“Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”
Hadis-i Şerif
Beşerî nasiblerin en büyüğü, hiç şüphesiz iman, ondan sonra da mârifetullahdır. Mârifetullah, yani Allah’ı hakikatine muvafık bir suretle bilmek… Sonra da bu temel bilgi üzerine bina edilmiş olarak bütün bir âlemin kamil bir izahına sahib olmak.
Hiç şüphesiz dünyamızdan bu kemâle ulaşmış müstesna fıtratda pek çok insan gelip geçmiştir. Fakat, ne yazık ki devrimiz, bu vasfı hâiz insanlar bakımından büyük bir kıtlık içinde bulunmaktadır. Zira şahsiyetin teşekkülü –hiç şüphesiz- fıtrî ve tabiî şartlar kadar beşerî ve ictimaî şartlara da bağlıdır. Denilebilir ki; o, fıtrî hususiyetlerle ictimaî şartlara da bağlıdır. Denilebilir ki; o, fıtrî hususiyetlerle ictimaî mûhitin müşterek bir enmucizesidir.
Memleketimizde nice zamandan beri gerçek ilmin ve âlimin barınmasına imkân bahşetmeyen dehşetli bir hüşûnetin hükümfermâ olduğu muhakkakdır. Kıymet hükümlerinin alabildiğine değişmesiyle bir zelzele mıntıkası yâni enkaz yığını haline gelen cemiyetimizde, bazı talihli insanlar, tıpkı bir yıkıntının içinde kalan ufak bir hava boşluğu sâyesinde varlığını idame ettirebilen bir tutam yeşil ot parçası gibi, taze, bâkir ve masun kalabilirler. Bu talihli insanlardan biri de, kendisini yakınen tanımanın hudutsuz saâdeti arkasından erken kaybetmenin dayanılmaz acısına mâruz kaldığımız büyük âlim ve mücâhide Hatice Suad Safayhi Hanımefendi idi. Derin ve şahsiyetli Osmanlı dünyasından bize kadar ulaşabilmiş müstesna bir insandı. İhtimal, annelerimizin hatta daha emin bir tabirle söylemek gerekirse büyükannelerimizin nesilleri içinde emsâli pek çoktu. Fakat O, zamanımızda hilkad garibesi sayılacak derecede devrimize yabancı, fakat ruhumuza âşinâ idi. O’nunla çok def’a zamanımızdan koparak İslâm’ın hükümfermâ olduğu sâadet dolu devirlere uçup gitmiştik. Bize özlediğimiz dünyadan gönderilmiş müstesnâ bir haberci gibiydi. Ne yazık ki, O’nu, hayatının, kendisinden en fazla istifade edebilecek olan en verimli çağında kaybetmiş bulunuyoruz. Kelimenin tam mânâsıyle öksüz ve bîkes kaldığımızı söylersem mübalâğa etmiş sayılmamalıyım. Zira bir çocuğun ölen babası veya anasının yerine bir başkasını –imkân nisbetinde- ikamesi yine de mümkündür. Fakat, biz bir benzeri olmayan ve bize sırf kendisinin tanıyıp bildiği bir âlemden âbıhayat halinde ilim, iman ve ahlâk düsturları sunan müstesnâ bir mürebbiyeden mahrum kaldık. O’nun yerine kimi koyabiliriz ki?!...
Nesiller boyu âlim ve âbidler yetiştirmiş köklü bir âilenin son büyük mümessillerinden Yahya Efendi Dergâhı Şeyhi Abdülhây Efendi Hazretleri ile O’nun kendisi gibi âlim ve şâir hanımının müstesnâ himmet ve gayretleriyle yetişen, sonsuz bir iman ve ilim istidadı ile mücehhez olan Hatice Suad Safayhi Hanımefendinin en çok kullandığı kelime “Bilmiyorum”du. Eşsiz fıkıh ve tasavvuf bilgisine, hudutsuz seziş kaabiliyetine ve Arabcayı ana kucağında âlim bir kadından bütün incelikleriyle öğrenmiş olmasına rağmen, ciddi bir kaynağa bakmadan hüküm vermekten ictinab eder ve “Aman, ben Allah’dan korkarım. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere şahsi reyimle mânâ veremem.” derdi. Talebelerine de her şeyden önce bu ölçüyü kazandırmaya çalışırdı.
