Kolera Günlerinde Aşk kitap özeti

"19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş sürecinden Güney Amerika’nın atmosferine ışık tutuyor roman. Her ne kadar büyülü bir aşkın hikâyesine kendimizi kaptırsak da Marquez’in ustalığı neticesinde arka planda yaşananlara da şahit oluyoruz. Kolera Günlerinde Aşk, lirik büyülerle beslenen bir hayatın hiç sonlanmayacak destanı." Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özeti ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

Kolera Günlerinde Aşk kitap özeti

Kolera Günlerinde Aşk kitap özetiGiriş

Kolera Günlerinde Aşk”, Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in 1985 yılında yayımlanan romanıdır. 1927 yılında Kolombiya’da dünyaya gelen yazar, edebiyat dünyasına kazandırdığı eserlerle dünyada kalıcı iz bırakan isimler arasında en üst sıralarda kendine yer edinmiştir. Yazarın en öne çıkan yapıtlarından birisi olan bu roman, son dönem ürünlerindendir.

Yarım yüzyıllık bir aşk, kolera salgını, iç savaş. Marquez, bu romanında kolera salgını ve iç savaşı arka plana yerleştirerek insanlığın evrensel kavramlarından biri olan aşkı anlatıyor. Bekleyişlerin, dönemlerin, sevginin romanı olan Kolera Günlerinde Aşk; içerdiği büyülü dünyayla bizi elli üç yıl, yedi ay ve on bir günlük bir hikâyeye davet ediyor.

Kitap özetinden bölümler:

Yıllardır Beklenen Ölüm

Odaya girdiğinde acıbadem kokusunun ona mutsuz aşkları hatırlattığının farkına vardı Doktor Juvenal Urbino. Satrançtaki en yufka kalpli arkadaşı, siyanürün eşliğinde göçmüştü dünyadan. Ölüyü, yerde, battaniyeye sarılı hâlde buldu. İçeride ölümün kuvvetini hatırlatacak derecede ışık vardı. Kendisinden önce bir komiserle genç bir tıp öğrencisi gelmişti oraya. Ölüyü bu hâle sokan onlardı. Ölü sanki bir gece önce gördüğü adamdan elli yaş yaşlıydı. Doktor ömrü boyunca sadece bir kez yaptığı şeyi yaptı, acıyla ona baktı.

Otopsi yapmaya gerek olmadığına karar verdi. Odadaki siyanür buharları kendilerini ele veriyorlardı. Gazetecilere onun doğal ölümle dünyadan ayrıldığını söylemelerini buyurdu yakınındakilere. Eğer gerekirse bu konuda valiyle konuşurdu. Saatine baktı, Yedinci Pazar ayinini kaçırmak üzere olduğunu fark etti. Ama çalışma odasında gözüne takılan satranç tahtasını inceleme arzusuna engel olamadı. Sonra yazı masasının üstündeki zarf takıldı gözüne. Zarfı yırtıp içindeki on bir sayfalık mektubu incelemeye başladı. Daha ilk paragrafı sonlandırdığında ayini kaçırdığını anladı. Mektubu katlayıp ceketinin cebine koydu.

Doktor Urbino, ilk savaş senelerinin geride kalmasının ardından eşine rastlanmamış bir saygınlık kazanmıştı eyalette. Hekimliğinin yanında Tıp Okulu’nda genel klinik derslerine giriyordu. Ölüm anının eşiğine dek sürdürmüştü bu işini. Sekseninde bile kolera salgınının ardından döndüğü Paris canlılığını yaşatıyordu. Derslerin yanında kent işlerini, sanatsal ve toplumsal buluşları da yakından takip ederdi. Kitap okur, çevredekilerin yegâne eğlencesi papağanına Fransızca öğretirdi. Tüm ilaçların esasen birer zehir olduğunu, yiyeceklerin yüzde yetmişinin de onlara katıldığını savunuyordu. Ulusal satranç turnuvalarıyla uğraşmış, o sıralar rakibi Jeremiah de Saint Amour’u tanımıştı. Pazarları onun için hep diğer günlerden farklı olur, katedraldeki ayine katılırdı. O pazar günü ise arkadaşının ölüm yıl dönümü olacaktı artık. Cebinde mektupla arabaya atlayıp arkadaşının karısının evine vardı. Orada karısının her şeyden haberdar olduğunu, arkadaşının atmış yaşına girdiği gün kendini öldürmek istediğini öğrendi.

