Ömer Türker ile İslam Ahlak Düşüncesi'ne dair

''İslam dininin aslında iki temel ilkesi vardır. Birincisi metafizik bir iddia, ikincisi ahlâkî bir iddia barındırır. Diğer deyişle din, kelime-i şehadetin açılımı olan bir inançlar manzumesi ve bu manzumenin sonucu olarak ortaya çıkan ahlâkî bir yaşayış öngörür.'' İslam Ahlak Düşüncesi Projesi koordinatörü Ömer Türker, proje faaliyetlerine ve İslam ahlak düşüncesine dair Mehmet Erken'in sorularını cevapladı.

Ömer Türker ile İslam Ahlak Düşüncesi'ne dair

Prof. Dr. Ömer Türker ile İslam Ahlak Düşüncesi üzerine yaptığımız söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

Öncelikle “Ahlâk dediğimiz şey nedir?” diye genel bir soru ile başlamak istiyorum?

Ahlâk her bir insanın insan olmak bakımından yaşadığı bir olgudur. Yani biz iradî ve bilinçli tercihlerimizde, zorunlu olarak iyi veya kötüye konu olabilecek davranışlar gerçekleştiririz. Dolayısıyla her bir insan ferdi ahlâkın yahut iyinin ve kötünün ne olduğuna ilişkin şu veya bu şekilde bir bilince sahiptir. Bu anlamda hiçbir insan diğerinden daha ahlâkî değildir. “Ahlâklı değil” demek istemiyorum, “daha ahlâkî” değildir. Aklı ve iradesi olan her bir insan ferdi ister iyi huylarla ister kötü huylarla donanmış olsun ahlâkî olmakla nitelenir. Hal böyleyken biz niye ahlâk çalışıyoruz? Yani neden ahlâk diye bir disiplinden söz ediyoruz? Bu kadar içinde yaşadığımız bir olgunun bilimini yapmak ne manaya geliyor? Bu şuur bize yetmiyor mu? Bu kadar uygulamaya dönük bir durumun niçin teorik bir araştırmasına ihtiyaç duyuyoruz?

Sormak istediğim soru bu işte.

Şimdi kendi varlığımız da dâhil içinde yaşadığımız olgular, aslında bilim öncesi bir şuura tekabül eder. Bilim öncesi; yani henüz ayıklanmamış, kavramları ve önermeleri belirlenmemiş, bu nedenle ilişkiler ağı ortaya konulmamış, diğer deyişle iyi ve kötünün tam olarak ayrıştırılmadığı ve dakikleşmediği bir şuur haline tekabül eder. Burada zannediyorum asıl mesele, ayrıştırma ve dakikleştirme. Bir şeyi, bir kavramı veya bir durumu diğerlerinden ayrıştırma ve dakikleştirme.

Aslında bakılırsa insan, insan olmak bakımından, diğer canlılardan temyiz gücüyle yani ayrıştırma özelliğiyle farklılaşır. İnsana ait tüm vasıflar hem özel bir çaba göstermeden doğal seyrinde gelişme gösterir hem de doğal seyrinin ötesine geçebilecek şekilde hassaslaştırdığımız zaman bir gelişme gösterir. İkinci türden bir gelişme, birinci türden gelişmeyi de içeren daha kapsamlı ve birinci türün gelişip el verdiği imkânlardan daha fazla imkana sahip olan bir gelişmedir. Yani ikinci bir farkındalıkla bir meseleyi ele almak ve böylece mesele hakkındaki kavrayışımızı olabildiğince ayrıntılandırmak ve bütüne ilişkin değerlendirmeye o ayrıntılar üzerinden ulaşmak!

Ahlâk biliminin yapmak istediği şey, ister ahlâklı yaşayalım ister ahlâksız yaşayalım, ahlâkîliğe konu olduğumuz sürece tam da bu ahlâkîliğin ne olduğunu anlama, ayrıştırma, dakikleştirme ve insanın ahlâkî davranışlarını olabildiğince doğru değerlendirme çabasıdır. Bu nedenle çok ahlâklı yaşadığımız durumlarda bile bilimsel bir ahlâkî şuurdan müstağni kalamayız. Dahası, ahlâk; en ahlâklı olduğumuzda bile üzerinde düşünmeye, konuşmaya ve derinleştirmeye değer bir olguya tekabül eder. Dolayısıyla ahlâk bilimi, ahlâklı bir birey olduğumuz zaman vazgeçebileceğimiz bir disiplin değildir. Bu bağlamda ahlâktan ancak ilahî bir varlık müstağni kalabilir. Diğer deyişle ahlâkî tercihin yahut iyi veya kötünün ötesinde olan bir varlık, ikinci bir şuurdan müstağni kalabilir.

Fakat şunu unutmamak gerekir: Bilim sonuçta bize ahlâkîliğin, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğuna ilişkin derin bir şuur kazandırmayı amaçlar. Bir insanın bu derin şuuru, kavram ve önermelerin dışında başka bir yolla da kazanabileceğini varsayabiliriz. Nitekim klasik çağlardan bu yana düşünürler bu hususu tartışmışlardır. Bu ise işin başka bir yönüne tekabül eder.

Ahlâkın teorik olarak incelenmesi doğrudan İslam felsefesi ile alakalı bir şey mi? İslam toplumunda ne zaman ikinci bir şuur olarak teorikleştirme çabası ortaya çıkmış ya da buna ihtiyaç duyulmuştur?

