Hayat hikâyenizi bir de kendi ağzınızdan dinlemek isteriz… Bekir Develi kimdir?

Evliyim, iki çocuğum var, Almanya’da doğdum, büyüdüm. 19 Mayıs Üniversitesi Almanca Öğretmenliği bölümü mezunuyum. Meslek hayatıma radyoda, tiyatroda başladım. Sonrasında televizyon programları yapmaya başladım. Şimdi bir de kitaplar eklendi üzerine.

Türkiye’ye göç etmek kaderinizde nasıl bir yer teşkil ediyor?

Aslında Türkiye’ye göç etmek aile bireylerimizden hiçbirinin tercihi değildi. Lakin o dönem babamın kalp rahatsızlığı vardı ve doktor tavsiyesi çerçevesinde Türkiye’ye dönmemiz gerekiyordu. Öyle de oldu Türkiye’ye döndük ancak döndükten altı ay kadar sonra babam rahmetli oldu. Eskiler “İnsan plan yaparken kader ona gülermiş.” derler. Kim bilir annemin babamın ne planları vardı ama kader onlara böyle bir yol çizdi. Bugün yaşananlara baktığımda iyi ki de olaylar böyle gelişmiş diyorum. Ben Türkiye’ye dönmüş olmaktan ve burada yaşıyor olmaktan dolayı çok mutluyum. Açıkçası Almanya’da yaşamak istemezdim.

Bir ifadenizde, babanızı erken yaşlarda kaybettiniz için hayatı kendi deneyimlerinizle öğrenmek durumunda kaldığınızı belirtmiştiniz. Babanızın vefatından sonra aile hayatınızdaki konumunuz, yeriniz nasıl şekillendi?

Ailemizin en küçük çocuğu bendim. O yüzden çok büyük sorumluluklarım olmadı. Sorumluluklar büyük abim ve ablamda toplandı. Ve tabii ki annemizde nihayetinde başımızdaydı. Dolayısıyla büyük sorumlulukların altına girmedim. Sadece Adana’da babamdan miras bir gömlekçi dükkânımız vardı. Tüm kardeşler orada çalışıyorduk. Ablalarım düğme dikiyor, ilik açıyordu. Şuan profesör olan büyük abim paketlemeleri ben de ütüleri yapıyordum. Lise dönemime kadar yıllarımız böyle geçti. Orada kazandığımızı da getirip annemize veriyorduk. 

Özgeçmişinize baktığımızda çok yönlü bir çalışma hayatınızın olduğunuzu görüyoruz. Çalışma hayatının pek çok alanında faaliyet göstermiş olmanın size katkıları neler oldu?

Birçok meslek yaptım. Fakirlik insanı maharetli kılar derler. İnsan elinde olmayanı mecbur kalınca yapmayı öğrenir. Çocuğuna oyuncak almaya gücü yetmeyen insan ne yapacak doğal olarak oyuncak yapmayı öğrenecek. Hayatta bize bunu tecrübe ettirdi. Alışveriş merkezlerinde büyüyen çocuklar düz zeminde yürümeye alışmış çocuklar engebeli arazide yürümekte zorlanırlar. Çünkü denge duyguları yeterince gelişmemiştir. Bu yüzden köy çocukları dağda bayırda zıp zıp zıplarken şehir çocuklarının yürümekte zorlandığını fark edersiniz. Bu sadece bedenen değil, karakter, kişilik ve yetenek gelişiminde de böyledir. Dolayısıyla bende hayatımın belirli dönemlerinde edindiğim tecrübeler sayesinde erken yaşta hayatın birçok gerçeğini, zorluğunu tanımış oldum.