Körfezin öte yanında yer alan Urbino’nun evi âdeta başka bir çağın atmosferindeydi. Çevredekilere göre onun derin tutkusuna dayanıyordu bu ev. Urbino için evin kitaplığı gizli bir tapınak gibiydi, hiçbir yerde takınmadığı titizliği orada gösterirdi. Elinde bulunan üç bin kitabı titizlikle yerleştirmişti. En az yirmi yıldır orada yaşıyordu, tam olarak kaç yıldır orada yaşadığını bilen ise yoktu. Fransızca şarkılar dinlettiği papağanı karısıyla ikisinin tek hayvanlarıydı. Papağanın ünü o kadar fazlaydı ki deniz aşırı diyarlardan bile onu ziyaret etmeye gelenler oluyordu. Papağan bir keresinde ellerinden kaçıp bahçedeki kiraz ağacının tepesine konmuş, “Yaşasın Liberal Parti!” diye bağırmaya başlamıştı. Ne yapsalar onu susturamadıkları gibi aşağıya da indirememişlerdi. Doktor Urbino, son çare olarak itfaiyeyi çağırmıştı.

Fermina Daza kocasının kıyafetlerini hazırlamıştı. Yaklaşık olarak beş yıldır kendi başına giyinemediği için ona yardım ediyordu. Kimi sabahlar banyodaki sabun meselesi yüzünden tartışmaya başlarlardı. Büyük felaketlerden korunmanın günlük mutsuzluklardan kaçmaktan daha basit olduğunu bilseler, yaşam ikisi için de daha iyi olurdu kuşkusuz. Bir keresinde sabundan çıkan mesele, kentin başpiskoposuna değin gelmişti. Urbino, hazırlanan giysileri giyindi ve karısıyla birlikte cenazeyi görmeye geçtiler. O gün ilk defa bir ölüye baktı Urbino. Sanki ölüm de ona bakıyor gibiydi. Cenazenin gömülmesine daha vardı, öğle uykusuna yatabilirdi doktor, bu yüzden eve döndüler. Vakit kaybetmeden yatağına girdi.

Uyandığında karısı tekrardan kılık değiştirmesi gerektiğini hatırlattı. Cenazeye gitme düşüncesi bu yüzden canını sıkıyordu. Dışarıdan papağanının sesini işitti. Pencereden baktığında onun kiraz ağacında olduğunu gördü. Aşağıya indi, merdiven vasıtasıyla ağaca tırmandı. Papağanı yakaladı fakat onu elinden bırakmak zorunda kaldı. Çünkü merdiven bir anda altından kayıvermişti. Karısı gürültünün etkisiyle dışarıya çıktı. Doktor ona son kez sonsuzluğa değin sürecek olan bakışını attı. “Sana karşı olan sevgimi yalnızca Tanrı bilebilir.” diyebildi. Ölümün onu kaygılandıran tek tarafı, Fermina Daza’nın onsuz devam etmek zorunda kalacağı yaşamıydı.

Doktorun ölümünün ardından üç günlük yas ilan edildi kentte. Onun evi ölümün egemenliği altına girdi, değerli eşyalar güvenli yerlere kaldırıldı. Fermina Daza, kocasının korktuğu kadar umarsız davranmadı. Yüzüğünü kocasının parmağına taktı, “Çok yakın vakitte görüşeceğiz.” dedi. Cenaze kaldırıldı; cenaze kaldırıldıktan sonra kalanlar arasında Florentino Ariza da vardı. Fermina’ya ona aşkını açmak için yarım yüz yıldır beklediğini söyledi. “Defol, bir daha gözüme görünme.” dedi ona Fermina. Gece hıçkıra hıçkıra ağlayarak uyudu. Hıçkırırken ölen kocasından çok Florentino’yu düşündüğünün farkına vardı.

İlk Mektup

Florentino Ariza, senelerdir Fermina Daza’yı bir anlığına bile aklından çıkaramamıştı. O ünlü armatör Don Pio Beşinci Loayza’nın tek evladıydı. Babası o daha on yaşındayken göçmüştü dünyadan. Annesiyle birlikte yaşamına devam etmiş, geçim sıkıntısı yüzünden okulu bırakıp postanede memur olarak işe başlamıştı. Henüz daha delikanlılığının ilk çağlarında, on sekiz yaşındaydı Fermina Daza’yı tanıdığında. O zamanlar çevresindeki kızların gözdesiydi üstelik. Onu ilk kez babasının evine telgraf götürdüğünde gördü ve masumluğu o gün sona erdi. Kıza attığı rastgele bakış yüzyıl sürecek bir aşkın başlangıcı oldu.

İlk zamanlar kızla ilgili öğrenebildiği tek şey, babasının kolera salgının ardından buraya yerleşmiş olduğuydu. Bir de halası vardı kızın evde, annesi öldüğü için o büyütüyordu kızı. Henüz on üç yaşında olan Fermina, hiçbir şeyden habersiz yaşamına devam ediyordu. Tüm gününü evde kalmış halasıyla geçiriyor, okula gitmenin dışında tek başına dışarı adım atmasına izin verilmiyordu. Florentino, merakına engel olamıyor, bu kızın gizlerle dolu yaşamını çözmek istiyordu. Çareyi konuyu annesine açmakta buldu. Annesi ilk olarak halayı kazanması gerektiğini söyledi ona.

Eline kalemini alıp ertesi haftaya değin yetmiş sayfalık bir aşk mektubu çıkardı ortaya. Kızın evinin önüne dikildi. Fermina’yla halası dışarıda oturmaktaydılar. Halası bir anlığına içeri girdiğinde kızın karşısına dikilip tek dileğinin vereceği mektubun kabul edilmesi olduğunu söyledi. Her bir satırını ezberlediği yetmiş sayfalık mektubu getirmekten son anda vazgeçmişti. Yarım sayfalık mektubu kıza uzattı. Kız kabul etmedi ilk başta ama sonra halasının göreceğinden çekinip cebine attı mektubu. “Şimdi uzaklaşın. Ben çağırıncaya değin de bir daha buraya ayak basmayın.” dedi.

O günden sonraki günleri sancılar içinde bekleyerek geçirdi delikanlı. Bir ay geçti ama mektubuna bir yanıt gelmedi. Kendisini tutamadı, kızın evine gidip halayla kızın karşılarına dikildi. Ne olacaksa olsundu, haladan kızla konuşmak için müsaade istedi. Hala, şaşkınlık içinden söylene söylene içeriye geçti. “Mektuba cevap vermemek görgü kurallarına aykırıdır.” dedi Florentino. Kız, içine düştüğü labirentten çıkamayacağını anladı ve en kısa zamanda cevabını bildireceğini söyledi. Sözünde de durdu, o ayın sonuna doğru gönderdi yanıtını. Genç adam gelen mektubu harf harf okudu. O sene çılgın bir sevdanın ilk senesiydi.

O günü takip eden iki yıl boyunca aralıksız mektuplaştılar. En sonunda delikanlı, genç kıza tek paragrafla evlenme teklifini iletti. Kız şaşırdı, kararsız bir şekilde halasına danıştı. Halası, “evet” demesi gerektiği söyledi çünkü “hayır” derse bir ömür boyu bundan pişmanlık duyacaktı. Bunun üzerine yanıtı karaladı Fermina: “Bana patlıcan yedirmeme sözünü tutabilirseniz ömrümü sizinle geçirebilirim.” Fakat önce ortaokulu tamamlaması, ondan sonra da babasının onayını alması gerekecekti.

