İnsanı ölçüp biçmek mümkün mü?: İnsanın T Cetveli

"İnsan aşk ile hem cismen hem de ruhen terakki eder. Onun ilerleyişi sadece bedenî hazları tatmin etmeğe değil, ruhunun en gizli mahzenlerine kadar olur. Çünkü insan aşkın ürünüdür. Hem yaratılışı hem de dünyaya gelişi aşkın ürünüdür. Sevilmiştir, çünkü yaratılmıştır. Sevilmiştir, çünkü bir anne ve babadan dünyaya gelmiştir. İlâhî lütfun bir nişanesi olarak kadın ve erkeğin arasında var edilen sevgi ve merhametin ürünüdür insan." Mücahit Akıncı yazdı.

İnsanı ölçüp biçmek mümkün mü?: İnsanın T Cetveli

İnsanı enine boyuna ölçmek için bir alet henüz icat edilmiş değildir. İnsanın hayat içerisinde değişim göstermesi onun ölçülemez oluşunu güçlendirmektedir. “İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur” sözü bir açıdan doğru olsa da insanın birçok davranış ve duyguları zaman içerisinde değişkenlik göstermektedir. Günümüz çağının insan ilişkilerinde en çok karşılaşılan sorun, insanın tahmin edilemez oluşudur. Peki, insanı nasıl ölçüp biçebiliriz? Onu hangi davranışları ile yakalayabiliriz? Biraz bunun cevabını aramaya çalışalım.

İnsan da tarih gibi tekerrür eder. İlk insandan günümüze her insanın yaşama ihtirası hep aynıdır. Sadece vasıtalar değişmektedir. İnsanın makama, altına, paraya ve şehvete düşkünlüğü hep tekerrür etmektedir. Her insanda farklılık gösteren bu ihtiras kimi zaman gizli olarak insanın içinde durmaktadır. Bu yüzden insan “işlemediği günahın masumu değildir”. Bu yüzden kendi nefsini temize çekmemelidir. Kanserin ne zaman nerede nüksedeceği belli değildir. İnsan, tekerrür ederek hayatı âdet hâline getirmemelidir. İbadetlerinde dahi âdetleşmekten uzak durması gerekmektedir. Çünkü her âdet insanı tekrara, her tekrar ise insanı tembelliğe itecektir. Bu sebeple insan, tekerrür eden hayatlardan, kıssalardan ibretler almalı ve insanlığın asıl gayesini bulmaya çalışmalıdır.

İnsan, kurulu düzen istemesi, riske girmek istememesiyle teahhur eder. Yaşanması gereken onca güzel şeyi bir bir kaçırır. Gelecek korkusuyla bugünün kıymetini bilemez. Daha çok çalışmayı ve kazanmayı arzu ettikçe, eşine, çocuklarına, ailesine karşı sevgiyi ve merhameti esirger. Çünkü her şeyden geç kalmışlık korkusu vardır. Halbuki geç kalmak ânın kıymetini bilememektir. Tûl-i ömrü düşünerek geleceği de kaçırmamak gerekir. Geleceği kaçırmak nasıl mı olur? Hiç nemrutları, firavunları duymadınız mı? Son nefeslerdeki pişmanlıkları? “Keşke toprak olsaydım” ilâhî fermanını sanki şu an duymuş gibi kulak kesilmedikten sonra, evet, gelecek kaçırılmaz. Olsa olsa aklımızı kaçırmışızdır!

İnsan, düşünen varlık olması hasebiyle teakkül eder. Yani aklını kullanır. Fakat bu aklını kullanışı kimi zaman hayra kimi zaman şerre olmaktadır. İnsanlığın faydası için yapılan bir icadın kötü insanların eline geçmesiyle insanlık suçları işlendiği malumdur. Demek ki burada niyet devreye giriyor ve kulun amelinden daha hayırlı konumu temsil ediyor. Evet, niyet, insanın aklını ne yönde kullanacağını belirlemek için çok mühimdir. Bu yüzden Nurullah Genç hocamız “ateş medeniyeti” ve “toprak medeniyeti” kavramlarını ortaya atıyor. Aklını gönlüne, yüreğine indirememiş toplumlar -bugün Avrupa gibi- salt akıl ile insanlığa kan kusturuyor. Ateş medeniyeti salt aklını kullananların medeniyetidir. Bu yüzden kalbimizi ve gönlümüzü dikkate almalı ve buna göre toprak medeniyetinin çocukları olmalıyız.

