“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”, ”Her doğru her yerde söylenmez” gibi birbirinden özlü, kıymetli deyimlerimiz var bizim. Mutedil olmamız ve insani ilişkilerimizde hikmeti elden bırakmamamız öğütlenir bu deyimlerle. Arkasından “vakitsiz öten horozun başını keserler”, “öfkeyle kalkan zararla oturur” tarzındaki deyimlerle de böyle davranmadığımız zaman bizi bekleyen tehlikeler ihtar edilir. Öte yandan bir kötülük, yanlışlık gördüğümüzde buna kayıtsız kalmamamız gerektiği tarzında öğretilerimiz var. Elimizle, dilimizle, hiç olmazsa kalbimizle kötülüğe engel olmamız tavsiye ediliyor.
Bazen bu seçenekler arasında ince bir çizgi bulunur. İnsanlar, toplumlar kimi zaman nasıl davranacağını bilemez hale gelir. Fakat bazı insanlar vardır ki bunlar işaret fişeği, deniz feneri gibidir. Etraflarına ışık saçar, aydınlatırlar insanlığı. Daha çok sanat ruhu taşıyan insanlarda görürüz bu fikir parıltılarını. Çünkü düşünme melekeleri gelişmiş, yaratanın özel yeteneklerle donattığı bu insanlar olayları farklı kademelerde ve pencerelerden değerlendirip farklı çıkarımlarda bulunabiliyorlar. Hele bir de “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturunu baş tacı yapmışsa bu insanlar gözlerini budaktan esirgemez. Daha iyisi, daha güzeli içindir kabına sığmazlıkları.
“Sağlığında nice ehl-i hünerin/ Bir tutam tuz bile konmaz aşına”
Gelin görün ki yanlış giden bir şeylerden bahsedilmeye görülsün, hemen icaba bakılır. Muhalif olarak damgalanır farklı yaklaşımlarda ve eleştirilerde bulunanlar. Oysa olumlu cevap alıncaya kadar Hazreti Ömer’i (r.a.) minberde bekleten önderlerimiz, gökteki yıldızlarımız var bizim. Bugün geldiğimiz noktada bütün dünyanın kabul ettiği bir gerçek vardır. “Eleştiriler olmazsa toplumsal ilerleme kaydedilemez” gerçeği. İdareciler, devlet adamları için bu bir yönüyle ilaca benzer. Tadı acı, fakat meyvesi tatlıdır. Bunu gerçek manada idrak edip uygulamasını yapanlar bugün dünyaya hükmediyor. Vaktiyle bizim yaptığımız gibi. Bir farkla ki adalet ve merhametten yoksun olarak. Çok nadir sanatçının-düşünürün ileriyi gören, ışık saçan yönü, fikirleri çağdaşları tarafından anlaşılmış ve önemli açılımlarda bulunmuşlardır. Kimileri de parlak fikirlerinin faturasını hayatları ile ödemek durumunda kalmıştır.
Kıymetleri ahirete intikal ettikten sonra anlaşılan ve hakkı teslim edilen sanatçıların sayısı da az değildir. Bu minvalde Ferid Kam, cenazesi belediye tarafından kaldırılan bir dostunun arkasından şu dizeleri döktürür: “Sağlığında nice ehl-i hünerin/ Bir tutam tuz bile konmaz aşına/ Öldürürler evvel anı acından/ Sonra bir türbe dikerler başına” Tarih bu tür örneklerle doludur. Hayatımıza giren ve kökeni yüzyılları, belki bin yılları bulan manidar deyimlerin günümüze kadar ulaşması tesadüf değil elbette. Her bir deyim, arka planında, çıkışında önemli gerçekleri barındırır. Bir cümlelik sözün arkasında bir ömürlük tecrübe vardır. Bu sebeple hafızamıza kazınmıştır.