Her yaş ve kültür seviyesindeki insanla öylesine kolay anlaşır ve hiç kimsenin gönlünü kırmadan ve fakat ölçülerinden de feragat etmeden anlaşırdı ki, bu hususda sanatkârane bir dikkat ve zarâfet sahibi olduğunu söylemek kabildir. O derecede ki, benim üç yaşındaki oğlumla rahatlıkla anlaşabildiği, onun gönlünü alıp kendisiyle arkadaş olabildiği gibi, ilk mektebden üniversiteye kadar her seviyede tahsil görmüş kimselerden, hiç tahsil görmeyip hayat tecrübeleriyle kalmış olanlara kadar her çeşid insanla gayet nâzik ve âsil bir üslûb içinde anlaşıp görüşürdü. Girdiği her meclisde, mâveradan en duyulmadık sesleri getirmişçesine alâka çeker, coşkun bir vecd içinde konuşarak dinleyenleri ilim hikmet ve şiiriyetin engin sihri ile büyüler ve bulunduğu meclisi muhabbetullah ve muhabbet-i resûlullahın nuğyan eylediği bir ilim meclisi haline dönüştürürdü. Artık onu yetiştiren o kâbına varılmaz âsil muhid mevcud olmadığına göre, bir benzerini bulmak da imkânsız demektir. Fakat, herşeye kaadir olan Rabbim sonsuz lütuf ve keremine iltica eden gönlümüzden bir “acaba?” geçmekte ve kavruk dudaklarımız ister istemez;
“Dağlar geçid olmuş, çalılar yol verecek,
Mâzi denen eski kütük, dal verecek
Gül gül açacak başlara albayraklar
Sabret çocuğum, anaç kovan bal verecek.”
mısralarını terennüm etmektedir.
Başkalarının ellerinde tuttukları tuzun, bizim yaramıza serpilmişcesine ızdıraba gark olmamız, bu büyük âlim ve mücahidenin, hayatta iken kıymetini bilip ondan lâyık-ı vechile istifade edememiş olmamızdır. Zira, eğer İslâm’ın yeniden bir şevket devri idrâk edilecekse –ki bu muhakkaktır- bizler, Hatice Suad Safayhi Hanımefendi’nin şahsında son müstesnâ mümessilini tanıdığımız mübarek bir nesil ile, müstakbel Müslüman Türk kadınlığı arasında mütevâzi bir köprü olmak memûriyet ve mükellefiyeti altındayız. Bunu başarabilmemizin de Hatice Suad Safayhileştiğimiz ölçüde mümkün olacağı izahtan vârestedir. O’nun ölümüyle Osmanlı Kadınlığının son mümessilini de kaybettik. Heyhat! artık bizim için o da büyük bir manâlı mâziye Hakk’ın in’âm ve ikraınına nihâyet yoktur. Öyleyse bu gönlümüzü dolduran gam ve melâli dağıtarak merhûmenin ruhunu daha ziyâde şâd etmek üzere, içinde bulunduğumuz cidâle devamla
“Artık ne sızın kaldı, ne gam gelecek,
Gam güllerinin üstüne akşam gelecek
Bir kubbedesin şahnişin şahâne
Dün uykuya dalmış yarım ay tam gelecek…”
mısralarını terennüm edebiliriz. Mevlâ rahmet eyliye.
Aynur Mısıroğlu
Sebil Dergisi'nin 14 Ocak 1977 tarihli 2.Cilt, 55.sayısından alınmıştır. Kaynağı temin etmemizi sağladıkları için İslamcı Dergiler Projesine teşekkür ederiz.
Ek not: Hatice Suad Safayhi'nin gelini Nusret Safayhi ile BİSAV Sözlü Tarih bünyesinde yapılmış derinlemesine mülakata buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.