İnsan, aklını yücelttiğinde hemen ardından tekebbür etmektedir. Tekebbür, insanın aklına ve kendisine güvenmesinden kaynaklanmaktadır. İblis, Hz. Allah’a aklı sebebiyle kibirlenmiştir. Çünkü aklî bir çıkarsama yapmaya çalışmıştır. Fakat içine düştüğü durum onu yükseltmemiş, alçaltmıştır. O zaman akıl ile tekebbür izafî bir ifadedir. İnsanın büyümesi ancak gönlü ile mümkündür. Nice gönül erbabı sultanlar yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ zihinlerde taptazedir. Fakat aklı ile yola çıkıp, aklını şaşmaz kılavuz kılanlar bugün hatırlanmaktan iğrenilmektedir. Gönül alıp gönül huzuru verenler ise bugün gönüllerde yaşamaktadır.

İnsan, niyet ve gönül temelli yaşadığı zaman çokça tedebbür ve tefekkür eder. Tefekkürü onun ibadetlerinin misli misli önüne geçer. Ona ufuk açar. Tefekkür basit bir düşünceye dalma hâdisesi değildir. Tefekkür, medeniyetler kuran aklın ürünüdür. Kimi zaman bir balığın karnında, kimi zaman ıssız bir çölde, kimi zaman kimsesiz bir mağarada vuku bulan bir hâdisedir. Bu tefekkürlerin sonucunda aydınlık günler, ışık saçan alevler, medeniyet kuran topluluklar ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden insanın tefekkür etmesi bu çağda ihtiyacımız olan en büyük değerdir. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanlık, oturup nereden gelip nereye gittiğini tefekkür etmelidir. Değerlerin, kutsalların bir bir ayaklar altına alındığı bu çağda en büyük manifestosunu kendi iç dünyasını tefekkür ederek göstermelidir.

İnsan, bu dünyaya geliş amacını düşünmesi ile tezekkür eder. Kâinatta her şeyin kendi lisanı ile konuştuğu ve zikrettiğini düşünerek o da zikre başlar. Tefekkürü tezekkürden ayırmaz. Çünkü tefekkür tezekkürü her zaman ardında taşımıştır. Yine aynı benzetmeyi yapacak olursak, bir balığın karnındaki tefekkür ardından “ben kendi nefsime zulmettim” zikrini getirmiştir. Issız çöldeki yolculuk “ey Musa” nidasına gebedir. Mağaradaki tefekkür ile âlemlere ilâhî nurun “oku!” emrini alması arasında kuvvetli bir bağ vardır. Demek ki tezekkür her şeyiyle insanın varlık amacına uygun olanı konuşmasıdır. Buna zikir, kıraat, kelam her ne dersek diyelim güzel olan her söz insanı tezekkür bahçesinin içine davet edecektir.

İnsan, güzel düşünüp güzel konuşması ile âlemdeki her şeye teaccüb eder. Öyle ki kendisinden akseden güzellikler tekrar kendisine güzellik olarak geri döner. Güzel bakan güzel görür. Güzel gördükçe insan şaşkınlığını gizleyemez. Meğer âlemde ne var ise her şey insana meftunmuş, âşıkmış. Âlemin göz bebeği insanoğlu için tüm kâinat hizmetkâr olmuş. İnsan, kibir çukurlarından tevazu kulelerine ulaşmıştır artık. Yaratılan her şeye sevgi beslemekte, kusurları örtmektedir. Çünkü şaşkınlık içerisinde olan bir kimseye kusur göstermek mümkün değildir.

