Asırlardan 15. yüzyıl, mevsimlerden bahar ve bir İstanbul sabahı. Günün ilk ışıklarıyla birlikte dükkânlar açılıyor. İşyerlerinin önünü süpüren çıraklara tebessümle bakan usta, “herkes kapısının önünü süpürürse şehir tertemiz olur” diyor. Baharla birlikte vakit kaybetmeden topraktan başını çıkaran sümbüller, lâleler meydanı süslüyor. Bahar dalları yapraklarını beklemeden çiçeğe durmuşlar. Öğle yemeği için erkence alışverişi çıkmış, zarif ipek feraceleri içindeki kadınlar, masal kadar renkli, hikâye kadar gerçek.
Bereket ve huzurun hâkim olduğu bu şehrin padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han. Cesur bir komutan, zeki bir devlet adamı, mahir bir kuyumcu ve “Muhibbi” mahlasıyla şiirler yazan 2779 adet gazel ile hacimli bir divan sahibi bir şair idi. Divan şiirindeki en fazla gazel rekoru ona aittir. Kanunî Sultan Süleyman Han, devleti adaletle yönetmiş, yeni kanunlar çıkararak hak sahiplerine hakkını vermiş, ülkenin sınırlarını genişletmiş ve bu arada da dünya genelinde haksızlıkların önüne geçmiş ve Muhteşem Süleyman unvanını almıştır. Saraya kurdurduğu kütüphanenin yanında halkın eğitimini düşünerek her yerde kütüphanelerin açılmasını sağlamıştır. 30 Ağustos 1520 de tahta çıktıktan birkaç hafta sonra ziyarete gelen Venedik elçisi Bartelemeo Contari genç sultanı şöyle anlatır.
“O yirmi beş yaşında, uzun fakat sırım gibi ve kibar görünüşlü. Boynu ince çok uzun, yüzü ince, burnu kartal gagası gibi kıvrık. Gölge gibi bıyık ve küçük sakalı var. Bunlara rağmen hoş çehreli. Derisi solgunluğa meyilli. Çalışmaya düşkün, bilgili, mahir bir efendi olacağı söylenir. Bütün insanlar onun hükümdarlığında iyilik umut ediyor.”
Seher vakti, bir vakit bahçede ötüşen bülbülleri dinlemiş ve divanına yeni birkaç gazel eklemişti. Hava aydınlanınca balkona çıktı. Tomurcuklanan gülleri, çiçeklenmiş ağaçları temaşa ederek derin bir nefes aldı. Uzun uzun denizi seyretti. Denizde yol alan yelkenliler beyaz kuğulara benziyordu. Sonra yine gözleri bahçeye yöneldi. Günlük işlerine başlamadan önce biraz yürüyüş yapma düşüncesi ile aşağıya indi. Yüzünde tebessüm dilinde beyitler ile baharın güzelliğini temaşa ederken, birdenbire durdu. Sararmaya başlamış bir ağacın yanına yaklaşınca meseleyi hemen anladı. Ağacı karıncalar istila etmişti. Öyle az değil, ordular halinde ağacın gövdesinden dallarına doğru yürüyorlardı. Bu kez padişahı bir düşüncedir aldı. Ağaçların gövdesine kireç sürülmesi gerektiğini biliyordu, ama bu sırada çok sayıda karınca kırılacaktı. Peygamber Hazreti Süleyman kıssasını düşündü ve mana Sultanı Hazreti Yunus’un beytini tekrarladı: “Süleyman’a yol kesen şol bir karınca imiş”. Derhal kaleme sarılarak meseleyi Ebu Suud Efendi’ye havale etti;
“Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?”
Ebu Suud Efendi Sultan’dan gelen suale tebessüm etti ve şairane bir üslup ile cevapladı;
“Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca”
Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri, bir yandan İran’da çıkan sorunlarla uğraşıyor, bir yandan da Avrupa’daki dengeleri korumak için gayret ediyordu. Macaristan’ın bir bölümü Türk topraklarına katılmıştı. Kalan bölümü için endişeli olan Habsburg Hanedanı huzursuz idi. Çünkü Kanuni’nin orada durmayacağını biliyorlardı. Avusturya İmparatoru Ferdinand İstanbul’a barış talep ederek bir elçi gönderir. Ogier Ghilain de Busbecq, Hollanda asıllı asil bir ailenin çocuğudur. Reformların ve rönesansın toplumsal hayata yerleştiği bir dönemde hümanist bir insan olarak yetişir. Zooloji, botanik ve dilbilimine kadar pek çok alanda bilgi ve ilgi sahibidir. Türkçe de dâhil sekiz dil bildiği söyleniyor. 1554 yılında İstanbul’a gelir. Sultan Süleyman Han’ın evlat hasreti ile içinin yandığı zamanlardır.
