Aylak Adam kitap özeti

Yusuf Atılgan, Türk edebiyatında modernizm akımının öncü yazarlarından olup romanlarında iç gözlem, bilinçaltı ve psikanalitik yöntemlere başvurarak bireylerin ruhsal durumlarını ustaca aktarır. Kişilerin kendilerine yabancılaşması, yalnızlığı ve toplumda yer edinememeleri gibi olumsuz ruh hallerini aktaran yazarın, roman kahramanları da çoğunlukla psikolojik olarak yıkıma uğramış kişilerden oluşur. Bu romandaki başkahraman C. de böyle bir karakterdir. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz başucu rehberi özelliğindeki bu kitabın özeti ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

Aylak Adam kitap özeti

Giriş

Yusuf Atılgan, Türk edebiyatının ilk modernist yazarlarındandır. Aylak Adam ise onun 1959 yılında yayınlanan ilk romanı olmuştur. Eser, Yunus Nadi Roman Ödüllerinde ikinciliğe layık görülür. Yazar romanında bilinç akışı, iç monolog, geriye dönüş ve günlük gibi tekniklerden yararlanmış ayrıca farklı anlatıcılara yer vermiştir.

Romanda, maddi açıdan sıkıntı yaşamadığından çalışmaya gerek duymayan, toplumdan ve toplumun değerlerinden uzak yaşamayı tercih etmiş, başkahraman C.’nin hikâyesi anlatılır. C., toplumun değerlerini benimsemediği gibi onların yaşam şekillerine de tepeden bakarak sıradan bulur ve zorunlu olmadığı sürece insanlarla iletişimden kaçınır. İnsanın kendine yabancılaşması, yalnızlığı ve derinliklerinde sakladığı duyguları ön plandadır. Başkahraman C.’nin çocukluğundan gelen ve karakteri üzerinde derin izler bırakan korkuları; tüm yaşamına sirayet eder. Ayrıca roman, maddi olarak yeterli bir seviyede iken, sadece sanatla ilgilenerek entelektüel bir yaşam tarzını benimseyen birinin ne kadar mutlu olabileceği sorusuna da bir cevap niteliğindedir.

Aylak Adam

Kaldırımdaki kalabalığın içinde onun da olabileceğini düşünmüştü. İçinde bir sıkıntı vardı. İleriden yan sokağa döndü. Bu sokak, bir ay evvel geçtiği ve orada iki terziden dayak yediği sokaktı. Yolda şaşı bir kadın gördü. Bu kadın, Zehra teyzesinin ona bakarken ki bakışlarını anımsatıyordu. Bir ay önce yediği o dayağa gelince aslında hiç hak etmemişti. Günlerce Beyoğlu’ndaki terzileri gezip onu dövenlerden bir iz bulmaya çalışmıştı. Haksızlığa uğradığını düşünüyordu. Yanlarındaki adama ne yapmak istedikleri umurumda bile olmamıştı. Sadece merakından oradaydı. Bunları arkadaşı Sadık’a anlattığında ona kıs kıs gülüyordu. Ama doğruydu. Bir müddet sonra yaraları iyileşince o da artık terzileri aramaktan vazgeçmişti.

Yukarı katta oturanların hizmetçisi Eleni, Rumca şarkı söylüyordu. Ayda otuz lira alır, temizlik işlerini yapardı. Evlenip mezeci dükkânı açmayı hayal ediyordu.

Çocukluğunda evlerinde sık sık hizmetçi değişir, babası hep onlarla gönül eğlendirirdi. Henüz on yaşında olmasına rağmen her şeyin farkındaydı. Oldum olası babasından iğrenirdi. O ara Eleni, oda kapısını tıkırdatıp temizliğin bittiğini haber verdi. Yatağından doğrulup Eleni’ye gidebileceğini söyledi. Giderken kadına altı, yedi lira vermiş, üstünü mezeci dükkânına sucuk alması için bahşiş olarak bırakmıştı. Ardından hazırlanıp çıktı. Nişantaşı’ndan Maçka’ya kadar tramvayla gitmiş, yoluna simit alarak devam etmişti. İlk iki katın merdivenlerini çıktı. Kapıyı açtığında orada bulunanların yüzü kendisine doğru çevrilmişti. İçeriden yağlı boya, beziryağı kokusu geliyordu. Herkese merhaba deyip, içeri girdi. İçeride Sadık dışında iki kız, sekiz erkek vardı. Sadık on öğrenciden fazla istemezdi.