İslam dininin aslında iki temel ilkesi vardır. Birincisi metafizik bir iddia, ikincisi ahlâkî bir iddia barındırır. Diğer deyişle din, kelime-i şehadetin açılımı olan bir inançlar manzumesi ve bu manzumenin sonucu olarak ortaya çıkan ahlâkî bir yaşayış öngörür. Bu nedenle bir peygambere ittiba eden ve onunla birlikte zihinsel dönüşüm geçiren insanların iki şeyin farkındalığına ulaşması beklenir. Birincisi bütün nesnelerin yani varlığın ilahî olana, ilahî bir varlığa bağlanmasıdır. Biz buna kelime-i tevhid diyoruz ve “La ilahe illallah” cümlesiyle ifade ediyoruz. İkincisi ise bütün varlığın ilahî varlığa bağlanmasıyla ortaya çıkacak melekeler, huylar ve davranışlar bütünüdür. Hz. Peygamber (as) etrafında onunla birlikte zihinsel dönüşüm geçiren insanların bu iki hususta ikinci bir şuura ulaşması beklenir. Bu bağlamda ikinci bir şuura ulaşmak, iman esasları söz konusu olduğunda Allah ve Allah-âlem ilişkisi hakkında taklide dayalı bir inançla yetinmeyip sorgulanmış ve tahkik edilmiş bir inanca ulaşılması demektir. Davranışlar bütünü söz konusu olduğunda ise toplum fertlerinden intikal eden ahlâkî kabullerden öteye geçip sorgulanmış ve tahkik edilmiş ahlâkî bir bilincin oluşması demektir. Bu anlamda zaten İslam dini metafiziksel ve ahlâkî bir iddia olarak ortaya çıkmıştır. Mensupları da bu konudaki iddialarını bütün dünyaya duyurmak için fütuhata girişmişlerdir. Zira ellerinde bir söz ve o sözün bir tatbiki vardı. Bunun için dünyanın her yerine, samimi niyetlerle ulaşmaya çalıştılar. Bu nedenle biz süreç içerisinde İslam'ın bir yönüyle nazarî ilimleri bir yönüyle de amelî ilimleri ortaya çıkardığını görürüz.

İslami ilimler içerisinde kelam ilmi, Tanrı’nın zâtı ve sıfatları, Tanrı-âlem ilişkisi, mevcutların halleri gibi insan iradesinden bağımsız olarak meydana gelen varlığı; fıkıh ilmi ise ibadetler, muameleler, evlilik sözleşmesi ve devlet yapılanması gibi insan iradesiyle meydana gelen varlığı inceler. Bunun anlamı şudur: Müslümanlar bir yandan tüm nesneleri Tanrı’yla ilişkisi bakımından kavramaya çalışmışlar, diğer yandan da insan fiillerini Tanrı’nın hükümlerine yani vâcib, mekruh ve mübah gibi hükümlere konu olması bakımından incelemişlerdir.

İslam ilimlerinin kuruluş sürecinde ahlâk hem fıkıh dâhilinde hem de kelam dâhilinde mütalaa edilmiştir. Kelamcılar bugün meta-etik problemler dediğimiz iyi ve kötünün doğası, iyi ve kötünün Allah'a ve insana yüklenip yüklenemeyeceğiyle vb. ahlâkın ontolojisine dair meseleleri incelemiştir. Bunun yanı sıra kelam ve fıkha malzeme sağlayan disiplinler gelişmiştir. Tefsir ve hadis gibi. Ayrıca dini hayatta bir yozlaşma temayülüne karşı tepki olarak daha sonra tasavvuf adını alacak zühd hareketi ortaya çıkmıştır. Bu hareket, başlangıçta metafizik iddiaların daha belirsiz olduğu, ahlâkî iddiaların ise daha görünür olduğu bir harekettir ve temelde ahlâkî bir arınmayla Allah'a yaklaşma üzerine kuruludur. Zühd hareketi Hz. Peygamber’de (as) gördüğümüz ahlâkî arınmanın birey olarak bir Müslümanın hayatında tahakkuk ettirilmesi noktasından hareket eder. Dolayısıyla biz İslam disiplinlerinin tamamında çeşitli yönleriyle ahlâkî verilerin tartışıldığını, incelendiğini, Hz. Peygamber'den (as) intikal eden ahlâkî öğütlerin ve ahlâkî yaşayışa dair ifadelerin değerlendirildiğini görüyoruz.

Hadis kitaplarında da ahlâk bölümleri vardır. İyilik (Birr) gibi ahlâkın temel kavramları bu kitaplarda bab başlıkları olmuştur. Fıkıh kitaplarında ahlâkın uygulanmasına ilişkin tartışmalar görürüz. Kelam kitaplarında biraz önce söylediğim gibi iyinin ve kötünün doğasına ilişkin meta-etik tartışmalar yapılmıştır. Keza zühd kitaplarında “Ahlâk nasıl iyileştirilir? Allah ile ahlâk arasında nasıl bir irtibat vardır?” tartışması yapılır. Öte yandan Hicri 200’lerde Antik Yunan’dan yapılan çeviri faaliyetleri döneminde felsefe eserleri arasında Aristotales’e ait Nikomakhos’a Etik gibi temel ahlâk kitapları da Arapçaya çevrildi. Bu kitapların çevirisinden sonra da kelamcılar meta-etik tartışmalara, fakihler mükelleflerin fiillerini ahlâkî açıdan değerlendirmeye, mutasavvıflar ise kendi bakış açılarından ahlâk hakkında konuşmaya devam etti. Ancak Aristoteles’in kitaplarıyla sistematik bir “ahlâk bilimi” olarak ortaya çıktı. