Her zihin, kendi terminolojisini oluşturur ve kavramları bir yere atfeder. Görsel veyahut tinsel karşılığını arar. İnsan fıtratına göre bu hatırlayış biçimi değişebilir. Aynı şehri birlikte dolaştığınız arkadaşınızın hatıralarında, ara sokaktaki bir nağme kalırken sizin aklınızda yol üzerindeki bir minare detayı kalabilir. İnsanoğlunun bu hatırlayışındaki farklılıkların parmak izi gibi insana özgü olması da bir tür çeşni, insan çeşnisidir.
TAŞLARIN RUHU, İNSANLARIN RUHUNA ETKİ EDİYOR MUYDU?
Mimari ve İstanbul denince de yedi tepesinden bizi selamlayan kubbelere ilişir zihnimiz. Hoş zihnimiz erişmese de herhangi bir dönercinin logosunda dahi bir İstanbul motifi bir cami minaresi ve kubbe olabilir. Hediyelik eşyalar, magnetler ve birçok yerde minare imgesiyle rastlaşırız. Dükkânların, bulunduğu şehrin ismini tabela yapmaları, fazlaca karşılaştığımız bir durum artık. Yeditepe denince zihnimizde beliriveren kubbelere gelirsek Arapça “Kbb” kökünden gelen (kubba) mimaride yarımküre şeklindeki çatı sözcüğünden alıntıdır. “Kubbe bize nereden gelmiş?”, “Bizim kubbemiz”, “Hayır, kimseden almadık” telaşına girmeden kubbeye en güzel biçimleri, en güzel mekânları ve en güzel işlevde değeri bizler atfetmişiz.
Her duruma ve konuya tartışmalı yönlerinden bakmaktan boynumuzun ağrıdığını hissediyor muyuz? Şöyle yanı başımızdakilere, ihtilafsız meselelere, güzelliklere cevap vermeyi es geçer olmuşuz. Kubbe, İslâm sanat ve mimarisinin en belirgin öğelerinden biri olmakla birlikte, Müslümanların da bir simgesidir. Keza “Revak” ve “Avlu” da kadim bir geleneğin mahsulüdür.
Medrese, avlu ve camiler kubbelerin işlevsel hâllerine en çok şahit olduğumuz yapılardır. Cami kelimesinin manasınca, altında müminlerin cem oldukları kubbe, bir nevi insanları psikolojik olarak da toplayan bir yapıdır.
Mekânların ruhu vardır, denir. Hatta şu söz anlatacağım olayın tam bir kanıtı mahiyetindedir: “Yahu burada, anlatamadığım bir hava var.” Bazı mekânların ruhu, tarihinden ve manevî yaşanmışlıklarından olsa gerek insanların ruhuna ferahlık verir. Özlettirir, mekâna vefa gösterirsiniz ve Âkif’in şiarına uygun bir biçimde ihtimam gösterir, incitmezsiniz altında binlerce kefensiz yatanı. Minare ve kubbeler, gökteki bulutuyla Ay’ı ve ikindi Güneşi’yle sarılsınlar da izleyelim derseniz buyurun Fatih Camii’ne seyir eyleyelim.
YELKENLER BİÇİLECEK VE...
“İstanbul mutlaka fethedilecek. Ne mutlu onu fethedecek askere ve o askerin emirine.” Hadis-i Şerifine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmet Han, hem şehrin hem insanların imarına Fatih Cami Külliyesi ile başlamıştır. Hadis-i Şerif ile müjdelenmeye nail olmuş İstanbul’un fethinin ardından inşa edilen Yeditepe’nin ilk selatin[1] camisi, ilk beden duvarı[2], ilk kıblegâhın silsilesinin devam ettiği cami adıyla müsemma Fatih Semti’ndedir.