Sadık, onu beş gündür görmeyince terzileri dövmekle meşgul olduğunu düşündüklerini, bir ara ise hiç olmayacak bir şey olup da acaba işe mi girdiğini zannettiklerini söylemişti. Dört gün önce bir sokak tabelasında “İki Öksüzler Sokağı” adını görünce kendi kendine iş bulmuştu. Şehirde karşılaştığı ilginç sokak isimler üstüne düşünecekti. Üç gün sonra ise işini bıraktı. Şimdi yine işsizdi.

Saat on ikiye geliyordu. Karşı evin camındaki yaşlı kadın hâlâ oradaydı. Sami, öteki diğerleri… Bir iki yıla kalmaz bunlar gider yerine yenileri gelirdi. Sadık dışında. Yirmi sekiz yaşına gelmişti. İçini geç kalmışlık duygusu kaplıyordu. Oysa dışarı çıktığında her şey eskisi gibiydi. Motor sesleri, kayıtsız insanlar, yürüyenler her şey aynıydı. Sami onu eve öğle yemeğine davet etmiş ama o gitmemişti. Oysa gitse B. ile tanışacaktı.

O gün Karaköy’de inip bir lokantada yemek yedi. Ardından sinemaya gitti. Sinema çıkışı eve gidip kitap okumayı düşündü fakat sonradan vazgeçti. Bir birahaneye girdi. İlk bardağını içti. Ardından arkada oturan aktör arkadaşı kendisini görmüş ve yanına çağırmıştı. Onu çok sevmiyordu çünkü sürekli konuşurdu. Ona ressam kızla arasının nasıl olduğunu sorunca; ayrıldıklarını ve kızı yolda başka bir erkekle gördüğünü söylemişti. Oysaki kız daha önce ona böyle bir durum olduğundan bahsetseydi her şey değişecekti. Ancak aktör arkadaşı onun bu sözüne hiç inanmamıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde aktör arkadaşı ayakta duramaz hâle geldi. Bir taksi tutup onu Parmakkapı’daki odasına bıraktı. Ardından eve geldi. Elini yüzünü yıkadı. Başı ağrıyordu. Bu arada dün gece oturma odasında kırdığı camın sabah Eleni’ye tembihlediği gibi takılmış olduğunu gördü.

Ayşe’nin Çaresizliği

O gün ayakta beklemekten çok yorulmuştu; Ayşe. Aslında ayakta durmak konusunda hiç sıkıntı yaşamazdı. Film başlamış, içeriye bir sürü insan girmişti. O da camlı kapıdan içeri girdi. Masaya oturup bir çay istemiş, ısınmaya çalışıyordu. Eğer gelirse ona suçsuzluğunu anlatacak; o gün yanındaki kişinin Selim olduğunu ve onunla aralarında bir şey olmadığını söyleyecekti. Ona suçluymuş gibi davranıp önünden geçip gidişini unutmamıştı.

Her gün öğleye doğru atölyesine giriyor, fakat bir haftadır kayda değer hiçbir iş yapmıyordu. Sürekli kulağı kapıda bekliyordu. Arkadaşı ve annesi dışında kapısını kimse çalmamıştı. Bu arada sinemadaki bekleyişi hâlâ devam ediyordu. Sanki saat ilerlemiyor, beklediği kişi bir türlü gelmiyordu. Beklediği gelse dahi ona inanacak mıydı ki! Her şey boşunaydı, gelmeyeceğini biliyordu. Ama yine de de sinemadan çıktığında ertesi gün yine gelip burada beklemeyi planlıyordu. Peki, bugün günlüğüne neler yazacaktı?

Eve geldiğinde ev ahalisi yoktu. Onu hizmetçileri karşıladı. Masadan bir defter aldı. Zaman zaman yaşadıklarını hatırlamak için bu deftere bakardı. Rasgele bir sayfa açtı. Onunla sergideki karşılaşmalarını; ilk bakışta onu nasıl zengin ve yakışıklı bir züppe olarak nitelendirdiğini, resimlerden, dinledikleri plaklardan bahsedişlerini, sonraki buluşmalarına ilişkin yazdığı notları okudu. İlk öpücüğünü ona verdiği “Tanrının İkindi Kahvaltısı” resmini, anne ve babasının başta onun aylak biri olduğu hakkındaki fikirlerinin yeterli geliri olduğunu duydukları zaman nasıl değiştiğini hep defterine not etmişti.

Arayış

Kaç gündür hasta yatıyordu. Avukatı gelmiş, her zamanki gibi kiralar, banka işlemleri, hesaplar, rakamları anlatıp durmuştu.

