Çok güzel şiirlerin var ama bir naatın yok!

Naat geleneği, Türk-İslam kültüründe mümtaz bir yere sahiptir. Her naatın bir yazılma süreci vardır ki, bunlardan Hüseyin Siret Bey'in naatının hikayesi güzel bir örnektir.. Metin Erol yazdı.

Çok güzel şiirlerin var ama bir naatın yok!

Naat geleneği, Türk-İslam kültüründe mümtaz bir yere sahiptir. Edebiyat sahası düşünüldüğünde Efendimiz’e (s.a.) yazılan naatların büyük çoğunluğu, Anadolu’nun havasıyla nefes tazelemiş nice kıymetli şairler tarafından ifade edilmiştir. Gerek Divan, gerekse Halk edebiyatımızı göz önünde tutacak olursak, Aşk-ı Muhammedi ile teması olan her şaire bir naat lütfedilmiştir. Kimi zamanlarsa edeb edilip Efendimiz (s.a.) için yazılan naatlar, O’na layık olmadığı düşünülüp naat olarak dahi isimlendirilememiştir. “Küçük naat” denmiştir söz gelimi; yahut “Bir naatın kıyısında” gezmiştir şair...

Naat yazma geleneği, Müslüman duyarlıklı şairlerin bir çoğunda, sadece geçmişte değil günümüzde de sürmektedir. Modern Türk şiirinin pek çok ismi, Efendimiz (s.a.) için naat kaleme almıştır. 1950 sonrasına şöyle bir bakacak olursak Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Turgut Uyar, İsmet Özel, Ali Ural, Celal Fedai ve daha bir çok isim naatlar sunmuşlardır okuyucuya. Aslına bakarsanız “naat yazmak” bir gelenek olmanın yanı sıra, şair için bir lütuf olmakla birlikte, Müslüman duyarlıklı pek çok şaire armağan olunan bir haldir. Şairlerin bu naatları kaleme alırlarkenki serüvenleriyse bir başka güzeldir.

İki enstantane: Şair Nabi ve Hüseyin Siret Bey

Her şiirin şairde ayrı bir sergüzeşti vardır muhakkak ancak naatın bir şairden hasıl olması hali bir başka olsa gerek. Her şeyden evvel şiir, bir halin aktarımı olarak dile gelir. Şairin şiire gebe kalma süreçleri düşünülecek olduğunda, bir naatın yazılabilmesi için gerekli olan sancılı süreç, aynı zamanda ayrı bir tattır da. Kimi zamansa bir mucize olarak hasıl olur naat. Bu açıdan bakıldığında bendenizi derinden etkileyen iki naat sergüzeşti vardır ki, gerçekten bir başka manidardır bunlar... Bekçi Bakır Yurtsever’in “Urfadan Üç Musiki Ustası” adlı albümünde gazel olarak seslendirdiği, Urfalı Şair Nabi’nin o muhteşem “Sakın Terk-i Edepten Kuyi Mahbubu Hudadır Bu” naatı ve Ömer Tuğrul İnançer’den öğrendiğimiz Hüseyin Siret Bey’in “Mi’râcım oldu cânân, rü’yâde iltifâtın/ Lûtfet cemâl-i pâkin bî-dâr iken de göster” naatı.

Ayaklarını topla

“Urfa’dan Üç Musiki Ustası” isimli Kalan Müzik’ten çıkan enfes eserde Bekçi Bakır Yurtsever, Urfalı Nabi’nin enfes naatını okumadan evvel, bu naatın hikayesini şöyle aktarıyor: “Rivayet olunur ki, devrin padişahı bir gün Urfalı Nabi Hazretleri’yle Beyt-ül Muazzam’a gidiyorlardı. Beyt-ül Muazzam’a yaklaşınca padişah Nabi Hazretleri’ni denemek için ayaklarını Beyt-ül Muazzam tarafına uzattığında, Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan Nabi Hazretleri şöyle dedi: “Sakın terk-i edepten kuyi mahbubu Hudadır bu/Nazargahı ilahidir Makam-ı Mustafa’dır bu”. Bu beyiti duyan padişah hemen ayaklarını çekti ve Nabi Hazretleri’ne şöyle dedi: “İzzetim hakkı için bu şiiri başka birinden duyarsam seni idam ettiririm”. Ve padişah sabah namazına kalktığı zaman bütün minarelerde müezzinler ilahi bir sesle şöyle haykırıyorlardı: “Sakın terk-i edepten kuyi mahbubu Hudadır Bu/Nazargah-ı ilahidir Makam-ı Mustafa’dır bu” (Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allahu Teala'nın Habibi’nin beldesidir. Burası, Hak Teala'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa'nın makamıdır.)

Gör de yaz!

Urfalı Nabi’nin naatının yanında bir de “Fecr-i Âti” edebiyatı sanatçılarından Hüseyin Siret Bey’in yazmış olduğu bir naat vardır ki o da ayrıca enfestir. Sergüzeştini Ömer Tuğrul İnançer’den öğrendiğimiz bu naat, hiç şüphesiz kültür dünyamız içerisinde yer alan naatların bir başka boyut ihtiva ettiğini de bizlere gösterir.

Bildiğiniz gibi Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati edebiyatı, edebiyatımızı farklı bir kanal olarak beslemiştir. Fecr-i Âti sanatçıları edebiyatımıza bu katkıyı, çoğunluklu olarak realizm akımı çatısı altında yapmışlardır. Hüseyin Siret Özsever, yakın dönem edebiyatımızın muhtelif akımlarından Servet-i Fünun sonrası gelen Fecr-i Âti akımında yer almış bir şairdir. Fecr-i Âti edebiyatı sanatçılarının ise çoğu realisttir. Bunlar eserlerini bedenin algılama noktaları olan beş duyu ile algılanabilen gerçeklikler ile ifa ederler, şiirleri bu şekilde vücut bulur. Tabi bunu da günümüzde realist-naturalizm altında edebsizlerin yaptığı gibi değil, edeb dahilinde yaparlar. Hüseyin Siret Özsever, epey çalkantılı ömürler geçirmiştir yaşamı boyunca ancak bu zat yaşlılığa yakın bir zamanda bir Şeyh Efendi’ye intisap etmiştir ve bir gün Büyük Ada’ya Efendi Hazretleri’yle birlikte dolaşmaya, tenezzühe çıkmışlar. Tabii tabiat güzelliği meşhur Büyük Ada’da. Hüseyin Siret Bey şiirler söylemeye başlamış. Şeyhi Fahrettin Efendi Hazretleri seslenmiş: “Siret Bey!”

“Buyrun efendim”

“Çok güzel söylüyorsun, çok da güzel eserlerin var. Ancak Rasulullah hakkında hiç şiirini görmedim.”

“Efendiciğim, ben de görmedim. Malumunuz Efendiciğim, biz Fecr-i Âti akımına müntesibiz. Gördüğümüzü yazarız. Görmediğimizi yazamayız…”

“İyi evladım. Gör de yaz o zaman!” demiş.

Vapura binmişler evlerine dönmüşler... Sabah namazı vakti tık kapı... Hüseyin Siret Bey elinde bir kağıt, hâlâ gözlerinden yaş geliyor. Bu naatı o yazmış:

“Mi’râcım oldu cânân, rü’yâde iltifâtın

Lûtfet cemâl-i pâkin bî-dâr iken de göster...”

Metin Erol, cemâl-i pâkin-i hem rü’yâda hem de bî-dâr iken görme duasıyla yazdı

YORUM EKLE