Dolayısıyla erken yaşta edindiğim tecrübeler sayesinde ilerleyen yıllarda hayat bana çok büyük sürprizler yapamadı. Hayat bizlere meşakkatinin arkasında gizli bazı armağanlar, hediyeler getirir. Zannediyorum ben de bundan fazlasıyla nasibimi aldım. Bunu da bir kazanım olarak görüyorum. Çünkü geçmişin elemi gitti lezzeti kaldı. Geleceğimizde neler olur bilemiyoruz ama ben şimdi bu lezzeti yaşamayı tercih ediyorum

Biz aslında sizi “Anlatan adam” olarak tanıyoruz. Ancak 2019 yılında ilk kitabınız “Allah Cümlemizi Korusun”u okurlarınızla buluştu. Şimdi de ortak bir çalışmanın ürünü olan “Fabrika Ayarı” ile okurlarınızın karşısındasınız. Sizi yazmaya yönelten ne oldu? Yazarlık hayali olan birisi miydiniz?

Hiçbir zaman yazarlık hayali olan birisi olmadım. Açıkçası hâlâ da böyle bir hayalim yok. Hâlâ da kendimi bir yazar olarak nitelendirmem. Zira ilk kitabım “Ben yazar değilim.” cümlesiyle başlar. Düşünün ben yazar olduğumu söylersem o zaman Necip Fazıl, Ahmed Arif gibi kıymetli isimlere ne diyeceğiz, onları nereye koyacağız? Dolayısıyla kendimi yazar olarak adlandırmıyorum. Ben popüler bir kişiliğim ve bu popüler kişiliğimle yaşadıklarımı, hissiyatımı bir kitaba döktüm. Kendimi asla yazar olarak nitelendirmiyorum.

Ben anlatmayı çok severim. Çünkü anlattıklarımın karşımdaki insanlara tesir ettiğini izlemek beni çok mutlu eder ve hayrete düşürür. Eğer hüzünlü bir şey anlatıyorsam o hüzünlü hâlin insanlara sirayet ettiğini görmek ya da komik bir şey anlattığımla o insanlarla birlikte gülmek çok hoşuma gidiyor. Kitap, bunu deneyimleme fırsatını pek tanımıyor. Adam gülmüş sonra oturmuş kitabı okumuş ya da ağlamış ve kitabı okumaya başlamış bunu bilemiyorsunuz. Televizyonda bu bakımdan kitapla benzerlik gösteriyor. Orada da yuvarlak bir ekrana konuşuyorsunuz dolayısıyla muhatabınız olan insanların o sırada ne yaptığını, ne düşündüğünü, hangi ruh hâli içerisinde olduğunu kestiremiyorsunuz. Tüm bu sebeplerden ben her zaman yüz yüze anlatmayı tercih ediyorum.

Zaten Nebevî metod da budur. Peygamber Efendimiz (sas) de ashabıyla her daim yüz yüze iletişim kurmuştur. Dolayısıyla kitap serüvenim yayıncı Münir Üstün Bey ve çok yakın dostum Saadettin Acar’ın ısrarıyla oldu. Ancak burada da daha önce hiç görmediğim, aşina olmadığım farklı bir kitleye ulaştım. O kitleyi de tanıma ve kendimi tanıtma fırsatım oldu. Dolayısıyla bu durumdan hiç şikâyetçi değilim. İşin aslı yazar olmadan bu âlemde takılıyorum diyebiliriz.

“Fabrika Ayarı”, kıymetli gönül insanı Hayati İnanç ile gerçekleştirdiğiniz bir sohbetin, muhabbetin sonucunda ortaya çıktı. Bu sohbetin amacı neydi? Okurlarınıza ne anlatmak istediniz?