Hava soğuk kar yağıyordu. Atölyenin kapısını ayağıyla açtı. O, yoktu. Cebindeki şişeyi çıkarıp elinde taşıdığı kese kâğıtlarını kenara bıraktı. Bir de önündeki kapının anahtarı vardı, Ayşe vermişti. İçeriyi merak ediyor, değişiklikleri görmek istiyordu. Anahtarı kilide sokup kapıyı açtı. İçeride yağlı boya kokusu vardı. Aklındaki masaya doğru ilerledi. Eşyalar yerindeydi ama sehpanın üstü örtülmüştü. İlk kez o olmadan buradaydı. Pikabı açtı. Şişelerden birini bitirip sonra sehpaya yöneldi, örtüsünü kaldırdı. Karşısında bitmemiş bir resim vardı. Kim bilir belki o, bu resmi yaparken sarı bıyıklı oğlan yanında oturuyordu. Onu kıskanıyor, bu yüzden de kendisine çok kızıyordu. Etrafı toplayıp odadan çıktı. Kapıyı kilitledikten sonra bir de baktı ki arkasında polis duruyordu. Atölyenin arkadaşının atölyesi olduğunu, yılbaşını onun ile birlikte geçirmek üzere buraya geldiğini, ancak beklediği arkadaşının gelmediğini anlattı.

Yirmi beş gün boyunca sabahları Sami’ye atölyede poz veriyor sonra çıkıp buz gibi havada yorulana kadar yürüyordu. Yirmi altıncı gün ise Sami’nin yaptığı resim bitmişti.

Aylak adamın sabahları gerçekten kötü geçerdi.  Hatta bazen zaman geçmek bilmezdi. Sokak isimleriyle olan uğraşı ise ancak üç gün sürmüştü. Sami, portresini göstermek için onu çağırdı. Portresine bakınca alışkın olduklarından çok farklı olduğunu gördü. Bir sol el kahverengi kulağa uzanmış ama tutamamıştı.

Ertesi gün sıkıcı bir sabah daha onu bekliyordu. Babası hep işin insanları avuttuğunu söylerdi. Oysa o, böyle bir avuntu istemiyor, kendini tekrarlayan işlerden haz almıyordu. Ona göre yaşamın amacı rahatlıktı. Ve çoğu insan yeniliklerden kaçıyor, değişim için çaba göstermeden rutin hayatlarını devam ettiriyorlardı. Oysa o böyle bir hayat istemiyordu. Resim yapamazdı ama yazabilirdi. O günden sonra sabahları geç kalkıyor, gece yarısına dek de masa başında yazıyordu. Cümleleri üzerine saatlerce kafa yoruyor, yetersiz, eksik yerlerini anlamaya çalışıyordu. Yatarken dahi kafasında yazdıkları vardı. Bu yüzden bir süre ara verip geceleri yazmadı. Dışarıya çıkıp kafasını dağıtmak istediğinde ise yazdıkları peşini bırakmıyordu. Yazmaya başladığının üçüncü haftasında üçüncü hikâyesinin sonuna geldi. Fakat kendini hikâyeye veremiyordu ve sonunda tüm yazdıklarını yırttı. Artık bu işi de bitmişti.

Sonuç

Yusuf Atılgan, Türk edebiyatında modernizm akımının öncü yazarlarından olup romanlarında iç gözlem, bilinçaltı ve psikanalitik yöntemlere başvurarak bireylerin ruhsal durumlarını ustaca aktarır. Kişilerin kendilerine yabancılaşması, yalnızlığı ve toplumda yer edinememeleri gibi olumsuz ruh hallerini aktaran yazarın, roman kahramanları da çoğunlukla psikolojik olarak yıkıma uğramış kişilerden oluşur. Bu romandaki başkahraman C. de böyle bir karakterdir.

1950’lerin sonunda başlayan metropolleşme ve buna bağlı olarak bireyselleşmenin ön plana çıkması; insanlar arasındaki iletişimin azalmasına ve kişilerin kendi iç dünyalarına dönerek kabuklarına çekilmelerine neden olur. Bunun etkisi ile bireylerin gerek kendilerine gerekse de çevreye yabancılaşmaları süreci ise romanın merkezini oluşturmaktadır.

Yazar, toplumsal sebeplerini irdelemeden, başkahramanı C.’nin tüm değerlerini yitirerek yaşadığı yalnızlığı, ümitsizliği ve gerçek sevgiyi hiçbir yerde bulamayışını, sonuçta ise her şeyi olduğu gibi kabullenerek düştüğü çaresizliği anlatır. C. her şeye muhalif olan, silik bir karakterdir ki ismi dahi romanda tam olarak telaffuz edilemez. Kitapta, toplumda yaşayan bireylerin zorunluluk sonucu yaptıkları fakat onları mutlu etmeyen yapmacık, samimiyetsiz hareketler içinde oldukları da vurgulanarak eleştirilir.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz. 

YORUM EKLE