Hz. Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’te naklettiği ilk kıssa; “Bir padişahın bir cariyeye âşık olması, onu satın alması ve cariyenin hastalanması, padişahın da onu tedavi ettirmek için tedbirde bulunmasına dair hikâye”dir. Hz. Mevlana bu kıssanın başında, “Bişnevid ey dostân in dastân / Der hakikat nakd-i hâl-i mast ân” buyurarak ikazda bulunur; “Ey dostlar, şu hikâyeyi dinleyin ki, hakikatte bizim halimizin aynıdır.”
Padişah ile cariye kıssasının başı olan 35. beytin, Mesnevi-i Şerif’in ilk beyti gibi, “bişnev” (dinle) emri ile başlaması manidardır. Hz. Mevlana, Mesnevi-i Şerif’te, “Din nasihattir” emr-i kutsisine binaen ve Hz. Resulullah (s.a.) Efendimizin aslî sünnetine uyarak, sohbete dayalı irşat ve tebliğ yolundan yürümektedir. Dikkat buyurulur ise görülecektir ki, Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi, ilhamını Kur’an’dan alan Mesnevi-i Şerif’in de tamamı boyunca kıssalar nakledilmekte, bu kıssaları anlamaktan maksadın, ibret ve hisse almak olduğuna işaret edilmektedir.
Mesnevi-i Şerif’in ilk beytinde “bişnev” (dinle) emrinin gizli muhatabı Hüsamettin Çelebi iken, 35. beyitte “bişnevid” (dinleyin) buyrularak, hususi hitaptan umumi hitaba dönülmüştür. Umumi hitabın muhatapları da, dostlar olarak vasıflandırılmışlardır. İlk beyitte geçen bişnev hitabının muhatabının isim veya sıfatının zikrolunmaması, Hüsamettin Çelebi’nin tasavvuf ıstılahına göre tevhid-i zât makamında olduğuna, bütün isim ve sıfatlardan kurtulduğuna işarettir. 35. beyitte ise, “bişnevid” hitabının muhataplarının vasfı, dostlar olarak zikredilmiş olup, bu taifenin tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’al makamlarında bulunan sâlikler oldukları beyan olunmuştur.
Hz. Mevlana’nın dostlar diyerek vasıflandırdığı taife dört kısımdan müteşekkildir:
1. Âhiyân: İrfan ve marifette, Hz. Mevlana ile aynı meşrebe sahip olanlar.
2. İhvân: Hz. Mevlana ile aynı tarike mensup olanlar.
3. Müridân: Hz. Mevlana’ya intisap etmekle mürit olanlar.
4. Muhibbân: Hz. Mevlana’ya mürit veya tarikine, hatta hiçbir tarikata müntesip olmayan, fakat Hz. Mevlana’ya, onun marifet ve irfanına, meşrep ve tarikine muhabbet duyanlar. İşte bunların tamamı Hz. Mevlana’nın dostlarıdır.
Âdem (a.s.) ile İblis’in, İbrahim (a.s.) ile Nemrud’un, Musa (a.s.) ile Firavun’un hakikatleri, her an bizim içimizde cidal etmektedir
Padişah ve cariye kıssasının ilk beytinde geçen dastân kelimesi, Türkçe’de efsane, hikâye, kıssa gibi anlamları olan destan kelimesinin aslıdır. Beyitteki manası, Kur’an-ı Kerim’de geçen satr (satır) kavramına işaret eder. Ragıp İsfehani’nin Müfredât’ına göre satr, yazılan yazıda oluşan saf anlamına gelir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’i vasf etmek için zikrolunmuştur; “Nun! Yemin olsun kaleme ve satır satır yazdıklarına” (Kalem Suresi 1. ayet-i kerime), “And olsun Tûr’a, satır satır yazılmış olan Kitab’a” (Tûr Suresi 1-2. ayet-i kerimeler).
