmadıkça kendiliğinden konuştuğu görülmezdi. Duma ile bayram günleri ya balık acı için Karasu kenarına inen yahut buz gibi kaynaklarda karpuz çatlatmak üzere kiraz yaylarına çıkan arkadaşına katılmaz.”

İstanbul’un Bir Yüzü

Refik Halid Karay İstanbul’un Bir Yüzü kitabında Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’un ve İstanbulluların sosyal yaşantılarını mercek altına alıyor. Bu dönemde yaşanan eski-yeni çatışmasını ve insanların sosyal yaşamlarını karakterler üzerinden çıkarımlarla işliyor. Karay’ın romanını diğerlerinden farklı kılan özelliği ise bir günlük şeklinde tutulmasıdır. Kitabın karakteri İsmet’in günlüklerinden oluşan roman, karakter üzerinden toplumun sosyal yaşantısını ve yaşadığı burhanları anlatır. İsmet, İstanbul’un tanınmış isimleri olan Fikri Paşa’nın evlatlık olarak baktığı bir kızdır.

“İşte İstanbul’u dolduran şahısları sergüzeştlerinden birçok numune… Ben gördüğümü ve bildiğimi olduğu gibi hiç değiştirmeden süslemeden hayalimden bir şey ilave etmeyerek yazdım. O kadar muhtelif simalar ve maceralar topladım ki şimdi benim bu tasvirlerimi okuyanlar yolda rasgeldikleri bir çevre veya kulaktan kulağa işittikleri bir vaka karşısında zannederim ki bir aşinalık duyacaklardır.

Filvaki daha bildiğim ve haber aldığım ne sergüzeştler ne vakalar var; İstanbul’un çizemediğim daha ne kadar sahneleri, kendine has ne kadar başka şekilleri mevcut… Fakat öyle bir biri ardına soluksuz ve istirahatsız yazmakla eserime fazla bir karşılık vermekten, kitabı dar bir bavul gibi tıka basa doldurmuş bulunmaktan çekindim. Hem bazı meşhur sergüzeştler vardır ki üzerlerinden biraz zaman geçmedikten sonra yazılırsa lezzetsiz olur.”

Gördüğü ve gözlemlediği her şeyi günlüğüne yazan İsmet, Fikri Paşa’nın iyi ve kibar bir insan olduğunu, insanları kırmamak ve üzmemek için özen gösterdiğini günlüğüne yazar. O, yardıma muhtaç herkese yardım etmeye çalışan birisidir. Herkese “siz” diye hitap eder ve hep Türk halk müziği dinler. Kitabın kötü karakteri Kâni Bey ise, çıkarcı ve harp zengini olmuş birisidir. Fikri Paşa’nın tam zıt karakteri olan Kâni Bey, sonradan görmedir ve etrafındaki hiçbir şeyi beğenmez. Hep eski ile yeni karşılaştırması yapar. Refik Halid Karay, bu romanında İstanbul kültürü ile yetişmiş insanların iyiliksever ve kibar olduklarını vurgulayarak bazı insanların eski-yeni çatışması içerisinde kendi kültüründen uzaklaştığını söyler.

“Kâni’nin ısrarına dayanamadım, geçen gün Büyükada’ya Şâyan’ı görmeye gittim, zaten merak da ediyordum, servet zamanı dillere destan olan şu dünkü ahretliği yakından seyretmek kaçılır fırsat değildi. Herkes biliyor. Birkaç ayda unvansız, memuriyetsiz kendilerini koca zengin Ada’ya tanıtabilmişler, bir isimlerini söylemek kâfi geliyor. Biraz alınarak, arabaya her zaman binmek mutadı olanlara mahsus vaziyette oturdum. Eşya hep ağır gösterişli… Yan salona girdik, hemen baş tarafa geçtim, oturdum. Alt kattan ve üst kattan birçok sesler geliyordu, evde bir telaş vardı, bir misafir yahut bir ziyafet hazırlığı, hatta daha fazlası daha ehemmiyetli ve daha telaşlı… Bu hal hiç hoşuma gitmedi.”

Sürgün

Bu roman hayatı boyunca sürgünler yaşayan Refik Halid Karay’ı anlayabilmek adına büyük önem taşır. Kitap, bir komutanıyla haklı olduğu halde, tartıştığı için Suriye’ye sürülen Yüzbaşı Hilmi Efendi’nin orada yaşadıklarını ve ailesine duyduğu özlemi işler. Hilmi Efendi, Beyrut’a geldiği ilk günlerde çok büyük bir yalnızlık ve hasret çeker. Bir gün eski arkadaşı Çopur Apti ile tesadüfen karşılaşır. Onunla beraber gazoz satıcılığına başlar. Arkadaşının siyasi konulara girmesinden rahatsızlık duyan Hilmi Bey, yanından ayrılmaya karar verir.

