Babil Kulesi’nden gökdelenlere şehrin dili

“Eğer Babil Kulesi’nin inşası, üzerine çıkmadan mümkün olabilseydi yapılmasına izin verilebilirdi.” diyor Kafka. Zira üzerine çıkılınca kule yıkıldı. Toplum parçalandı. İnsanların dilleri ayrıştı ve bölünme yaşandı. Hasan B. Cordanoğlu, Şehir ve Düşünce dergisi için yazdı. İstifadenize sunuyoruz.

Babil Kulesi’nden gökdelenlere şehrin dili

Binaları alttan kat atarak inşa etmek mümkün müdür? Seneler önce TRT’de seyrettiğim bir belgeselde, Rize’deki bir ahşap ev ustasının binanın altına kat çıkmasından bahsediliyordu. Oldukça tehlikeli olan bu işten dolayı vali, olay yerine gidip yapılan işi gördükten sonra ustaya; “Bu işte bir kişinin bile burnu kanarsa senden hesap sorarım.” diye tembihlemişti. Ve sonrasında herhangi bir aksaklık olmadan ahşap evin altına kat çıkılmıştı.

Elbette ki bu durum bir istisnayı teşkil ediyor. Eğer böyle bir uygulamayı hayata geçirebilseydik bazı faydalar elde edebilirdik. Rize örneğinde olduğu gibi başarılı bir sonuç ortaya koyabilseydik, İstanbul’da şu an çok fazla görüntü kirliliğine sebep olan kule vinçler olmayacağı için göz zevkimiz de bozulmayabilirdi. Binaları yukarıya doğru yükselecek şekilde değil de zemine doğru ekler yaparak büyütmeyi başarabilseydik insanlar yüksek katlı inşaatlarda tehlikede olmayacaklar; dolayısıyla da iş kazaları azalacaktı. Bunlardan daha da önemlisi, böyle bir durumda en son kat en altta olacağı için binayı yapanlar gökleri fethetme vehmine kapılmadan işlerini yapmaya devam ediyor olacaktı. İnsan, yükseklerde olsa bile alçak gönüllülüğünü korumayı başarabilecek, aşağıda olmak bir kayıp ve eksiklik olarak görülmeyecekti. 

“Eğer Babil Kulesi’nin inşası, üzerine çıkmadan mümkün olabilseydi yapılmasına izin verilebilirdi.” diyor Kafka. Zira üzerine çıkılınca kule yıkıldı. Toplum parçalandı. İnsanların dilleri ayrıştı ve bölünme yaşandı. Eski Ahit’e göre tanrı, başı göklere dek uzanan bir kule yapmak isteyen insanoğluna izin vermemiştir. Çünkü bu bir meydan okumadır. Kulenin yapımına engel olmak için de insanların dillerini birbirine karıştırmıştır. Böylece büyük bir kaos yaşanmış ve kule tamamlanamamıştır. Bu durum Kitab-ı Mukaddes’te şöyle anlatılmaktadır:

“Ve bütün dünyanın dili bir, sözü birdi. Ve vaki oldu ki şarkta, göçtükleri zaman, Şinar diyarında bir ova buldular ve orada oturdular. Ve birbirlerine dediler: Gelin kerpiç yapalım ve onları iyice pişirelim. Ve onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. Ve dediler: Bütün yeryüzü üzerine dağılmayalım diye gelin kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule bina edelim ve kendimize bir nam yapalım. Ve Ademoğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Ve Rab dedi: İşte bir kavimdirler ve onların hepsinin bir dili var ve yapmaya başladıkları şey budur ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin inelim ve birbirinin dilini anlamasınlar diye onların dilini orada karıştıralım. Ve Rab onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil denildi. Çünkü Rab bütün dünyanın dilini orada karıştırdı ve Rab onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı.”

Topraktan uzaklaşıp kulelere çıkmaya çalışan insan, sonunda kendini yarı tanrı olarak görmekte ve tehdit olarak algıladığı her şeye düşman kesilmektedir.

Babil’den sonra da hep aynı şeyler oldu. İnşa ettikleri kulelerin tepelerinden aşağıya bakanlar ve kendisine nam yapmak isteyenler yüzünden kuleler yıkıldı, diller farklılaştı ve kozmos yerini kaosa bıraktı.

Bugün de toplumda Babil’dekine benzer bir durum yaşanmaktadır. Herkes fiziksel veya algısal olarak çıktığı, kendisini ait hissettiği tarafın kulesinin tepesinden diğerine seslenmektedir. Oysa tepede olmak bizatihi tehlikenin kendisidir. Parasal iklim kuşağında kuleler ardı ardına yükselirken insanlık her geçen gün fiziksel olarak yükseğe çıkarken mana dünyasında irtifa kaybetmektedir. Yukarıdakilerin, aşağıda yaşayanları görmesi mümkün olmadığından toplumdaki ahenk bozuluyor. Aşağıdakiler ve yukarıdakiler arasındaki hiyerarşi, insan ilişkilerinin de fayda, menfaat ve statü endişesi doğrultusunda şekillenmesine sebep oluyor.

Topraktan uzaklaşıp kulelere çıkmaya çalışan insan, sonunda kendini yarı tanrı olarak görmekte ve tehdit olarak algıladığı her şeye düşman kesilmektedir. “Yaralı Yüz” adlı filmi çoğumuz hatırlarız. Sıradan bir eroin kuryesiyken mafyanın basamaklarını hızla tırmanan gözü pek Kübalı bir göçmenin, yükselirken etrafındaki herkesi yok etmesi ve sonra da zirvede yalnız kalmasını anlatıyordu film. En sonunda ise yalnız kaldığı kulesinde, oraya gelirken kullandığı yöntemlerin aynısıyla ortadan kaldırmışlardı Tony Montana’yı. Geriye fiyakalı bir isimden başka bir şey kalmamıştı.

Toprakla ve tabiatla bağı zayıfladıkça kalbinin sesine de sağırlaşan insan, dünyayı güzelleştirme vazifesini unutarak mütehakkim ve açgözlü bir tavırla mekânı kontrolü altına almaya çalışır. Bu çaba, sunî mekânların içinden statik bir nazarla çevresine bakan insanı, kaçınılmaz olarak bir zevk iflasına sürükler.

Estetik tavır, “büyük olan güçlü ve güzeldir” anlayışıyla değişime uğrarken yüksekte olmak da bir iktidar nişanesi olarak kabul görmektedir. Birbirleriyle göz hizasında iletişim kuran insanların benimsedikleri ortak yaşama kültürü, yerini farklı eğlence ve tüketim anlayışlarına bırakır. Bu farklılık en bariz şekilde, bir kök salma mekânından ticarî bir metaya dönüşen evde kendisini hissettirmektedir. Toprakla ve tabiatla bağı zayıfladıkça kalbinin sesine de sağırlaşan insan, dünyayı güzelleştirme vazifesini unutarak mütehakkim ve açgözlü bir tavırla mekânı kontrolü altına almaya çalışır. Bu çaba, sunî mekânların içinden statik bir nazarla çevresine bakan insanı, kaçınılmaz olarak bir zevk iflasına sürükler.

Günümüzde kulelerin yerini alan gökdelenler şehirlerimizin en önemli gerçekleri hâline geldiler. Bu olgu birçok açıdan değerlendirmeye tâbi tutuluyor. Kimilerine göre şehir rantının bu kadar yüksek olduğu bir yerde, ufkî şehirleşme mümkün görünmediği için gökdelenleri inşa etmek bir mecburiyetken, başkalarına göre ise, göz zevkimizi ve estetiği bozan unsurlar olarak ortaya çıkmaktadırlar. Üstelik gökdelen eleştirisinin boyutlarına rağmen arz ve talep dengesinin bu yapıların lehine olacak şekilde olması yani şikâyet edildiği kadar tercih de edilmesi konuyu kısır bir tartışmaya mahkûm etmektedir.

Oysa olayın bunlardan öteye bir başka boyutu vardır ki, o da doğaya meydan okuyan bu yapıların insanlığı yoldan çıkarıyor olmaları yani ahlâk ve zihniyet dünyası açısından birey ve toplum hayatı üzerindeki olumsuz etkileridir. Sadettin Ökten’e göre; gökdelenler, önce fizikî, sonra ise ruhî ve manevî boyutları ile hayatımızda yer almaktadırlar. Hoca, gökdelenin Frenkçedeki adının “gök tırmalayan” olduğunu söyledikten sonra bunun menfî bir hâdise olduğunu, insanı yaraladığını ve gök diye tanımladığımız o muazzam realitenin bekâretini tahrip ettiğini söylemektedir. Sadettin Ökten’in bu tespiti gökdelenlerin belki de en önemli yönüne ve tehlikesine işaret etmektedir. Gökdelenleri ya da insanî ölçütlere mugayir yapıları hedef tahtasına yerleştirirken, bu yapıları tasarlayan, üreten ve kapitalist sistem içinde pazarlayan insan faktörünü göz ardı ediyoruz. Ahmet Haşim’in melâli anlamayan nesli tanımlarken kullandığı “sefil iştihâ” sıfatı, bugünün şehrini açık bir pazara dönüştüren açgözlü öznenin içine düştüğü bataklığın da sebebidir. Şehrin dilini anlamayan ve sadece kendi doyumsuz arzularına mesken yapmaya çalışan insanın en büyük zararı kendisine verdiği bu ortamda, yeni kelimelerle bir şehir fikri inşa etmeye ihtiyacı var. Gökyüzüne bakmayı unutan, bakmak istediğinde de beton yığınlarının ardında çaresizce ışığın sızacağı bir delik arayan modern kent insanı, toprağa mensup olduğunu hatırladığı takdirde gökdelenlerle ifadesini bulan mütehakkim dilden kurtulmayı başarabilir.

Mekân ve kimlik arasında doğrudan doğruya bir ilişki vardır. Karşılıklı bu ilişkide hem mekân kimliği hem de kimlik mekânı oluşturmakta, etkilemekte ve taşımaktadır. Göğü tırmalayan bir mimari yapının nasıl bir kimlik meydana getireceğini düşünme[1]den girişilen inşa ile bir imar faaliyetinin gerçekleştiği söylenemez.

İmar olmayınca da ahalinin kalbi abad olamamaktadır. Oysa hüner, göğü tırmalamak değil, ahalinin kalbini abad edecek bir şehir inşa etmektedir.

Göğü tırmalayan bir mimari yapının nasıl bir kimlik meydana getireceğini düşünmeden girişilen inşa ile bir imar faaliyetinin gerçekleştiği söylenemez. İmar olmayınca da ahalinin kalbi abad olamamaktadır. Oysa hüner, göğü tırmalamak değil, ahalinin kalbini abad edecek bir şehir inşa etmektedir.

Hüner bir şehr bünyad etmektir; Reâyâ kalbin abad etmektir. Kalplerin şenlenmesi, huzur bulması için ise Allah’la birlikte olmak gerekir. Halil İbrahim Düzenli’nin Şehir ve Düşünce Dergisi’nin ilk sayısındaki ideal şehri tarif ettiği yazısında şu satırlar yer almaktadır:

“Umut edilen odur ki, gündemde olan İstanbul’un yeni şehir projelerinde Cansever’in “yeni şehirler”ine de yer vardır. Ya da şunlara imkân verici ideal şehirlere: Huş der-dem, Nazar ber-kadem, Sefer der-vatan, Halvet der-encümen, Yâd-kerd, Bâz-geşt, Nigâh-daşt, Yâddaşt, Vukûf-i Zamâni, Vukûf-û Adedi, Vukûf-i Kalbî.”

Şehre atfedilen bu sıfatlara bakıldığında insanlar arasındaki duygusal yakınlık, birlik ve beraberlik duygularını pekiştiren bir hayat tarzının hükümferma olduğu şehirler, mesken yani sükûnet bulunan yer olarak kabul edilebilir. Zira bu anlamda mesken vasfı taşımayan bir yerde insanın ruhen nefes alması oldukça zordur. Bu sebeple, mekânın itibarını tayin eden vasıflar, fiziksel konumundan ziyade insanın fıtratı, inancı ve değer dünyasıyla ne ölçüde uyumlu olduğuyla yakından alâkalıdır.

Rivayet odur ki bir gün postacı, merhum Osman Yüksel Serdengeçti’ye bir mektup getirir. Zarfın üzerinde, adresten önce; “Osman Yüksel Serdengeçti’nin Âli Makamlarına” yazmaktadır. Postacı Ankara’da çok katlı bir binanın önüne gelip yukarıya bakmış ve Serdengeçti’nin dairesinin en üst katta olduğunu düşünmüştür. Mektubu bırakmak için giriş kapısının ziline bastığında kapıyı kapıcı açar ve postacıyı karşılar. Postacı da mektubun zarfını göstererek sahibinin hangi dairede oturduğunu sorar. Kapıcı bulundukları yerden aşağıyı, yani bodrum katı işaret eder. Postacı tekrar zarfın üzerindeki “âli makam” ibaresine bakar ve aşağıya inip kapıyı çalar. Osman Yüksel Serdengeçti kapıyı açıp zarfı alır ve teşekkür ederek kapıyı kapatacaktır ki postacı merakına yenik düşerek “Bir şey sorabilir miyim efendim?” der. Serdengeçti de durup sormasını söyleyince; “Efendim zarfın üzerinde ‘âli makamları’ yazıyor ama siz bodrum katta oturuyorsunuz. Ne iştir bu? Bu işte bir terslik yok mu?” diye sorar. Serdengeçti tebessüm ederek; “Bak evladım, burası sokak seviyesinden tam bir mezar boyu aşağıdadır. İnsan fıtratına en uygun yer ve dolayısıyla en âli makam burasıdır.” der.

İnsan fıtratı gereği, yer seviyesinde, toprakla hemhâl olmayı ister. Çünkü topraktan yaratılmış ve yine toprağa dönecektir. Toprağa yakın oldukça huzur bulur ve fıtrat kodlarına bağlı kalır. Oradan uzaklaşınca ise yolunu şaşırır, dili bozulur. Çünkü kule inşa etmek başta tabiat olaylarına ve yer çekimine bir nevi meydan okumadır. Kendisini tanrı ilan eden Firavun’un, veziri Hâmân’a talimat verip bir kule yapmasını emretmesi bu meydan okumanın ifadesidir. Firavun, “Ey seçkinler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Mûsâ’nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum.” dedi.

İnsan fıtratı gereği, yer seviyesinde olmayı ister. Çünkü topraktan yaratılmış ve yine toprağa dönecektir. Toprağa yakın oldukça huzur bulur ve fıtrat kodlarına bağlı kalır. Oradan uzaklaşınca ise yolunu şaşırır, dili bozulur.

Kulenin tepesine çıkıp da orada tanrıyı göremeyen insan bir müddet sonra kendini tanrı gibi hissetmeye başladı ve bu onun bütün düşünce ve eylem dünyasına yansıyarak davranışlarını belirledi.

Birkaç sene önce bir haber oku[1]muştum. Genç bir iş adamı, trafik ihlâli yaptığı için kendisini durdurup, cezai uygulama yapmak isteyen polise; “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben gökdelenin tepesinde oturuyorum, sen ise ancak altından geçebilirsin.” demişti. Yaşadığı gökdelenin tepesinden etrafa bakıp tanrıyı göremeyen bu kişi, kendini tanrı ilan etmişti:

“Sen de kim oluyorsun?”

Bu dil Allah’ın bizim için yaratmış olduğu muhteşem kozmosu bozup ortaya kaosu çıkarttı. Tıpkı Babil Kulesi inşaatında olduğu gibi.

YORUM EKLE