İçindekiler
ÖN YAZI
Emin Gürdamur, Önce Sanat Gelir, Sonra Teori, 4 7
FOTOĞRAF ÖYKÜ
Feyza Nur Çalıkoğlu, 7 8
ÖYKÜ
Sercan Ceylan, Çatal Dağ, 8 / Mehmet Aycı, Gezgi, 11 / Ali Necip Erdoğan, Tuğla, 13 / Serkan Türk, Li, 20 / Feyza Ay, Fil Yağmuru, 25 / Arif Semih Sulubulut, Kırkbayır’ın Altında, 31 / Soner Oğuz, Scotomaphobia, 38 / M. Talha Özmen, Balon Kokusu, 46 / Zeynep Sati Yalçın, Kar Treni, 51 / Hüseyin Hakan, Kuyu Ben, 57 / Ahmet Karacan, Taziyede Konuşulanlar, 61 / Melek Tosun, Gök Kana Boyandığında, 66 / Nursultan Taş, Yeşil Hanım, 69 / Mustafa Uçurum, Yokuşun Öbür Yanı, 77 / Arzu Özdemir, İşaretler, 80 82
KALDIĞI YERDEN
Esra Özdemir Demirci, Sıddık Yurtsever, Ayşe Hicret Aydoğan, Ruh Çıkmazı, 82 88
BENIM ÖYKÜM
Sema Bayar, Dalgınlıklar, 88 92
ÖYKÜCÜNÜN SÖZLÜĞÜ
Ayşegül Genç , 92 94 SÖYLEŞI Gamze Güller ile Öykü ve Yazmak Üzerine, Konuşan: Rüveyda Durmaz Kılıç, 94 99 YAŞADIĞIM GİBİ Mehmet Aycı, Sinekkuşu Kahveyi…, 99 124
YAŞADIĞIM GIBI
Mehmet Aycı, Sinekkuşu Kahveyi…, 99
ÜÇ ANAHTAR
Handan Acar Yıldız, 101 103
BAŞKA DÜNYALARIN ÖYKÜLERİ:
Anton Çehov, Eczanede, 103 / Emanuele Pettener, Küçük Sarı Ayakkabılar,107 / Adım İvad İzzet Abdul Mevla, Munîr Uteybe, 111 / Zohre Hekîmî, İyi Günler Yazar Bey, 115 117
ÖYKÜ ÜZERİNE
Kuddusi Demir, Büyük Çocuklara Adanmış Öyküler: Bir Sepet Hayal, 117 122
İLK KITAP SÖYLEŞISI
Fatma İçyer: “İçimde açılmak isteyen çekmeceler, yazılmak için can atan duygular var.” Konuşan: Hatice İbiş, 122 125
HECEÖYKÜ’DE İLKLER
Ali Kurt, Uçurum, 125 / İ. Usame Yördem, Suyun Bulandırma Kuvveti, 134 / Melisa Yılmaz, Moby Dick’li Kadın, 140 / İbrahim Gürel, Tesellinin Böylesi, 144 / Ayşe Şahin, Gözela, 146 / Özge Korkmaz, Yitirilen Her Şey ve Yenidünyalar, 149 / Ayşe Gubar, Her Şeyin Başlangıcı, 155 / Abdurrahman Alkan, Ihlamur Çiçekleri, 157 / Nalan Çalışkan, İzli Böcek, 162 / Köksal Geçer, Mum Çiçeği, 164 167
KİTAPLIK
Selma Maşlak, “Müzik Olmasa Yazılmazdı”: Uzaklara Giden Hükümdar, 167 / Nesrin Çoruh, Esra Kahya’dan Ruha Dokunan Öyküler: Benim Rüyalarım Hep Çıkar, 169 / Aslıhan Keleş Kurtoğlu, Çiçeklerin Kendi İsimlerini Hatırladığı Öyküler: Yaralı Badem Ağacı, 171 / Alin Tülay Özbek, Arayanların Öyküleri: Yüzümde Kaybolan Gölgeler, 173 / Şeyma Subaşı, Göğün Kapılarını Süsleyen Müzisyenden Yeni Eser: Paganini Dinleyen İnekler, 175
Önce Sanat gelir sonra Teori
Yazmak özgürlüktür. Bilindiği üzere bir yerde özgürlükten söz ediliyorsa orada sorulması gereken ilk soru şudur: Kime karşı? Yazarın mutlaka özgür davranması gerektiğini savunan William Faulkner için bu sorunun cevabı nettir: Teoriye karşı. Çünkü ona göre yazma işini öğretecek büyülü bir yöntem, kestirme bir yol yoktur. Bu sebeple, “Genç bir yazarın teori peşinden koşması deliliktir.” diyen Faulkner; insanın kendisini hatalarıyla eğitmesi gerektiğini, onun yazarlığı sadece “kendi yanlışlarından” öğrenebileceğini savunur. Faulkner’ın kastını anlasak bile meselenin bu kadar basit olmadığını biliyoruz. Teori ve eleştiri okumak, yazarı geliştirir, olgunlaştırır, en önemlisi de kendinden öncekilerin düştüğü hatalara düşmekten korur. Bu, tartışmasız bir gerçek. Ama bu koruma, yani eski bir edebiyatçının yolunu kaybedip bataklığa saplandığı patikadan haberdar olmak, yeni bir yazar için tarihî bir kuluçkanın kaçırılması anlamına da gelebilir. Ya da şöyle ifade edelim. Birinin orada kendini heba etmesi, diğerinin de orada heba olacağı anlamına gelmez, orası müstesna çiçeklerin açtığı bir yere dönüşebilir.