“Gözlerimden akadursun durmasın yaşım benim
Ya ne için saklarım şimden geri başım benim”
Busbecq mektubunun ilerleyen bölümlerinde bu konuyu genişçe ele alır.
İlk gelişinde bir buçuk yıl İstanbul da kalır ancak sonuç elde edemez ve ülkesine geri döner. 1556 yılında yarım kalan işini tamamlamak için tekrar Osmanlı Ülkesine geri döner. Bu kez yanında Flaman ressam Melchior Lorichs de vardır. Busbecq insanların yaşam biçimlerini, devlet yönetimini, ilişkileri derinlemesine inceler. Dikkatli bir gözlemcidir. Gördüklerini, duyduklarını diplomat arkadaşı Nicholas Michault’a yazdığı mektuplarında anlatır. Bu mektuplar daha sonraları kitap olarak basılır ve çok ilgi görür. Türk yaşam tarzına hayret ve hayranlıkla bakan yazar, kendi hayatlarını da eleştirmekten geri kalmaz. Lakin Türkler için sık sık yabanî, sıkıcı ve cahil sözcüklerini de kullanır.
Kitabı yazarın dilinden iktibas ederek bir yabancının gözünden zamana tanıklık edelim.
“Bazen bir Türk hanında kaldım. Bunlar çok geniş ve ayrı ayrı yatak odaları olan gösterişli yapılar. Hıristiyan, Yahudi, fakir, zengin hiç kimse buradan geri çevrilmiyor, kapısı herkese açık. Paşalar ve sancak beyleri yolculukları sırasında buraları kullanırlarmış. Türk hanlarında her zaman bir saltanat sarayındaymışım gibi misafirperverlikle karşılandım. Bu hanlarda konaklayanlara yemek verilmesi âdettir. Yemek zamanı bir hizmetkâr masa kadar kocaman bir tepsi ile çıkagelir. Tepsinin ortasında bir tabak etli bulgur, etrafında ekmekler ile bazen de bir petek bal olur.”
“Türklerin imaret ettiği hanlarda kalırken duvarlardaki çatlaklara sokulmuş kâğıt parçaları dikkatimi çekti. Sordum, söylemediler. Sonraları Türklerle yakınlaştıkça öğrendim ki, üzerine Tanrı’nın adı yazılabildiği için kâğıda çok saygı duyarlarmış. Bu nedenle kâğıt parçalarının yerlerde sürünmesini istemezler, çiğnenmesin diye alıp bir deliğe sokarlarmış.”
“İstanbul’a yaklaşırken denizin iki kolu üzerindeki köprülerden geçtik. Toprak işlenmiş ve sanat doğaya biraz daha el atmış olsa bu yörenin güzelliği başka hiçbir yerde bulunmaz sanırım. Bugünkü haliyle topraklar kaderinden, ihmale uğramış olmaktan ve yabani sahiplerinin onu hor görmesinden dolayı matem tutuyor gibiydi.”
“Türkler batıl itikatlara öylesine bağlılar ki, farkında olmadan kutsal kitapları olan Kur’an’ın üstüne oturmak bile büyük suç. Bir de gül yapraklarının yere dökülmesini hiçbir zaman hoş görmezler. İnançlarına göre gül Muhammed’in terinden yetişmiştir.”
“Türkler yiyecek konusunda o kadar sade ve yemek yeme zevkinden öyle uzak ki, ekmek, tuz, biraz sarımsak veya soğan, bir de adına yoğurt dedikleri bir çeşit mayalanmış sütten başka bir şey istemezler.”
“Anlattıkları hikâyeler oldukça eğlendirici ve gülünç. Hızır Büyük İskender’in arkadaşlarından biriymiş. Türklerin kronoloji ve tarihler hakkında hiçbir fikri yok. Tarihteki olayları fevkalade birbirine karıştırıyorlar.”