Satr (satır) kelimesinden türeyen esatir kelimesi ise, hikâye, masal, efsane anlamlarına gelir. Müşrikler Kur’an-ı Kerim’in “esatir-i evvelin” (eskilerin masalları) olduğunu iddia etmişlerdir: “Kendilerine Rabbiniz ne indirdi diye sorulduğunda, bunlar eskilerin masallarıdır dediler” (Nahl Suresi 24. ayet-i kerime), “Kitap (Kur’an) eskilerin masallarıdır, başkalarına yazdırıp, sabah akşam kendisine okutmaktadır dediler” (Furkan Suresi 5. ayet-i kerime).
Hakikatte Kur’an-ı Kerim, kelam-ı kadim olmakla beraber esatir-i evvelin değildir. O, ahsen’ül kasas olup, sadece evvelkilerin değil, evvelin, ânın ve ahirin, yani cümle ezman ve mevcudatın tercüme-i halidir: “Bilmez misin ki Allah, semavat ve arzda ne varsa hepsini bilir. Şüphesiz bunlar bir Kitap’tadır” (Hac Suresi 70. ayet-i kerime), “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu O bilmesin, ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan Kitap’ta (İmam’ul Mübin) bulunmasın” (En’am Suresi 59. ayet-i kerime).
Hz. Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’te birçok kez vurguladığı üzere Kur’an-ı Kerim bize bizi anlatmaktadır. Âdem (a.s.) ile İblis’in, İbrahim (a.s.) ile Nemrud’un, Musa (a.s.) ile Firavun’un hakikatleri, her an bizim içimizde cidal etmektedir. Onların kıssaları an be an kalbimizde, nefsimizde, benliğimizde cereyan etmektedir. İlhamını Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebevi mişkatından alarak kalplerimizi nurlandıran Mesnevi-i Şerif’in kıssaları da, yine bize bizim hakikatimizi, nakd-i halimizi anlatmaktadır.
Nefs, ruhu, ancak Hakk’ın Rububiyet tecellisinin tahtında tanımış, ona itaat etmiştir
Mesnevi-i Şerif’in bu ilk kıssasında Padişah, kendi mülkünü (ülkesini) gezer iken, bir cariye görüp, ona âşık olur. Cariye ile evlenip onu sarayına alır. Ancak cariye şiddetli bir hastalığa tutulur. Padişah, ne yapsa, ne etse cariyeyi iyileştiremez. Maiyetindekiler de çaresiz kalırlar. En sonunda aczini anlayan padişah, Allah-u Teala’ya iltica ile münacatta bulunur. Duası kabul olunup, bu meselenin hallinde, kendisine vezir olmak üzere, bir hekim-i gaybi gönderilir. Bu hekim-i gaybi, cariyenin bir kuyumcuya âşık olduğunu ortaya çıkarır. Türlü tedbirlerle kuyumcuyu bertaraf edip cariyeyi onun etkisinden kurtarır. Cariye hastalıktan kurtulur, padişahın ülkesine tekrar huzur gelir.
Mesnevi-i Şerif’in bu kıssası, İbn Arabi Hazretleri’nin, Fütuhat-ı Mekkiyye’lerinin 1. cildinde, Fatiha Suresi’nin ilk ayetlerini ve bilhassa “Malik-i Yevm’id Din” ibaresini tefsir ederken naklettikleri, ruh, nefs ve hevânın hakikatine dair bölümün tafsili ve mecazi bir anlatımıdır.
İbn Arabî Hazretleri’ne göre; Allah ruh-u külliyi, cehalet ve nefy mahallinde var etmiştir. Böylece ruh, var edildikten sonra, kendisini görmez, kimden nasıl sadır olduğunu bilmez bir halde kalmıştır. Sonra ruh, kendisinde bulunan, hayatının ve bekasının sebebi olan gıdayı aramış, Allah katında bulunan şeyi istemek için harekete geçip yola koyulmuştur. Ardından Allah ona zâtını göstermiş ve o da sakinleşmiştir. Ruh, Allah’ın kendisine yerleştirdiği sır ve hikmetleri öğrenmiş, kendisinin hadis olduğunu kavramış, zâtını kuşatıcı bir ilimle tanımıştır. Ruh Hakk’ı ancak Rububiyeti ile tanımış, kendisine Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelligahı, ve Hakk’ın arzdaki halifesi olduğu bildirilmiştir. Beden mülkü ona tahsis edilince, Hakk ruh için, onun kendisinden nefsi ortaya çıkarmıştır. Nefs, ruhu, ancak Hakk’ın Rububiyet tecellisinin tahtında tanımış, ona itaat etmiştir. Akıl ise Ruh’a vezir yapılmıştır.