İnsanın konuşması ve susması gereken yerler vardır. Bu iki yerin ayrımını doğru yapabilen insanlara da arif insanlar ya da ahlaklı insanlar diyoruz. Hayati İnanç konuşması gereken bir insan ve maalesef ki Türkiye onu çok geç tanıdı. Hayati Hoca son iki yıldır herkes tarafından tanınmaya ve özellikle gençler tarafından sevilmeye başlandı. Ancak zaman zaman kendime soruyorum Hayati Hoca bundan birkaç yıl önce vefat etmiş olsaydı ne olacaktı. Bugün birçok kişi onu tanımaktan mahrum kalacaktı. Hâlâ aramızda konuşması ve bizim de onların konuşmasını dinlememiz gereken insanlar var. Belki de onları hiç tanımadan ölüyorlar da biz fark etmiyoruz. Aslında güzelliği takdir etmekle beraber ıskaladıklarımıza da yanmakla geçiyor ömrümüz. Kim bilir daha nice güzellikleri ıskalıyoruz. Ben bu çalışma sayesinde Hayati Hoca’yı konuşturarak aslında iyiyi, güzeli tefrik etmeye çalıştım. İnsanlar güzeli görmeli ki başka bir yerde başka bir güzelliğe rastladıklarında onun farkına varabilsinler, yanında durabilsinler istiyorum. Dolayısıyla bu kitap yolculuğumuzun temel gayesi Hayati Hoca’yı konuşturmak, güzelliklerin fark edilmesini ve çoğalmasını sağlamaktı.

Böyle bir çalışmayı oluşturmak için ne gibi ön çalışmalar yapıldı? Bu süreç nasıl gelişme gösterdi?

Bu çalıştırmayı oluştururken dört ana konu belirledim ve bu dört ana konu özelinde Hayati Hoca’nın mütalaasını almayı amaçladım. Bu dört ana başlıktan birincisi ve bence çağımızın en önemli sorunlarından biri olan “Ahlak” konusuydu. Çünkü bence bizim toplum olarak namaz ile Kuran’ı Kerim ile ilgili bir sorunumuz yok ve insanların geneli Allah’a inanıyor. Mesela, ben hiç puta tapan birisini görmedim ama ne yazık ki Allah’a inandığını iddia edip birbirini dolandıran insanlar gördüm.

Dolayısıyla temeldeki sorunumuz ahlaki. Bizim ülkemizde trafik sorunu yok ahlak sorunu var! Mesela, sürücünün biri bulunduğu araç kuyruğunun en arkasından gelip en öne geçmeye çalışıyor. Biz buna trafik sorunu diyoruz ama burada ahlaki bir sorun var. Bizim aile içi iletişim sorunumuz yok, bizim eşler arasındaki ahlaki dengeyi kuramama sorunumuz var! Komşu hukuku problemimiz yok, birbirimizle ahlaki dengeyi kuramama gibi bir sorunumuz var! Arkadaşlık, siyaset, dini ilişkiler, ticari ilişkiler hepsinde yaşanan sorunları buna bağlayabiliriz. Bu sebeple kitaptaki ilk meselemiz ahlaktı. 

Peygamber Efendimiz (sas), sakal bırakır sakal bırakmak sünnettir, misvak kullanır misvak kullanmak sünnettir. Ama güler yüz göstermek, yalan söylememek, insanlara zarif ve kibar davranmakta sünnettir. Neden şekle denk gelen şeyleri uygulamakta zorluk çekmiyoruz da ahlaka, içeriğe, muhtevaya ilişkin şeyleri hayatımıza aktarmıyoruz. Bu yüzden ahlak, iman, namaz ve tövbeyi konuştuk. Aslında “Fabrika Ayarı” bu dört fil ayağı üzerinde bina edilmiş bir kitaptır.

Kitabı okurken sohbetinizin samimiyetini hissedebiliyoruz. Bunu nasıl sağladınız? Gerçekten de tüm bu yazılanlar bir sohbet esnasında kaydedilenler miydi?

Kitap, tüm sohbetin birebir deşifresi olarak hazırlandı. Deşifre edilen metinler sonrasında incelememiz için bize gönderildi ve belki edebi cümleler eklemek isteyebileceğimiz söylendi. Ancak bizim derdimiz daha iyi edebi cümleler kurmak değildi. Şunu da söylemeden geçmeyeyim ki Türkiye’de bunu yapabilecek birkaç adamdan biridir Hayati İnanç. 100 sayfalık bir kitap yazar hiçbirimiz hiçbir şey anlamayız. Ama bizim amacımız dediğim gibi kelimelere takla attırmak değildi.