Zaten eleştirmenlerin titiz davranma sorumluluğu, bu sebeple vardır. Kişiselleştirmeden, tutarlı, bütünlüklü ve can alıcı bir merkezden konuşma yükümlülüğü, eleştirmenin birincil ahlaki borcudur. Metin dışı sebeplere dayalı, öznel, duygusal, tutarsız, kişisel yorumlar eleştiri olarak görülmemelidir. Bunlar sözde iyilik yaparken ekseri yanlış kabloyu kesen ve böylece geleceğin müthiş dehalarını henüz yolun başındayken susturan nobranlıklardır. Hayatın durağan olmadığını, mütemadiyen devinim hâlinde aktığını biliyoruz. İşleri daha da karmaşık hâle getirense hayatla birlikte insanın da değişmesi. Bu iki değişim her zaman ahenkli sonuç doğurmaz. Değişim yazıya da sirayet eder. Yazı değiştikçe teori de değişir. Öte yandan pek çok edebiyatçının, birlikte anıldığı akımlara itiraz ettiğini görürüz. Örneğin Borges, öykülerinin büyülü gerçeklik olarak tanımlanmasından hoşnut değildi.
Virginia Woolf günlüğüne, yazdıklarının ne roman ne öykü olduğunu mırıldanmıştı. Eserlerini bir türlü bulamadığı bir kavramla nitelendirmek isterdi hep. Sınıflandırmaya karşı en yerinde çıkışı Carlos Fuentes yaptı kanaatimce: “Beni sınıflandırmayın, okuyun. Ben bir yazarım, bir yazın türü değil.” Bir sanat eseri meşruiyetini teoriden değil, kendi dilinden, atmosferinden alır. Tam burada Nurdan Gürbilek’in son kitabı Örme Biçimleri’nde deneme için söylediğini öyküye uyarlayabiliriz: Her öykü, öyküyü yeniden tanımlar. Kurulan evren, varılan bilinç düzeyi eserin ufkunu da belirler. Yazar, eseri dışında bir gerçekliği ancak eserin içsel bütünlüğüne riayet edebildiği ölçüde kucaklar. Onun dili, yeni bir gerçekliğin dilidir.
Eleştirmen, içsel bütünlüğü sımsıkı dokunmuş yenilikçi bir metne yaklaşırken acze düşecektir. Sanatçıyla eleştirmenin aynı anda hedeflediği şey hayata doğru yerinden dokunabilmektir. Şu var ki sanatçı hayata çıplak elleriyle dokunurken eleştirmen araya metni almak durumundadır. Eğer metin teorinin olası kıyılarından uzakta, enginlerde yepyeni bir ada inşa etmeyi başarmışsa eleştirmenin onun üzerinden hayatı kavraması zorlaşacaktır. Kısaca, sanat eseri kendi varoluş şartları dışında hiçbir ölçüyü esas almaz ve bunu başardığı ölçüde saf sanata erişir. Rilke’nin ifadesiyle “zorunluktan” doğan bir sanat eseri üzerinde yargıya varılırken “hangi yoldan doğup çıktığına bakılır” sadece. Teori ve eleştiri, edebî eserlerin otopsisini esas alan bir hesap kitap işidir. Sanatın yolu ise bambaşkadır.
Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da bunu çok güzel ifade eder: “Sanatçı olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, özsularını aceleye getirmeyen ve baharın rüzgârlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından gelmezse yaz, diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü, ama önlerinde bir sonsuzluk bulunuyormuş gibi öylesine tasasız bir suskunluk, öylesine bir enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelip bulur ancak. Her gün öğrendiğim, Tanrı’nın her günü şükranla bağra basılan acılar içinde öğrendiğim bir şey var: Sabır her şeydir.” Belki o meşhur kıssayı hatırlamanın yeri gelmiştir. Abbasi Dönemi şairlerinden Ebu Nuvas, şiir yazmak için hocasından icazet ister. Bunun üzerine hocası ona, bin tane şiir ezberleyip gelmesini söyler. Ebu Nuvas günlerce çalışır ve hocasının huzuruna varıp, “İstediğiniz bin şiiri ezberledim.” der. Hocası bu defa Ebu Nuvas’a, “Şimdi git, ezberlediğin şiirleri unut da gel.” diyerek sonraki yüzyıllar boyunca şairlerin diline pelesenk olacak bir usul öğütler. 6 Öykücülerin teoriyle kuracağı ilişkinin nasıl olması gerektiği, bu kıssadan daha güzel anlatılamazdı. Teori hukuktur ve hukuk bireye temkin dayatır.
Hâlbuki sanatçı temkinin değil tehlikenin çocuğudur. En güzel çiçeklerin tekinsiz, tehlikeli kıyılarda açtığını, o kıyılara uzanmak için kendinden öncekilerin yaptığından fazlasını yapması gerektiğini bilir. Teori, bugüne kadarki süreçte ortaya konulan eserleri merkeze alan felsefi bir inşa faaliyetidir. Ortada edebî eser yoksa teori de yok demektir. Teori eseri anlamak, anlamlandırmak, edebiyat tarihinde bir yere oturtmak, yeni bir gözle yorumlamak, tasniflemek ve onun üzerinden bir sav geliştirmek için kullanılan ikincil bir faaliyettir. Bunu akıldan hiç çıkarmamak gerekiyor. Ve Kierkegaard’ın şu sözlerini: “Önce yaşam gelir, daha sonra er ya da geç (ama mutlaka yaşamdan sonra) kuram gelir. Bunun tersi, kuramın önce, yaşamın sonra gelmesi mümkün değildir. Önce sanat, sanat eseri, sonra kuram gelir. Ve her şey buna benzer şekilde gerçekleşir.”
Emin Gürdamur