“Süleyman’ın üzerimde bıraktığı intibaı merak edersiniz sanırım. Yılların ağırlığını hissetmeye başlamış olmasına rağmen davranışındaki asalet ve genel dış görünüşü böyle uçsuz bucaksız bir imparatorluğun hükümdarına yakışır seviyede. Her zaman tasarruftan yana ve kendine hâkim. Dinin ve geleneklerin katı bir muhafızı; onlara bağlılığı topraklarını genişletmek arzusundan aşağı değil. Yaşına göre –neredeyse 60’a yaklaşmakta- sağlığı yerinde."
“Seyisler atlara müşfik davranıyorlar. Tayların sevgisini onları okşayarak kazanıyorlar. Sonuçta atlar insana büyük sevgi duyuyor. Aman Tanrım, bizim usullerimiz ne kadar da farklı. Ahırlarımızda görevli adamlar atlarına bağırmazlar ve böğürlerine vurmazlarsa tesirli olamayacaklarını sanırlar. Sonuçta hayvanlar korkuyla titrer ve seyisler ne zaman ahıra girse onlardan ürküp nefret ederler."
“Türkler içinde bulunduğu şartlara karşı, büyük bir sabır, uyanıklık ve tasarrufla katlanırlar. Seferde verilen alışılagelmiş yemeği beğenmeyen, özenle pişirilmiş zarif yiyecekler bekleyen bizim askerimizden ne kadar da farklı. Eğer arzuları yerine getirilmezse başkaldırıp kendi kendilerinin mahvına sebep olurlar. İstedikleri verilse bile yine kendilerini aynı şekilde perişan ederler. Çünkü her insanın baş düşmanı kendisidir ve aşırı olmaktan daha amansız bir hasmı yoktur. Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum.”
“Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz, subaylar para canlısı. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olanda şu; düşman zafere alışkın biz yenilgiye.”
“Sanatı ve bilimi keşfeden bu topraklar, bizlere devrettiği medeniyeti geri almamız için bu yabaniliğe karşı bizden yardım bekliyor. Ama Hristiyanlığı sahiplenenlerin akıllarında başka istekler hâkim. Türklerin Rumlara hükmetmek için uyguladığı elim şartlar, bizlerin kölesi olduğumuz lükse düşkünlük, oburluk, gurur, ihtiras, para hırsı, nefret, haset gibi ahlâk bozukluğundan daha kötü değil. Kalplerimiz bunlarla öyle yüklü, öyle boğulmuş ki, semaya bakamıyor, hiçbir yüce düşünceyi barındırmıyor ve hiçbir başarıyı gaye edinemiyor. Dinimizin ve vazife anlayışımızın bizi acı çeken kardeşlerimize yardım için koşmaya zorlaması gerekirdi. Hâlbuki bizler okyanuslarda Hindistan’ı ve Antipodları (Avustralya ve Yeni Zelanda) arıyoruz. Çünkü oralardaki yağma ve ganimet daha değerli. Tek damla kan dökmeden cahil ve saf yerlilerden onların zararına ele geçirilebiliyor. Din bahanedir, gerçek gaye altındır.”
“Türkler, meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı’nın lütfu kısmense aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler, kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselemiyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyor ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her geçen gün genişletiyorlar. Bizde ise meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır.”
“Bizler onların giyim tarzına nasıl şaşırıyorsak, bizim kıyafetlerimiz de Türkleri hayrete düşürüyordu. Ayak bileğine kadar inen kaftanlar giyiyorlar. Bunlar kişiyi daha heybetli göstermekle kalmıyor, endamını da arttırıyor. Öte yandan bizim elbiselerimiz o kadar kısa ve dar ki vücudun, saklı kalması daha uygun olacak hatlarını ortaya çıkarıyor. Giyene yaraşması şöyle dursun şu ya da bu nedenle insanın boyunu kısaltıp bodur gösteriyor.”
“Türkler bütün hayvanlara, özellikle kuşlara çok şefkatli davranırlar.”
“Türkler her işe dua ile başlar.”
“Akıl almayacak mesafelere ok atabiliyorlar.”
“Ordugâhta sükûnet ve sessizlik hüküm sürüyordu. İşte askeri disiplin ve ecdatlarından devraldıkları geleneklerin tesiri bu kadar güçlü olabiliyor. Türklerin cezasız bıraktığı hiçbir suç yoktur. Türkler cezaya olağanüstü tahammül gösterirler.”