Çoğu güzel şahsiyetin ardından, “Cenazesi, Fatih Camii’nde kılınacaktır.” çağrısını duyduğumuz ve ikindi namazına müteakip yetişmeye çalıştığımız Fatih Camii İstanbul’un en tercih edilen buluşma mevkilerindendir. Üsküdar’da mevki III. Ahmed Çeşmesi önü iken Fatih’te ise avlusu, Türbe Kapısı, Çorba Kapısı ve Çarşamba’ya açılan kapısıyla cami civarıdır. Burada buluşulur, söz verilir ve vedalar edilir. Mahallelerdeki kaldırımları dahi kaplayan arabalardan sebep bisikletini alıp soluğu avluda alan bir uçtan diğerine firarla giden çocuklar izlenir. Artık demini almış bu dünyada söylenecek tüm sözlerin söylendiğini düşündüğü için kelâm meramını yitirmiş, uzun uzun tefekkür faslına geçmiş yaşlılarla Fatih Camii karşısındaki banklarda oturulur. Simitçi geçer, cenazeler Fatiha’yla biter. Fatih Camii konumu hasebiyle iki mahalleyi birbirine bağlamakla birlikte, mahalleler arası ciddi bir insan akışını da sağlar. Bu durum, camilerde sıkça rastladığımız bir özelliktir. Cami, civar mahalleleri bölmez; akışa, gündelik hayata avlusuyla birlikte katılır ve hem mimaride hem sosyal yaşantıda kendisini gösterir. Bu seyrin içinde bazen, dün akışta bugün musallada olanlar karşılar bizi. Kimi zaman cenazelere ve ölen kişinin yakını olduğu kızarmış gözlerinden belli olan insanlara rastlayınca dünyadaki koşuşturmanı bir dakikalığına unuttuğun yer olur aynı kapının girişi. Kimi zaman da elde meşaleler Saraçhane’ye doğru yürünen davanın başlangıç noktası olur. İnsanların gür sedalarına, tekbirlerine şahitlik eder. Sesler, sedalar, yürüyenler, geçenler değişir de tek değişmeyen 500 yıllık Çorba Kapısı olur.
MEMLEKET CAMİLERİ İÇİNDE BU MABED, VÜCUDA NİSBETLE BAŞ GİBİDİR
Cami kültürünün başlangıcından itibaren camiler, yalnızca ibadet merkezi vazifesi ile değil; eğitim, sosyal alan ve ticaret merkezi işlevlerini de taşımaktaydı. Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethettikten sonra ilk iş bir şehir imarı tasavvuru ve gönül kazanma niyetiyle yola koyuldu. İlk taşı koymaya bu niyetle başladığından mıdır yahut eliyle bizzat avluya diktiği serviler sebebiyle midir bilinmez, sonraki tüm taşlar oradaki Bismillah’ın ahengini taşıyormuşçasına fevkalade bir şehir vücuda gelmiştir. Bu vücudun başını, Fatih Sultan Mehmet Han şöyle tanımlar, “Memleket camileri içinde bu mabed, vücuda nisbetle baş gibidir.” Niyetinin şehir imarından önce halkın kalbini âbâd eylemek olduğunu, asıl derdin toprak değil, gönül kazanmak adlı ulvi bir dert olduğunu vasiyetnamesinde bizlere hatırlatmaktadır.
MÜSLÜMAN, DÜNYA’NIN GİDİŞATINDAN MESULDÜR
Fatih Sultan Mehmet, camiyi 1463-1470 tarihleri arasında Mimar Atik Sinan’a yaptırmıştır. Fatih Külliyesi, medrese, darüşşifa, tabhane (misafirhane), imaret, kervansaray, sübyan mektebi, kütüphane, hamam, Saraçlar Çarşısı, Deve Hanı ve türbelerden oluşur. Dönem itibariyle insanın ve toplumun ihtiyaçları esas alarak bina edilmiştir. Aynı zamanda önceki camilere nazaran daha ferah ve çoğu ihtiyaçları geniş bir alanda karşılamasından ötürü Evliya Çelebi’nin taltifini de şu sözleriyle almıştır: “Bu külliye, mektebi, misafirhanesi ve kervansarayları ile döneminden öncekileri fersah fersah geçmiş ve şehircilik imar sahasında yeni bir çığır açmıştır.”
Külliyenin merkezini oluşturan Cami’yi, ortada dört pilpaye’ye[3] dayanan büyük bir kubbe ile yanlara doğru da dört yarım kubbe örtüyor. İç mekânda dört halifenin isimlerine ziyade bir özgünlük olarak Aşere-i Mübeşşere’deki sahabelerin isimleri yazılıdır. Camii’ye kalabalıktan ötürü zamanın ses sistemi olan mükebbire’ler[4] eklenmiştir. Camii’nin iki yanında bulunan revakların ardındaki Sahn-ı Seman medreselerinde ise Fatih’in imar ettiği şehrin maddî manevî muhafazası için çeşitli ilimler veriliyordu. Buradan şu mesajı alabiliriz: “Mesele, şehir imarından öte bir insan imarıdır.” İnsan imarı ihlâlinin uzun vadede şehri nasıl tahrif ettiğini görmek adına İstanbul silueti bir ibret tablosu olmuştur.