Ruh, sahip olduğu mülk ile böbürlenmiş, nefse karşı rububiyet makamına yerleşmiş, bunun ise Hakk’ın inayet ve ihsanının ta kendisi olduğunu zan etmiştir. Hakk ise, hakikatin, ruhun zannının tam aksi olduğunu ruha bildirmek istemiştir. Hakk bunu isteyince ruhun karşısında hevâyı, aklın karşısında ise şehveti yaratmıştır. Nefste ise, umumi olarak kendisine varit olan her şeyi kabul etme özelliği yaratmıştır. Böylece nefs, iki güçlü veziri (akıl ve şehvet) olan iki güçlü hükümdar (ruh ve heva) arasında kalmıştır. Söz konusu iki hükümdardan her biri sürekli olarak nefsi kendisine çağırmıştır.
Ruh, seslendiği halde nefsin karşılık vermediğini, mülkünde hakimiyeti kaybettiğini görünce veziri olan akla danışmıştır. Akıl ruha; “Senin karşında kendisine itaat edilen güçlü ve muktedir bir hükümdar olan hevâ vardır. Onun lütufları peşindir, bütün süsü ve ziyneti ile dünya ona aittir. Nefse kendi mertebesini açmış, onu davet etmiş, nefs de bu davete karşılık vermiş ve icabet etmiştir” diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine ruh, şikâyet ve imdat talebi ile Allah’a yönelmiş, böylelikle kulluğu sabit olmuştur. Zaten murat edilen de budur.
Melik olan ruh, kendisine meydan okuyan ve nefsi de kendi tarafına çeken hevâyı katletmek istemiş ve buna hazırlanmıştır. Ruh tevhidin ve Mele-i Âlâ’nın askerleri ile, hevâ da kuruntu, aldanış ve esfel-i safilin askerleri ile ortaya çıkmış, ruh ve hevâ vuruşmuştur. Ruh lâ (yokluk) kılıcı ile hevâyı öldürmüş, büyük bir mücadele ve çabadan sonra nefsi elde etmeyi başarmıştır. Böylece nefs, ruhun kılıcı altında teslim olmuş, kurtuluşa ermiş, temizlenmiş ve arınmıştır. Nefs iman ettiği için duyular da iman etmiş, hepsi birden itaat boyunduruğu altına girmiş, emre uymuş, fesat olan iddia ve dürtüleri onlardan çekilip alınmış, kelimeleri bir olmuştur. Böylece ruh ve nefs adeta tek bir şey haline gelmiştir. Malik-i Yevm’id Din sırrının vakti olan yevm-i din tahakkuk etmiş, Hakk’ın Melikiyyeti, ruhun hükümdarlığı ile zuhur etmiştir. (bkz. Fütuhat-ı Mekkiye, Litera Yayınları, 1. Cilt sf. 320-326)
Hz. Mevlana ile İbn Arabî Hazretleri’nin eserleri, irfan ve marifetleri aynı vadidedir
Hz. Mevlana, Fütuhat-ı Mekkiye’deki bu bahsi, yine İbn Arabî Hazretleri’nin “Tedbirat-ı İlahiye fi Islah-ı Memleket’il İnsaniye” adlı eserindeki ıstılah ve mecazlar ile kıssalaştırmıştır. Üç boyutlu bir siyasetname olan Tedbirat-ı İlahiye, zahirde bir hükümdarın ülkesini nasıl yöneteceğini anlatırken, aynı zamanda insan ruhunun beden ülkesini nasıl idare edeceğini ve arzda Allah’ın halifesi olan insan-ı kâmilin âlemlerde nasıl tasarruf edebileceğini de anlatmaktadır. Her üç yönetimin de ilkeleri aynıdır. Tedbirat-ı İlahiye’de; hükümdar; ruh, vezir (kıssamızdaki hekim-i gaybi); akıl, hükümdarın eşi (kıssamızdaki cariye); nefs, memleket; beden, başkent; kalp, düşman hükümdar (kıssamızdaki kuyumcu) ise hevâdır.