Kitabın önsözünde de ifade etmeye çalıştığım gibi, ötesi değil, fazlası değil: Sadece o bir kişiyi arıyoruz! Bu bilgiye talip olacak olan o kişiyi… İnsanlar bu kitabı okuduklarında ne kadar da ontolojik sancılar desin diye değil, bu derdi çeken bir tek ben değilmişim, bu günahı işlemiş olsam da namaz kılabilirmişim, namaz kılmam için Cenab-ı Hak fırsatlar yaratıyormuş, hiçbir şey için geç değilmiş desinler diye hazırladık. Okuyan bir şeyleri ucundan yakalayabilsin, okuduklarından bir şeyler ona tesir etsin diye uğraştık. Amacımız da muradımız da buydu. Bu kitap sayesinde birbirimizle hem hâl olalım istedik.

Kitapta Hayati İnanç’a yönelttiğiniz bir soruyu izninizle ben de size yöneltmek isterim. Her şeyin hoyratça ve hızlıca tüketildiği günümüzde kitabı değerli kılan nedir? Neden kitaptan vazgeçmemeliyiz?

Hayati Hocam bu soruyu çok güzel cevaplamıştı aslında. Ne demişti: Kitap eski bir dost gibidir. Yıllar sonra bile raftan çıkardığınızda onunla yeniden tanışır, mülaki olursunuz, kokusunu özlersiniz… Ancak kitap oburluğundan değil, sadece doğru eserleri okumak yazarla hem hâl olmaktan bahsediyorum. Aslında bir yazarın kitabını okumak onunla göz göze gelmekten öte bir şeydir. Çağımız buna empati diyor ama ecdat buna hem dem olmak, hem hâl olmak, onun hâliyle hâllenmek diyordu. Bizim yeniden birbirimizle hâlleşmeye çok ihtiyacımız var. Bir de kitaplara dokunuruz. Böyle bir özellikleri vardır. Biz aslında birbirimize dokunmuyoruz. İnternet üzerinden yazışırken el sallıyoruz, gülümsüyoruz… Ama dokunmuyoruz, gerçekten gülümsemiyoruz. Bizim bence millet olarak birbirimizin gözlerine bakmaya ihtiyacımız var. “Bu çılgınlık dursun hadi gel bir daha konuşalım…” demeye ihtiyacımız var.

Baktığınızda insan olarak o kadar çok ortak yönümüz var ki. Bugün bir şehit haberi aldığımızda hepimiz oturup ağlıyoruz, ezan okunduğunda hepimiz oturuşumuza çeki düzen veriyoruz, biri vefat ettiğinde arkasından aynı Fatiha’yı okuyoruz… Bayrağımızı gördüğümüzde hepimiz ürperiyoruz, bayrağımızın yere düştüğünü gördüğümüzde hepimiz kaldırmak istiyoruz, bir yetim görsek başını okşamak istiyoruz... Bütün bu birlerin içerisinde biz ne ara iki olduk ne ara ayrıldık birbirimizden. O yüzden oturup gerçekten herkes birbirini koşulsuz affetmeli. Herkes birbirinin yeniden gözlerine bakıp: “Hadi gel bir daha konuşalım belki de ben hatalıyımdır…” demeli ve bir ucundan başlayabilmeli. Bu kitap bize bu bir ucundan başlama noktasında bir kapı aralayabilir.

Kitapta sözü söylemenin öneminden, sohbetin gücünden, bereketinden sıkça söz ediyor ve önemine vurdu yapıyorsunuz. Sadece söylediklerimizden değil, söylemediklerimizden de hesaba çekileceğimizi ifade ediyorsunuz. Günümüz insanını bu çerçevede değerlendirmenizi istesek neler söyleyebilirsiniz? Toplum olarak bu hassasiyetlere yeterince sahip miyiz sizce?