Nişanlanmalarını planladıkları güne dört ay kala Lorenza Daza, postanenin kapısına dayanıp delikanlıyı konuşmak için dışarıya çağırdı. Evde kızının aşk mektuplarına rastlamış, âdeta bir kaplana dönmüştü. Kızının peşini bırakmasını, eğer bırakmazsa onu vurmak zorunda kalacağını bildirdi Florentino’ya. “En onurlu ölüm, aşk uğruna olandır.” dedi delikanlı. Bu aşkı önleyemeyeceğini anlayan baba, hemen o hafta içinde kızını uzak yerlere doğru seyahate çıkardı. Florentino onların izini bulmaya çalıştı, bir yandan da batık hazinenin peşine düştü. Ama ne kızla görüşebildi ne de batık hazineyi derinliklerden çıkarabildi.

Fermina Daza, ait olduğu yere on yedi yaşın bastığında geri dönebildi ancak. Onun geldiği ilk gün Florentino, ona hoş geldin dileklerini iletmenin tasasına düştü. Neyse ki aradığı fırsat önüne çıktı, kız alışveriş için kenti dolaşmaya çıktı o gün. Florentino, sıcak bir heyecanla onun ardına takıldı. Kız, seyyar satıcıların bulunduğu yerin içine girdiğinde kulağına bir ses geldi. “Burası prenseslere göre bir yer değil.” Arkasına döndüğünde kendisine gülümseyen Florentino’yu gördü. “Zavallı delikanlı.” diye geçirdi içinden. “Her şey sona erdi.” dedi. O gün öğleden sonra da her şeyin bir yanılgıdan ibaret olduğunu bildirdiği mektubu delikanlıya gönderdi. Mektubu okuduktan sonra delirmenin eşiğine gelen Florentino, onunla konuşmak istedi. Fakat uzun seneler boyunca onunla tek başına konuşamadı hiç; ta ki elli bir yıl sonraya değin.

Kentten Uzakta

Yirmi sekiz yaşında olan Doktor Juvenal Urbino, kızların kentteki gözdesi konumundaydı. Uzun yıllar Paris’te eğitim alıp dönmüştü kente. Karayip Nisanı’nı hiçbir şeye değişmeyeceğini düşünüyordu. Kızlar aralarında kuralar çekerek onu baştan çıkarmaya çalışırlar, o ise bu oyunlarla başa çıkabilirdi; ta ki Fermina Daza’nın büyüsüne kapılıncaya değin.

Babası altı yıl evvel Asya kolerası sırasında göçmüştü dünyadan. Annesi ve iki kız kardeşiyle birlikte devam ediyordu yaşama. Karayiplerin ve ailesinin kendisine Tanrı tarafından lütfedildiğini düşünüyordu. Bu yüzden Paris dönüşü kollarını sıvadı. Önce diplomalarını babasının odasına astı. Ardından kentin sorunlarına kulak vermeye koyuldu. Kolera salgınından dolayı iki haftada mezarlıklar insanlarla dolup taşmıştı. Bu salgın insanlar arasından hiçbir fark gözetmiyor, yakaladığının peşini bırakmıyordu.

Fermina Daza’yı kentteki kolera belirtileri olan hastaları incelerken tanıdı ilkin. Bir rica üzerine onun evine gitti, onu muayene etti. Kızı ilk gördüğünde hiç heyecan duymadı ama evden ayrıldıktan sonra onu aklından çıkaramadı. İlerleyen günlerde görüşmek istediğini bildirdiği bir mektup kaleme alıp Fermina’ya gönderdi. Kız mektubu açtığında içinden şunu geçirdi: “Zavallı adam!” Ardından bu sözü bir yılı aşkın zaman önce söylediği anı anımsadı. Florentino ondan ne kadar da uzaktı şimdi. İlerleyen günlerde birkaç mektup daha geldi doktordan. Ama o yanıt vermeyi hiç düşünmedi.

Fermina Daza, kendini ait hissetmediği dünyada yapayalnızdı. Babasının dünyasıydı bu; iş adamlarının, yalnız adamların dünyası. Onu yaşama iten Noel dolayısıyla onları ziyarete gelen kuzini Hildebranda oldu. Onunla birlikte Noel gecesi katedraldeki ayine gittiler. Florentino hakkında konuştular, Doktor Urbino’ya rastladılar.