Bu yazımızda kabına sığmayan, ilkelerinden asla taviz vermeyen, hareketli fikirlerinin bedelini fazlasıyla ödeyen ve bir deyimi de günümüze kadar ulaşan bir sanat ehlimizden söz etmeye çalışacağız: Ebubekir Kânî Efendi…
“Dimemiş kimse ki hâlin nicedür/ Ac yatursın burada kac gicedür”
Mizahi mektupları ve şiirleri ile meşhur olan Ebubekir Kânî Efendi aslen Tokatlı'dır. Divan şairlerimizdendir. Latifeleri ve hazırcevaplılığının yanında yergileriyle de tanınır. Doğum yeri olan Tokat’ta iyi bir öğrenim gördü Kani Efendi. Gerek düz yazı ve gerekse şiirde sanatını burada ilerleterek daha genç yaşlarında kendisinden söz ettirmeyi başardı. Mevlevi tarikatına intisap ederek Abdülahad Dede’ye bağlandı. Uzun müddet Tokat Mevlevihanesi'nde kaldı. 1775’te kırk yaşlarında iken İstanbul’a gitti. İstanbul seyahatine vesile olan ayrıntıyı Mehmet Nermi Haskan, Eyüplü Meşhurlar isimli eserinde şöyle anlatır: “Hekimoğlu Ali Paşa Trabzon'da bulunduğu sırada, 1754-55 tarihinde üçüncü defa sadrazam olmuş ve karayolu ile İstanbul’a gelirken Tokat’ta konaklamıştır. Bu sırada kendisine kaside ve manzum tarih sunan Kânî Efendi’yi takdir ederek İstanbul’a getirmiştir.” (Haskan, 2014)
Kânî Efendi, İstanbul’da Divan-ı Hümayun kalemine yerleştirildi. Daha sonra Yeğen Mehmed Paşa’nın divan kâtipliğinde bulundu. Kısa süre içerisinde Hacegan-ı Divan-ı Hümayun rütbesine yükseldi. Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrazamlıktan ayrılması üzerine bu yetenekli ve kabına sığmayan Mevlevi dervişi, Divan kâtipliği vazifesiyle Slilistre’ye gönderildi. Burası Bulgaristan’ın kuzeydoğu kesiminde, Romanya sınırında, Tuna kıyısında bir şehirdir. Daha sonraları kısa bir müddet Ulah beylerbeyinin özel kâtibi olarak Bükreş'te bulundu. Ulah, Eflak veya Ulahya, Romanya’nın tarihî ve coğrafî bölgelerinden biridir. İskerletzade Konstantin Bey’in isteği üzerine yeğeni Alexandre için Benam-ı Havariyyun-ı Buruc-ı Fünun isimli bir Türkçe öğrenme ve konuşma kitabı yazdı. Yakın dostluğunu kazandığı Alexandre ile birlikte yapılmış bir portresi de vardır. (Haskan, 2014) Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın isteği üzerine 1782’de tekrar İstanbul’a döndü.
İstanbul’a dönüşünden bir müddet sonra “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” misali mizahi ve alaycı üslubu başına iş açtı. Saray adabına-geleneklerine (statükoya) uymadığı ve Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın bazı sırlarını ifşa ettiği gerekçe gösterilerek idam cezasına çarptırıldı. Reisülküttap Hayri Efendi’nin aracılığıyla cezası kalebentliğine çevrilerek Limni adasına sürgüne gönderildi. Limni, Kuzeydoğu Ege Yunan adaları grubuna giren, Gökçeada’nın güneybatısında bulunan Yunan adasıdır. Osmanlı kaynaklarında ismi “Ilımlı Ada” olarak da geçer. Burada pek çok sıkıntı ve mahrumiyet içinde uzun yıllar yaşadı. Şâirin divanında yer alan “Hasb-i hâl”inde çektiği sıkıntıları görmek mümkündür: “Dimemiş kimse ki hâlin nicedür/ Ac yatursın burada kac gicedür/ Niçe şehler ki olup zâr u zebûn/ Bulmamış bir giyecek köhne zıbûn” (İ. Yazar, 2009) Ömrünün son yıllarına doğru affedilen Kânî Efendi 1792 yılında İstanbul’da vefat etti.
Eserlerinin özellikleri
Kani Efendi'nin, yergi şiirleriyle hiçbir kural ve kayda bağlı olmaksızın içinden geldiği gibi yazdığı mektuplar, Türk edebiyatının bu alandaki en güzel örnekleri olarak gösteriliyor. Secilerle süslediği mektupları ince nükte ve hicivlerle doludur. Halk deyimlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için yazdığı naatları dışında hemen bütün eserlerinde farklı düzeylerde de olsa nükte, hiciv ve hezl izlerine rastlanır. Latifeleri, nükteleri, bir kedinin ağzından sahibine yazılmış ünlü Hirrename’si yergi ve mektuplarıyla birlikte Münşeat-ı Kânî isimli eserindedir. İ. Pala ve M. Akkuş’un bildirdiğine göre eserde bozuk işleyen devlet çarkının eleştirisi, yozlaşan genel kabullerin yerilmesi gibi konular başarıyla dile getirilmiştir. (TDVİA, 1998)
120 civarında mektuptan meydana gelen Münşeat’ı, üslûp inceliği ve mizahî unsurları bakımından şiirlerinden daha başarılı kabul ediliyor. Münşeat’ın değişik hacimlerdeki el yazma nüshaları çeşitli kütüphanelerde mevcuttur. Eser hakkında bir doktora tezi hazırlanmıştır (H. D. Batislam,1997). Yazdığı Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler Divan’ında toplanmıştır. İstanbul kütüphanelerinde bazı yazma nüshaları bulunan Divan, Arap harfleriyle yayımlanmış ve eser tenkitli metin hâlinde yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır (M. Eliaçık, 1992). Ayrıca İlyas Yazar tarafından hazırlanan “Kânî Dîvânı” isimli eser 2012 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları arasında neşredilmiştir.