“Günün birinde Hilmi Efendi İstanbul’dan mektup aldı: Sıhhatte imişler; şöyle, böyle, satıp savıp şimdilik geçiniyorlarmış; yol harçlığını tedarik edebilseler ana kız hemen Beyrut’a geleceklermiş. Acaba dikiş dikerek, fanila örerek, el işleri yaparak hep beraber yaşayabilmek mümkün olmaz mıymış?

Şair Kenan mektubun bu cümlesini okurken bir ağlama tutturdu; katıla, katıla, boğula, boğula, ara sıra başını havaya dikip ulurcasına ağlıyordu. Sinirleri o kadar zayıflamıştı ki hem gözlerinden yaş, iri, sert, fasılasız tanelerle biteviye dökülüyor, hem elleri kâğıda tutmayacak derecede titriyor, vücudu da zehir yutturulmuş sokak köpeklerini hatırlatan kasılışlarla yer yer sarsılıyordu. Hilmi Efendi, o gün mektubu ve şairi düşünerek isteksiz dolaştı. Hatta bir aralık gazoz arabasını gümrük önünde deniz kenarına çekti.”

Eşiyle sürekli mektuplaşan Hilmi Bey, bir gün eşinden kızıyla ilgili aldığı mektup sonrası ülkeye geri dönmek için bürokrat arkadaşlarından yardım ister. O esnada arkadaşı İrfan ise Halep’te kendisine uygun bir iş arıyordur. İrfan, Halep’te Nevber isimli bir Türk kızına âşık olur. Fakat Nevher aslında Hilmi Bey’in kızı Seher’dir.

“Gece yarısına doğru, çalgılı bahçeler kapanırken Halep caddelerini yeniden, akşam vaktindekini andıran bir kalabalık basardı. İnsan, kafileleri bir törene gider gibi acele acele yollara dökülür, arabalar birbirini kovalar, tatlıcı ve kebapçı dükkânları, ışık içinde müşteri ile dolardı. Ancak bir saat kadar süren bir hareket ve uğultudan sonra ürkütücü bir sessizlik, tenhalık ve karanlık… İşte İrfan’ı getiren otomobil bu sırada şehre girdi. Sekiz, on kilometre uzaktaki bir tepecikten Halep’in seyrekleşmiş ışıklarını görünce, İrfan, çölde günlerce şaşkın ve susuz kalıp nihayet bir kuyu kenarına yaklaşmışların sevincini duydu; hayata kavuşmuş gibi oldu.”

İrfan âşık olduğun kızın Nevber, yani Hilmi Bey’in kızı Seher olduğunu anlayınca Halep’ten kaçmaya karar verir. Hilmi Bey ise her şeyden habersiz İrfan’ı arar. O esnada arkadaş grubu Hilmi Bey’i Nevber’in görmeye götürür. Nevber, evinden kaçtıktan sonra şarkıcı olmuştur. Kızını sahnede şarkı söylerken gören Hilmi Bey yere yığılarak hayatını kaybeder.

Aydede

Kitapta Aydede mizah dergisinin 1922 yılına ait sayıları, Osmanlıca orijinal halleriyle günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Aynı zamanda Refik Halid’in farklı imzalarla yayımlandığı yazılar da okurlara sunulur.

Refik Halid Karay, Aydede’nin son sayısı satışa çıktığı gün, sürgüne yollanmıştır. Karay, İstanbul’dan ayrılırken derginin sorumluluğunu, yazarlarından Yusuf Ziya Ortaç’a verir.

Ancak Yusuf Ziya, dergi Refik Halid ile özleştiği için yayımlayamaz. Kapanmasından bir ay sonra Aydede’nin bir kopyası olan Akbaba’yı çıkarır. Akbaba dergisi Türk mizah tarihinin en uzun soluklu dergisi olmuştur. Refik Halid, sürgün hayatını bitirip İstanbul’a döndüğünde Akbaba dergisinin tirajları çok yüksekti.

Yaşadığı sürgün hayatı yüzünden uzun süre mizah ile ilgilenemeyen Halid, edebiyata yönelerek başta Tan dergisi olmak üzere dönemin önemli edebiyat dergi ve gazetelerinde yazılar yayımlamıştır.

Aydede dergisini canlandırmak için yaklaşık 10 yıl bekleyen Karay, 26 yıl sonra, 8 Mayıs 1948 Cumartesi günü dergiyi tekrar okurlara sunar. Fakat Aydede ikinci yayın hayatında beklenilen kitleyi yakalayamayarak, 1 Ekim 1949 tarihli 125. sayısıyla okurlarına veda eder. Çünkü Akbaba dergisi karşısında tutunamamıştır. Yaklaşık bir yıl yayınlanan dergi Cumartesi ve Çarşamba olmak üzere haftada iki gün sekiz sayfa olarak okuyucu karşısına çıkmıştır. 104. sayısından itibaren de dergi haftada bir gün on iki sayfa olarak çıkar.

“Eski ve Yeni Çatışması Refik Halit Karay” Kitabın Ortası dergisi, Temmuz 2018, sayı 16.

 

 

YORUM EKLE