Bu sıralarda Florentino kentten uzaktaydı. Villa de Leyva’da bir telgrafçılık işi çıkmıştı karşısına. Karayip Irmak Şirketi’nin gemisiyle nehir üzerinde sürdürüyordu işini. Nehrin üzerinde rüzgâr estiği zaman Fermina geliyordu aklına. Unutmaya çalışıyor, Liberallerle Muhafazakârlar arasında çıkan iç savaştan dolayı alınan yoğun güvenlik eylemleri eşliğinde işini sürdürmeye çalışıyordu. Yolculuk sırasında karşısına çıkan Rosalba ile gönül eğlendirdiği oldu. Ama bir türlü silemedi zihninden Fermina’yı. Sonunda kendi kentine, Calle de Las Ventanas’a dönmeye karar verdi. Telgrafçılık işinin canı cehennemeydi. Fermina Daza’nın kentinden bir daha uzaklaşmayacaktı. Kente girdiğinde onun kokusunu hissetti. Çok geçmeden de kızın balayı için Avrupa’da olduğunu öğrendi.

Yaşamı allak bullak olmuştu, nasıl devam edeceğini bilmiyordu hayata. Derken savaş sırasında bir gece Nazeret’in dul karısı sığındı evlerine. Annesi bu fırsattan yararlanarak dulu onun odasına gönderdi. Florentino’nun ilk yatak aşkı oldu bu. Dul için de kendisi için de yaşama yeniden atılma vesilesiydi. Altı ay süren bu delice aşktan sonra Fermina’yı tamamen aklından çıkarmış gibiydi. Ta ki onu bir pazar günü ayin çıkışı görünceye değin. Fermina altı aylık gebeydi, kocası da yanı başındaydı. Florentina öfke ya da kıskançlık duymadı. Sadece kendisi sanki yeryüzü üzerinde hiçbir kadına layık değil gibiydi.

Fermina ve Urbino gösterişli bir düğünle evlenmişler, ardından Avrupa’ya doğru yola çıkmışlardı. Fermina, bu yolculuk sırasında yitirmişti masumiyetini. İlk geceler çekimser davranmıştı, ilk kez bir adamla baş başa bulunuyordu. Sonra ise kendini kocasının kollarına bırakmıştı. İlk başta ikisi de birbirlerine âşık olup olmadıklarını bilmiyorlardı. Şimdiyse Fermina, karnındaki bebekle birlikte kendini dünyanın en mutlu kadını olarak görüyordu. Kente döndüğünde ilk olarak seyahatinin nasıl geçtiğini sordular ona. Kırık dökük konuştuğu Karayip dilinde şunu demekle yetindi: “Tam bir curcuna.”

Sonuç

“Fantastik ve gerçekçi yazımın bir arada bulunduğu hayal gücünün zengin dünyasından oluşmuş, bir kıtanın hayatı ve ihtilaflarını yansıtan, romanları ve kısa öyküleri için” gerekçesiyle 1982 yılında Nobel ödülüne layık görülür Marquez. Her ne kadar bu roman, ödülün verilişinden üç yıl sonra yayımlanmış olsa da yazarın ödülü niçin kazandığını bu romanla birlikte net bir biçimde görebiliyoruz.

Acının, bekleyişin, yaşama tutunma çabasının romanı; “Kolera Günleri’nde Aşk”. İlk görüşte aşk; babasının isteği üzerine sevgiden vazgeçip yaşam şartları daha iyi olan bir doktorla evlenen kız, bir ömür boyu aşkından vazgeçmeyen bir erkek. Birçok filme ve kitaba konu olan bu aşk üçgeni Marquez’in büyülü diliyle bambaşka bir dünya oluyor bizim için.

19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş sürecinden Güney Amerika’nın atmosferine ışık tutuyor roman. Her ne kadar büyülü bir aşkın hikâyesine kendimizi kaptırsak da Marquez’in ustalığı neticesinde arka planda yaşananlara da şahit oluyoruz. Kolera Günlerinde Aşk, lirik büyülerle beslenen bir hayatın hiç sonlanmayacak destanı.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

YORUM EKLE