“Kırk yıllık Kani, olur mu Yani”
Ebubekir Kânî Efendi’nin Silistre’de söylediği rivayet edilen “Kırk yıllık Kani, olur mu Yani” sözü günümüzde de sevilerek kullanılır. Kânî Efendinin bu sözü söylemesinin hikâyesi de şöyle: Kânî Efendi elli yaşlarında Silistre’de görevli iken bir Rum kızına âşık olur ve evlenmeye karar verir. Usulü dairesinde durumu âşık olduğu kızın ailesine bildirir. Lakin aile bu izdivaca razı olmaz. Bütün ümitlerin tükendiği sırada Kânî Efendi’de gönlü olan kızın aklına bir çare gelir: Kâni’nin Hıristiyan olması. Fakat nasıl olacaktı? Sonunda babasına bu parlak fikrini açar. Babası da teklifi cazip bularak damat adayını evine konuk eder. Kânî Efendi'ye hitaben, “Şayet Hıristiyanlığı kabul edersen kızımı sana vereceğim” der. O yörelerde sıkça kullanılan “Yani” ismini şimşek hızıyla hatırlayan Kânî Efendi, hiç tereddüt etmeden tarihi cevabı yapıştırır: “Yapmayın efendim, kırk yıllık Kâni, hiç olur mu Yani?!” Bu cevaptan sonra tabi ki evlilik gerçekleşmez.
İkiyüzlülüğü, dalkavukluğu sevmeyen, açık sözlü bir kişiliği olan Ebubekir Kânî Efendi, bu tarzını-prensibini son nefesine kadar sürdürmüştür. Vefatından kısa bir süre önce kendisini ziyarete gelen çok sevdiği dostuna “Ben Fatiha dilencisi değilim, mezar taşıma Fatiha yazmayın!” diye vasiyet etmiştir. Gerçekten de ölümünden sonra mezarını yaptıranlar bu vasiyete sadık kalarak mezar taşının sonuna yazılan “el-Fatiha” ibaresini yazdırmamışlardır.
Bu vasiyete benzer bir şiir de çuvala sığmayan mızraklarımızdan şair Eşref’e aittir. Şöyle diyor şair: “Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için/ Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı/ Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki/ İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı...” (Gözüm insanlardan o kadar yıldı ki, kabrimi ziyaret etmek için öz kardeşim dahi gelse kovarım. Ben insanlardan Fatiha dahi istemem, yeter ki mezar taşımı çalmasınlar.) Nitekim mezar taşı çalınmıştır!..
Kani Efendi’nin divan-ı hümayun (bugünkü bakanlar kurulu üyesi) mensuplarına has kafesli destarlı başlıklı mezar taşı Eyüp Sultan'da Beybaba Sokağı üzerinde, Ferudun Paşa Türbesi’nin sağ tarafında ve mezarlık duvarından yaklaşık 8-10 metre kadar içeridedir. Mirmiran Mehmed Ağa türbesine cephelidir. Sürurî, şairin ölümü için “Her sözi ma’deni cevher idi gitdi Kânî” mısrasını tarih düşmüştür. Kânî Efendi’nin mezar taşı kitabesi ise şöyle: “Hüve’l-Bâki/Cennet mekân/Ebubekir Kânî/Efendi Rahmetullah/Sene:1206”
Yeri gelmişken açık hava müzesi niteliğindeki bu mezaristan ile ilgili kısa bir not düşelim. Kânî Efendi'nin mezarının bulunduğu bu mezarlık, Eyüp Sultan Camii etrafında yer alan en büyük mezarlık alanıdır. 3-4 dönüm civarındadır. Batısında Eyüp Sultan Camii, doğusunda Sultan Reşad türbesi, kuzeyinde Mihrişah Valide Sultan İmareti, güneyinde ise Mirmiran Mehmed Ağa ve Siyavuş Paşa türbeleri yer alır. Mezarlığın bütün yola bakan kısımları mamur vaziyette görülse de iç kısımlar perişan vaziyettedir. Manzara bir savaş alanını andırıyor. Kırık dökük mezar taşı başlıkları yosun bağlamış, kimileri de tamamen toprak altında kalmış. Tabi bunların arasında vaktiyle şehrin muhtelif yerlerinden devşirilen mezar taşları da var.
On seneyi aşkın bir zamandan beri “Eyüp Sultan’ın göbeğinde böyle rezalet nasıl olur?” diye kapısını çalmadığımız, müracaat etmediğimiz kurum kalmadı. Maalesef bir arpa boyu mesafe kat edemedik. Sanırım bu türlü sorunlarımızın giderilmesi için daha ileri bir düzeyde toplumsal bilinç ve farkındalık lazım. Ümit ederiz ki rical-i devlet-i âliye yakın zamanda burayı layıkı veçhile ele alır ve bizleri utandırır!..
Nidayi Sevim yazdı