“Türklerin vebaya karşı kayıtsız kalmalarını ve bu hastalıktan korunmalarını engelleyen bir düşünceye sahipler. İnsanın ne zaman ve ne şekilde öleceğinin Tanrı tarafından alınlarına yazılmış olduğuna inanıyorlar.”
Busbecq sekiz yıllık barış antlaşması kabul edilince, maiyeti ile birlikte ülkesine döner. Yanında pek çok el yazması eser, değişik hayvan ve bitki türleri ve lâle soğanı götürür. Yetiştirilen lâleler öyle çok beğenilir ki, resimden mimariye birçok alanda lâle motifleri kullanılır. Tulipamania denilen bir tür çılgınlığa kapılırlar. Bazı lâle soğanlarının bir ev fiyatına satıldığı söyleniyor. Yaşadıkları bu lâle devrinde Osmanlı geleneklerini, kıyafetlerini de kullanmaya başlıyorlar. Kadınların dışarı çıkarken başlarını örttükleri, erkeklerin kaftan ve fes giydikleri anlatılıyor. Hatta bu giysiler ile resimlerini yaptırmışlar. Birçok kahvehane açılmış.
Busbecq, İstanbul’da bulunduğu süre zarfında en çok Türk ordusunu gözlemliyor. Askerin cesaretini, ordunun disiplinini saygı ve hayranlıkla anlatıyor. Lâkin bu arada açık aradığı da belli. Türk askerinin ateşli silahlardan korktuğunu, kullanmak istemediklerini keşfediyor. Kısacası Busbecq görevini hakkıyla yapıyor. Avrupa Osmanlı’dan ithal ettiği medeniyetin sadece kabuğu ile kendi medeniyetini inşa etti. Yüz yıl sonra bu kez Osmanlı lâle devri yaşayacak ve o dönemde ekilmek üzere Hollanda’dan lâle soğanı ithal edecekti.
Zamanının en büyük devletine hükümdarlık eden Kanuni Sultan Süleyman bir cihan hükümdarından beklenmeyecek bir tevazuya ve inceliğe sahiptir. Aşk ve muhabbetle yazılan gazelleri, dünyaya düzen verirken gönlünü de imar ettiğini, cephede savaşırken nefsi ile cengi de ihmal etmediğini gösteriyor. Selam olsun hala gönlümüzün sultanı olan padişahımıza.
Sanmayın sinem, kanlı yaşımdan kırmızı oldu benim
Gönlün alevidir şimdi, dışımdan görünen benim
Su içinde boğulur isem şaşılır mı nilüfer gibi
Dalga vurup derya oldu yaşım, aştı başımdan benim
Saflar dizdi kirpiğim, kan olup arada aktı gitti
Ürktüler aşk sahipleri, aşk savaşımdan benim.
Kimisi ar’ar dedi yârin kaddine kimisi Elif
Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif.
Nursema Maraşî
Ah ah yanmamak elde değil.
Bu adamın bu satırları yazdığı zamanlardan sonra işler yavaş yavaş tam tersine döndü:
"Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz, subaylar para canlısı. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olanda şu; düşman zafere alışkın biz yenilgiye."
Böyleyken yozlaştıkça yozlaştık, içten çürüyen bir meyve gibi kurt yedi kalbimizi beynimizi vicdanımızı.. 'Bize ne olduysa azar azar oldu' :
"Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler, kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselemiyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyor ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her geçen gün genişletiyorlar. Bizde ise meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır."
Kendilerini ve dünyanın kanını emen vahşiliklerini de anlattığı bu satırlar arasında sanki şu anki bize hitap eden satırlar da var, vah ki ne vah...:
"Dinimizin ve vazife anlayışımızın bizi acı çeken kardeşlerimize yardım için koşmaya zorlaması gerekirdi. Hâlbuki bizler okyanuslarda Hindistan’ı ve Antipodları (Avustralya ve Yeni Zelanda) arıyoruz. Çünkü oralardaki yağma ve ganimet daha değerli. Tek damla kan dökmeden cahil ve saf yerlilerden onların zararına ele geçirilebiliyor. Din bahanedir, gerçek gaye altındır."
Gelecek nesilleri sağlam yetiştiremezsek bu gidişat son bulmadığı gibi geri dönüşü olmayan noktalara kadar gider Allah korusun...