Umberto Eco: İnsanlar basit şeylerden bıktı

“Eco, büyük öğrenme elbisesini usulca giyen bir entelektüeldi. Hayat, tıpkı roman gibi, sonsuz ve ilgi çekici bir oyundu.” Stephen Moss’un Umberto Eco’nun ölümünden sonra kaleme aldığı ve 20 Şubat 2016’da The Guardian’da yayımlanan yazısını alıntılıyoruz. Yazıyı Dünyabizim için Ayşenur Temiz çevirdi.

Umberto Eco: İnsanlar basit şeylerden bıktı

Büyük öğrenme elbisesini yavaşça giyinen bir entelektüel için hayat,

tıpkı roman gibi sonsuz ve ilgi çekici bir oyundu.

Umberto Eco, 2011'de onunla tanıştığımda yorgundu. 80 yaşında, romanı Prag Mezarlığı'nı tanıtmak için zorlu 20 günlük bir turun ortasındaydı ve çökmüş durumdaydı. Oraya üzerinde tartışmak için geldiğimiz romanı pek beğenmedim -bana onun karmaşık, komplo temelli romanları kalıplaşmış gibi geldi- ve deyimsel İngilizceyi bilmemesine dayanan bazı komik yanlış anlaşılmalar vardı. “Forma geri dönüş” de nedir?” Yine de görüşmemiz hatırlanmaya değerdi. Kariyerinin bu kadar geç bir döneminde olmasına rağmen, son derece başarılı bir yazar olan, fakat daha ilginç bir şekilde, kamu entelektüelliğinin nadir bir örneğiyle karşılaştığım için şanslı olduğumu biliyordum.

Konuşması, ışık hızıyla ilerleme eğilimindeydi. Baktığı yoğun bulutlardan -Prag Mezarlığı’nın kritiğini yapmaya çalıştık, ama iradesi zayıftı- aniden görkemli ve parıldayan bir aperçu (Fransızca görü) çıkarabiliyordu. Silvio Berlusconi’nin politik başarısını tartıştığımız sırada bana, “İtalya entelektüel bir ülke değil” dedi. Tokyo metrosunda herkes bir şeyler okuyor. İtalya'da ise durum böyle değil. “İtalya'yı Raphael ve Michelangelo'yu ortaya çıkaran ülke olduğu gerçeğiyle değerlendirmeyin.”

Kariyerindeki başarısının sırrı, kendisine geç gelen şöhretti: En çok satan kitabı Gülün Adı, 1980 yılında, 48 yaşındayken ve Bologna Üniversitesi'nde göstergebilim profesörü olarak yer aldığı sırada yayınlandı. Bu kitabı 14. yüzyıldan kalma bir manastırda geçen bir cinayet gizemi olarak kısa polisiye dizileri yayınlamak isteyen bir İtalyan yayıncının ısrarıyla yazdı. Her zaman edebi parodi yazmak isteyen Eco, bu işi kabul etti çünkü onun deyişiyle “bir keşişi zehirliyormuş gibi” hissetmişti. Oldukça sıradan, müzikal bir tema üzerine vals yapmakla görevlendirilen ama bunun yerine muazzam ve karmaşık Diabelli Varyasyonlarını ortaya çıkaran Beethoven'ın adımlarını izleyen Eco, gazetecilerin deyişiyle “Borges ile Conan Doyle’ı bir araya getirmeyi başaran” 500 sayfalık bir behemoth yazdı. Bu eser, her türlü felsefi yansıma ve edebi oyun oynamaya yer verilen bir suç prosedürüydü. Kitap, 30 dilde 10 milyon kopya satarak ve Basingerville'deki Sherlock Holmes’u andıran keşiş dedektif William’ı oynayan Sean Connery ile 1986'da başarılı (ayrıca çok daha akıcı) bir film haline gelerek olağanüstülüğünü kanıtladı.

Eco’nun; Foucault’daki Sarkaç (1988), Önceki Günün Adası (1994) ve Baudolino (2000) olmak üzere daha sonraki romanları da iyi sattı ve bu sayede düzenli işini bırakabilirdi. Ama o bunu hiçbir zaman yapmadı. “Ben bir filozofum” diye ısrar etti. “Sadece hafta sonlarında roman yazıyorum.”