Hz. Mevlana’nın kıssada kullandığı ıstılahlar da hemen hemen aynıdır. Görüldüğü üzere Hz. Mevlana ile İbn Arabî Hazretleri’nin eserleri, irfan ve marifetleri aynı vadidedir. Ankaravi, Sarı Abdullah ve İsmail Hakkı Bursevi gibi Mesnevi şarihlerinin yoğun bir şekilde İbn Arabî külliyatına atıf yapmaları sebepsiz değildir. Bu konuda Ahmet Avni Konuk haklı, Abdülbaki Gölpınarlı ise, sahip olduğu ilim ve idrak ile asla bağdaşmayacak derecede hatalıdır.
Dikkat çeken bir husus da şudur; insanın yani ruh-u insaninin, âlemdeki ve kendi bedenindeki hilafeti ve hükümdarlığının idaresinde aynı esaslar geçerli olduğu gibi, her iki hilafetin düşmanı da müşterektir. O düşman hevâdır. Tasavvuf ve fıkıh bu konuda ittifak halindedir. İmam Mevsili’nin El İhtiyar Şerhi’nde, “Kâdı’nın (Hükmedenin) Edebinin Kitabı” bölümünü açıp Mesnevi-i Şerif’in ilk kıssası ile birlikte okuyabilirsiniz. Ahmet Akın Çığman Hoca Efendi, bu bölümü okuturlar iken “Eğer adil ve ehil kâdı (hâkim), şer-i şerif ile hükmetmez ise hüküm hevânın olur. Yani mülke hevâ hâkim olur” buyurmuşlar ve şu ayet-i kerimeleri zikretmişler idi; “Sonra seni de emrinden bir şeriat sahibi kıldık. Artık sen bu şeriata tabi ol. Bilmeyenlerin hevâlarına uyma” (Casiye Suresi 18. ayet-i kerime), “Ya Davut, biz seni arzda halife kıldık. İnsanlar arasında Hak ile hükmet. Hevâya tabi olma, yoksa o seni Allah yolundan delalete düşürür” (Sad Suresi 26. ayet-i kerime). Yine İmam Maverdi’nin “Edeb-üd Dünya ve’d Din” adlı muhteşem eseri de “Akıl ve Hevâ” bölümü ile başlar.
Bize düşen kendimizi tanımak, böylece hevânın nefsimizdeki ve dünyamızdaki saltanatını yıkmaktır. Âlimlerimizin mirası olan, kendi gök kubbemizde yıldızlar gibi parlayan bu eserler, yoldaki kılavuzlarımızdır. Bir zamanlar tasavvuf ve fıkıh, bu yolda sırt sırta, omuz omuza çarpışmış, mücadele etmiş idi. Onları tekrar birleştirmek, bizim en önemli vazifelerimizdendir.
Yetkin İlker Jandar yazdı
Hz Mevlana'nın Mesnevde anlattığı kıssaları, denizin üstündeki dalgalar gibi öyle algıladım acaba ne anlatmak istiyor diye düşündüm daha düzgün okumaya ve düşüncemi algımı, toplamaya çalıştım. Anlatılan hikâye ne amaçla anlatıldığı belirledigimde daha iyi anlamaya başladım ve anlatılan kıssa, Kur'anı - Kerim ayet numara ve isimlerinin anlamlarına baktığımda ne anlatmak istendiği denizin altını da neler gizli olduğunu görmeye başladım. Mesnevî hiç bitmese ömür boyu okuya bilsem diyorum.