Aslında bu hassasiyete sahibiz ama donanıma sahip değiliz. Bir de toplum neden böyle oldu, gençlik neden böyle oldu, gençliğin durumu çok kötü diyerek topu gençlere atmaya çalışıyoruz. Oysa bu durumunun sorumluları gençler değil bizleriz. Gençler masum suçlu biziz! Çünkü onları siz yetiştirdiniz, o gençler sizin müfredatınızı okudu, sizin ona verdiğiniz kitapları okudu, sizin ona sunduğunuz ünlüleri, programları izledi. Bunun suçlusu Hayati İnanç gibi insanları majör ekranlara çıkarmayanlarda, Serdar Tuncer’i sadece ramazan aylarında ekrana çıkaranlarda… Sonra neden gençlik böyle oldu? Kimse kusura bakmasın ama bunun mesulü biziz.

Size çok kıymetli bir şey anlatayım: Efendimize (sas) diyorlar ki: “Siz toplumun içerisine girdiğinizde ayağınıza basıyorlar, çekiştiriyorlar… Biz sizin hanenizin dışına bir sekme yapalım ve siz oradan namaz kıldırın, oradan sohbet edin.” Efendimiz (sas) bu söylenenleri duyunca çok kızıyor ve diyor ki: “Hayır ben onların arasına gireceğim, onlar benim ayaklarıma basacaklar ve çekiştirmeye devam edecekler. Ben onların arasından çıkmayacağım, böyle bir şeyi nasıl teklif edersiniz.”  İşte biz bu derece kopuğuz Efendimizden (s.a.). Artık hiç birimizin ahlakı onun ahlakını yansıtmıyor. Dolayısıyla Allah’ın sözlerini, Efendimizin ahlakını yansıtan çok kötü birer örnekleriz. Ben çok üzülerek müşahede ediyorum ve bundan da kendi adıma çok korkuyorum. Bu konuda hesap verebilmeyi Allah’tan niyaz ediyorum.

Bu kitap içerisinde de aşk gibi çok daha popüler, ilgi çekici konular işleyebilirdik. Ancak Hayati Hocam ile bir araya geldiğimizde bu kitap çok fazla gence ulaşacak; iman, ahlak, namaz anlatalım dedik. Çünkü bu bizim üzerimizdeki bir vazife. Ben de aşktan, Leyla ile Mecnun’dan, Yusuf ile Züleyha’dan konuşulsun isterim. Ancak bir yerde çok büyük bir yangın var ve büyümeye devam ediyor. En azından girizgâhımız böyle olsun da aşkı yine konuşuruz diye düşündük.

Modern hayatın getirdiği yenilikler ve teknolojideki gelişmeler sayesinde geçmişte sahip olmadığımız birçok imkâna sahibiz. Ancak buna rağmen zamanımızın darlığından, bir şeylerin eksikliğinden, yoksunluğundan yakınıyoruz. Bu bağlamda modern dünya bize kazandırdıklarının yanı sıra neleri kaybettirdi?

Bu konuda yıllarca insanlara yanlış bir telkinde bulundular. Batının teknolojisini alalım ama ahlakını almayalım. Böyle bir şey mümkün değil ki! Her teknoloji her yeni gelişme kendi ahlakıyla taşınıyor hayatımıza. Dolayısıyla televizyon, internet güzel teknolojiler. Ben tamamen hayatınızdan çıkarın demiyorum aksine bunlardan istifade etmeliyiz. Mesela, Efendimiz (sas) Mescidi Nebevi’de ilk defa hutbe de irad buyurduğunda onun mübarek ayaklarının altına sesi herkese ulaşsın diye bir hurma kütüğü konuldu. Peki, Efendimiz (sas) bugüne teşrif buyursalar biz yine ayağının altına hurma kütüğü mü koyarız? Tabii ki hayır! Dolayısıyla günümüz imkânları neyse onları kullanmalıyız. Ancak bunu yaparken nasıl ve ne için kullandığımıza dikkat etmeliyiz.

Bu zaman darlığından yakınan insanlara sormak isterim, zamanları olduğunda ne yapıyorlar. Dar zamandan yakınıyorsun ama Allah sana zaman verdiğinde de bunu nasıl değerlendiriyorsun. Sonuç olarak teknoloji bir nimettir ancak biz onunla ne kadar hem hâl olabiliyoruz ve onu ne kadar doğru işlerde kullanabiliyoruz. Hayatımıza birçok yenilik girip çıkacak her şey çok hızlı devran edecek. Burada önemsememiz gereken biz bu sırada nerede duruyoruz. Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, pergelin bir ayağı hâlâ merkezde mi? Kalp, Allah diyor mu? Önemli olan budur. Yoksa pergelin diğer ayağı dolansın dursun hiç önemli değil. Yeter ki merkez Allah desin!

Kitabın ismi içerisinde yer alan sohbet ile çok örtüşür olmuş. Sizce toplum olarak, birey olarak fabrika ayarlarımıza nasıl dönebiliriz?

Bizim en temel fabrika ayarımız Efendimiz (sas), ben başka hiçbir ayar tanımıyorum. Başka hiçbir ayarın mayamıza uyacağına da inanmıyorum. Bence biz yanlış yerlere bakıyoruz, kendi ayarımızı kendimiz bozuyoruz. Çocuğumuz nasıl daha iyi bir öğrenci olur, çocuğumu daha iyi nasıl yetiştirebilirim sorularının cevabını asrısaadette değil de Batılı bir pedagogun yazdıklarında arıyoruz. Freud okuyarak Ömer Halis Demir yetiştiremezsiniz, Seyid Onbaşı yetiştiremezsiniz, Heidegger okuyarak Fatih Sultan Mehmet yetiştiremezsiniz!  Okunacak ve örnek alınacak biri varsa o da Peygamber Efendimizdir (s.a.),  aradığımız her sorunun cevabı Allah Resulündedir. Tasavvuf, tarikat hiç birine ihtiyacımız yok sadece Allah Resulünü tanımaya ihtiyacımız var.

Söyleşilerimde hep söylüyorum, cebinizde sadece bir tane kitap alacak kadar paranız varsa lütfen benim kitabını almak yerine bir Siyer alın, Peygamber Efendimizi (sas) tanıyın. Çünkü biz de onu anlatmaya çalışıyoruz. Çocuk nasıl yetiştirilir, mutlu evliliğin sırrı nedir, cihad nasıl edilir, insanlarla nasıl iletişim kurulur, sana zulüm edene nasıl davranılır, merhamet nedir, ahlak nedir… Aradığımız her şeyin çaresi Efendimizde (sas). Ne aradınız da onda bulamadınız? Ne aradık da orda bulamadık?

O zaman sorun şu: Dermanı nerede arayacağımızı bilmiyoruz! Nerede neleri yitirdiğimizi bilmiyoruz! Biz Efendimizi kaybettik, onu yitirdik ve bundan ancak ona sarılarak kurtulabiliriz. Bu konuda başka hiçbir çözümü kabul etmiyorum. Biz ona ne kadar benzersek, Allah da bizden o kadar razı olur. Çetrefilleştirmeye, farklı yollar aramaya gerek yok, kurtuluş Efendimizde.

Aslında bu dünyayla ilgili beklentilerimizi de çok yüksek tutuyoruz ve bu yüzden de sıkıntılar çekiyoruz. Eğer bizim Müslümanlığımız, dünyevi mutlulukla doğru orantılı olsaydı bu mutluluğu en çok Efendimiz (sas) hak ediyordu. Dünyevi mutluluk; ibadetle, imanla doğru orantılı olsaydı bunu yine en çok Efendimiz (sas) hak ediyordu. Ancak Efendimizin (sas) neler yaşadığını da çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla biz ona benzeyeceğiz ona sığınacağız, onun gibi olmaya çalışacağız, ona dil uzatan herkesi kendimize dil uzatmış gibi üzüleceğiz ve karşısında duracağız.