Yarım düzine roman yazdı. Ancak göstergebilim, eleştirel teori ve felsefenin yönleri üzerine yaptığı çalışmaları (en eski akademik eğitimi orta çağ felsefesi üzerineydi) bu sayının 10 katına yakındı. Eco; Fransa ya da İtalya'ya yabancı olmayan, Anglosakson dünyasında hayal etmesi zor olan şahıslardan biriydi: her şeyle ilgilenir; aristokrasinin veya geleneğin çektiği sınırlara aldırmazdı, bir gösterge bilimci olarak, her şeyin çözülebileceğini düşünürdü, Jorge Luis Borges’in bulmacalarına ve edebi şakalarına gömülürdü, bu şakalar ve bulmacalar için aynı zamanda hem komik hem de ölümcül derecede ciddi olabiliyordu. Belki de İtalyanlar, yaşamın ilahi bir komedi olduğunu anlamada çoğu kişiden daha iyidir: ilahiliğe saygı göster, ama esas komediyi asla gözden kaçırma.

Eco'ya, bazı eleştirmenlerin onun sonraki romanları için hoşnutsuz oluşlarının ve satışlarının ilk başarıları oranlarıyla tam olarak eşleşmemesinin kendisini rahatsız edip etmediğini sordum. “Eleştirmenlerin ne kadar farklı görüşleri olduğuna her zaman şaşırırsın,” dedi bana. “Bir kitabın ancak 10 yıl sonra, okunduktan ve yeniden okunduktan sonra yargılanması gerektiğini düşünüyorum. Her zaman çok bilimsel, felsefi ve çok zor bir dille yazan biri olarak tanımlandım. Daha sonra hiç de bilimsel olmayan bir roman yazdım. Sade bir dille yazmıştım: Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi. Romanlarım arasında en az satan roman buydu. Muhtemelen ben mazoşistler için yazıyorum. Sadece yayıncılar ve bazı gazeteciler insanların basit şeyler istediğine inanıyor. İnsanlar basit şeylerden bıktı. Onlar kendilerine meydan okunsun istiyorlar.”

Eco’nun 60 yıllık kariyerini kavramaktaki sır, onun romanlarını bir bağlam içine sokmak olacaktır. Eco’nun diğer karakterlerini dışlamak amacıyla Gülün Adı kitabının yazarını öne çıkaran biyografilere güvenmeyin. Romanları, onun ürünlerinin yalnızca küçük bir parçasıydı ve onun eleştirmen, editör, edebiyat teorisyeni ve çok yönlü provokatör olarak sunduğu katkılar unutulmamalıdır. Her şeyden çok etkileniyor ve her şeye bakmak istiyordu. Onun için hiçbir şey dokunulmaz değildi. İçinde büyüdüğü toplum, ikinci dünya savaşı yüzünden parçalanmıştı ve o da bunun nedenini anlamaya çalıştı. Solcu siyasetinin ve hiç bitmeyen entelektüel gezintisindeki sır işte buydu. Belki de Anglosakson edebi ve entelektüel dünyası daha güvenli ve daha bağımsızdır. Çünkü yüzyılın ortasındaki felakete maruz kalmamıştır.

“Bazen Gülün Adı kitabından nefret ediyorum diyorum” dedi bana, “Çünkü devamındaki kitaplar belki daha iyiydi. Ama bu birçok yazarın başına gelir. Gabriel García Márquez 50 kitap yazmış olabilir, ama her zaman Yüzyıllık Yalnızlık kitabıyla hatırlanacaktır. Her yeni bir roman yayımladığımda, Gülün Adı’nın satışları artar. Acaba hangi tepki buna sebep oluyor? ‘Ah, yeni bir Eco kitabı. Ama Gülün Adı’nı hiç okumamıştım.’ diyorlar herhalde. Bu arada, Gülün Adı ciltsiz olduğu için daha ucuza mal oldu.” diyor gülerek, tüm yorgunluğuna rağmen, konuşmamız sırasında birçok kez yaptığı gibi. Eco, büyük öğrenme elbisesini usulca giyen bir entelektüeldi. Hayat, tıpkı roman gibi, sonsuz ve ilgi çekici bir oyundu.

Çeviren: Ayşenur Temiz

YORUM EKLE

banner36