ŞAHESER TABLONUN HİKÂYESİ
Caminin harim[5] kısmında, müezzin mahfili üzerinde 100 yılı aşkındır duran ve üzerinde Mekke, Medine, Topkapı Sarayı ve Dünya haritasının mevcut olduğu tablonun hikâyesinden bahsetmek gerekirse Muhammed İkbal’in de dediği gibi “Müslümanın, Dünya gidişatından sorumlu olduğu” mesajını veren bir tablodur. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye ithafen yaptırılan tablonun başına gelen olayları, Mehmet Emin Saraç Hocamız şöyle anlatmaktadır:
“Tabloyu Mimarizâde (Mihmânizâde) Muhammed Ali Bey, kayınpederi Mustafa Sabri Efendi’ye ithâfen yapmıştır. Sabri Efendi, hicret etmek mecburiyetinde kalınca, tıpkı memleketi terk eden Osmanlı Sultanlarının hanelerini talan edip içindeki pek çok tarihî ve antik değeri hâiz kıymetli eşyaları yağmaladıkları gibi bu konağı da yağmalamışlar, târ umâr etmişlerdir. O yağmada bu resmi kapan şahısta, o ithaf ibaresini karalayarak, seneler sonra bunu Malta’da satışa çıkarmış. Resme bir hanımefendi müşteri çıkmış ve o zamanın parasıyla tam bir altına satın almıştır.”[6] Peki, tablo Fatih Camii’ne nasıl geldi derseniz onun da hikayesini yine Muhterem Büyüğümüz Emin Saraç Hocamız şöyle anlatıyor: “Tabloyu alan bayanı gören bir beyefendi o hanımın yanına yaklaşmış ve ‘Hanımefendi, siz bu resmi aldınız götürüyorsunuz ama bu resim Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendinin evinden çalınmış, talan edilmiş eşyalardandır. Gelin bunu evinize götürmeyin; Fatih Camii’sinin bir köşesine asın da o da sizin hayrınız oluversin.’ demiş. Hanım da insaflı bir kimseymiş, ‘Ya öyle mi!’ demiş. Hemen bir hamal bulunuyor ve getirilip bugün ki yerine asılıyor. Bu resim o tarihten beri buradadır. Camiinin boyaları yenilenirken yerinden indirmek icap etmişti. İndirirken de arkasını yırtmışlardı. Çok canım sıkılmıştı. Hem Mustafa Sabri Efendi’yi tanıyor olmak hem de hemşehrim olması hasebiyle asabiyet hislerim kabardı, kızdım. Sağolsun, Osman Topbaş Beyden rica ettik, işin ehlini buldu da tamir ettirdi. Bu resim çok manalıdır. Bir tarafta, Sultan makâmını temsil eden birtakım şeyler vardır; öbür tarafta Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara ve oraya giden tren yolu (Hicaz demiryolu) resmedilmişdir. Bu bir tarih tablosudur. Bizim sultanların gözleri, o iki makâm-ı âlîye bakar. Oraya gidecek yolları tanzim ederler.” “Hayat iman ve cihattır.” kaidesini her cemaat oluşumuzda bizlere hatırlattığı için satın alan Hanımefendi’den korumasını sağlayan Beyefendi’ye ve onarmasında katkısı bulunan hocalarımıza kadar tüm silsileyi şükranla anıyoruz.
ECDATTAN KALAN YADİGÂR KISIMLAR
Fatih Camii birçok deprem ve yangınlara tanık olmuş bu sebeplerle de epey tahrip olduğu için ilk hâliyle günümüze gelememiştir. 1509 yılındaki depremin ardından II. Bayezid tarafından onarılsa da 1771 yılında kıyamet-i suğra denilen depremde tamamen yıkılarak yeniden inşa edilmiştir. Ekrem Hakkı Ayverdi, deprem sonrası Camii’yi şöyle tasvir etmektedir: “Mayıs’ın 11’idir. Tulu-i Şems’ten bir saat geçtikten sonra vaki olan zelzele-i Kübra’da Camii’nin kubbe-i kebiresi bil-külliye harap olmuştur.” Bil-külliye harap olan Külliye’den günümüze kalanlar Şadırvan Avlusu’nun üç duvarı, şadırvan, taç kapı, birinci şerefeye kadar olan minareler ve hazire duvarlarının bir kısımdır. Ecdat yadigârı bu kısımların üzerine, eski plan şemasından daha geniş olan bugünki Fatih Camii inşa edilmiştir. Rabb’im fersah fersah genişliğiyle iltifat alan camilerimizi, cemaatinin genişliğiyle de bereketlendirsin.
Feyza Nur Sezer
Hüma Dergisi, Sayı: 2
Dipnot:
[1] Osmanlı döneminde hükümdarlar ve ailesi tarafından yaptırılan camiilere ‘’Selatin Cami’ adı verilir.
[2] Yığma bir yapıda taşıyıcı duvar
[3] Kubbeli binalarda kubbeyi tutan kemerlerin üzerine oturtulduğu büyük sütun, fil ayağı
[4] Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka, imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara verilen ad
[5] Kutsal tutulan, yabancının girmesi yasak olan yer
[6] İlyas Karaduman, Mehmet Emin Saraç, Gökkubbe Yayınevi, 1. baskı, s. 85