Kitapta da yazdık: İslâm’ın ilmi var fikri bir düşüncesi var medeniyeti var sanatı var teolojisi var ama bütün bunlar ne için var bir hâle dönüşmek için var. Allah’ı anlatan en iyi kitapları okuyun eğer okuduklarınız sizde bir hâle dönüşmüyorsa bunun hiçbir anlamı yoktur. Ahlakı anlatan bütün kaynakları okuyun ama siz ahlaksız bir bireyseniz ya da bu okuduklarınız sizi bir adım öteye götürmemişse bunlar sadece kuru bir bilgi olarak kalmaya devam edecektir. Tüm bu anlatılanlar, yazılanlar bizde bir hâle dönüşmek için varlar. Dolayısıyla Efendimizi (sas) okuyup okuduklarımızı bir hâle dönüştürebiliyorsak ne mutlu bize. Allah’ın da bence kulları olarak bizden muradı bu.

Hayati İnanç’ın sizdeki yeri nedir? Kendisiyle böyle bir çalışmada yer almak, böyle bir deneyimi edinmek sizin için ne ifade ediyor?

Hayati İnanç bana sevdiğimden haber verendir. Sevdiğimden bir şey var ondan bende olmayan… O yüzden de benim için çok kıymetlidir. Bu yüzden kemali edeple bende olmayanı ondan almak için onun gönlünü hoş tutmaya çalışırım. Hayati Hoca’yı bir puzzle gibi düşünüyorum. Sanki onun bir kısmını asrısaadetten bir kısmını Osmanlı’dan yapmış ve bu zamana ışınlamışlar. Hayati Hocam gibi ıskaladığımız yüzlerce insan var. Az önce de ifade ettiğim gibi Hayati Hoca dört sene önce vefat etmiş olsaydı ne olacaktı? Elimizden kayıp gitmiş olacaktı. Selim Günzüdalp, Akif Emre, Abdulmetin Balkanlıoğlu elimizden kayıp gitmedi mi? Bu millet bu güzel adamlardan kaç tanesini gereğince tanıdı. Onlarda olan ve bizde olmayan kaç şeyi alabildik onlardan?

Okumanın fıtratında vardır bir süre sonra okuduklarınızla, anlattıklarınızla hâllenmeye başlarsınız. Hayati Hocam da anlattıklarını yaşayan bir insan. Bazen birlikte yolculuklara çıkıyoruz, bakıyorum dudağı sürekli kımıldıyor. Biri onu methettiği zaman bundan rahatsızlık duyar, hissederim. Bu konu üzerine bir anımızı anlatmak isterim size: Birlikte çıktığımız seyahatlerden birinde Hayati Hocam ile namaz kılmak için camiye gittik. Yanımızda Hocamın asistanı da var. Namazımızı kıldık dönerken kendi ayakkabısını giydikten sonra asistanının ayakkabısını çevirdi ve dışarı çıktı. İşte bizim insanlar olarak buna ekmek gibi su gibi ihtiyacımız var. Buna ekmek gibi su gibi ihtiyacımız var. Bu hâl ile hepimiz hâllenmeliyiz. Dervişin biri Cuma namazını kılmak için caminin önünde çarığını çıkarıyormuş. Caminin yöneticisi “Padişahımız geliyor, sadrazamımız geliyor, çekilin!” diye bağıra bağıra yıkıp geçmişler önlerinde ne varsa. Dervişte o hengâme sırasında yere düşmüş. Sonra arkasından bakmış “Ey kudretli, devletli padişahım senin namaza gidişin buysa…” demiş.

Hepimiz kendi hayatımızda bir yerlere yetişmeye, hayatın ritmine uyum sağlamaya çalışırken birilerini deviriyoruz. İşte bu yüzden belki de durup tekrar arkamıza bakmalıyız o devirdiklerimizden helallik almalıyız. En başta da gönlümüzden helallik almamız gerekiyor, çünkü çok ona zulüm ediyoruz. Bundan bir yüz yıl sonra muhakkak hepimiz ölmüş olacağız. O yüzden ardımızda iyi izler bırakmak gerekiyor.