İnsanın şaşkınlığı kısa sürer ve teeddüb eder. Nasıl olur da bir et ve kemikten olan, öncesi yokluk, sonrası ölüm olan varlığa bunca nimetler bahşedilir. Eğer bunca hizmetkâr varsa bu hizmetkârların bir efendisi olmalıdır. Tüm bu hizmetlerin ya bir karşılığı varsa? Nimetlerin hepsi insana verildiği gibi emanet de insana verilmiştir. Bu emanet, kendi zatını sevdiği için bilinmeyi seven yaratıcıyı bilmek ve ona muhabbet etmektir. Bu emaneti neden dağlar, taşlar kabul etmedi de insan yüklendi? Acaba insan gerçekten edepsiz midir, cürretkâr mıdır? Öyle olsa bunca şey boşa mı gidecektir? Hayır hayır! O yaratan, hiçbir şeyi hikmetsiz bırakmamıştır.

Peki, nedir o zaman bunun hikmeti? Gelin birlikte bakalım.

İnsana verilen değerin en büyük sebebi teaşşuk etmesindedir. Ne var ise âlemde her şey aşk iledir. Yolda giden karınca sırtında ateşe su taşırken İbrahim (a.s)’e duyduğu aşk iledir. Balığın Yunus (a.s)’u yutması aşk iledir. Hüdhüd’ün Süleyman (a.s)’a itaati aşk iledir. Denizin Musa (a.s)’ya şefkati aşk iledir. Cihanın Muhammed (s.a.)’e muhabbeti aşk iledir. Çünkü insan, Allah’ın kendi nefhasından bir parçadır. İlâhî nidaya muhataptır. Aşkını kuldan Sultan’a verendir. Sultan ile teaaşuk etmek kimseye nasip olmadığı için insan değerlidir. O halde insan, aşka ünsiyet kurandır. Ünsiyeti onu isyana ve nisyana değil, ilâhî muhabbete götürmelidir. Muhabbet ise Hz. Muhammed (s.a.)’e götürdüğü vakit anlamlı olur. Bu yüzden âşıkların serlevhasıdır şu beyit:

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl”

İnsan aşk ile hem cismen hem de ruhen terakki eder. Onun ilerleyişi sadece bedenî hazları tatmin etmeğe değil, ruhunun en gizli mahzenlerine kadar olur. Çünkü insan aşkın ürünüdür. Hem yaratılışı hem de dünyaya gelişi aşkın ürünüdür. Sevilmiştir, çünkü yaratılmıştır. Sevilmiştir, çünkü bir anne ve babadan dünyaya gelmiştir. İlâhî lütfun bir nişanesi olarak kadın ve erkeğin arasında var edilen sevgi ve merhametin ürünüdür insan. Bu yüzden zamanın tüm yanlış fikirlerine karşı durarak aşk ile terakki etmelidir insan. Kadının metalaştırıldığı, gayri meşru ilişkilerin aşk diye pazarlandığı bu çağda, saf aşkı bir bayrak gibi taşımalıdır insan. Ruhunu ilâhî merkeze bağlamak için kendisine bahşedilen aşkı doğru idrak etmeli ve her şeyi aşk ile yapmalıdır. Bunun en kestirme yolu ise ruhunu aşk ile terakki ettirmiş büyüklerin yollarını takip etmektir. Bu durumu Pîr Aşkî hazretleri şöyle resmetmiştir, vesselam:

Mürşid-i kâmilden aşk bâdesini / İçenler bulurlar dildâdesini

Aşk alır âşıkın irâdesini / “Ircı’î” emriyle Rahmân’ı bulur

Bu fânî âlemin temeli aşkdır / Âşıkın dü-cihan emeli aşkdır

Kulluğu tâ’ati ameli aşkdır / Aşk ile yaşayan rıdvânı bulur

Doğudan batıya nereye varsan / Milyonca âşık var arayıp sorsan

Tevhîde susamış bu çağda insan / Kalbinde gizlenen pinhânı bulur.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Mücahit Kocabaş
Mücahit Kocabaş - 2 ay Önce

Güzel bir yazı olmuş. Gönlüne sağlık kardeşim. Kâh mecaz olsun kâh hakikî olsun aşkın daim olsun.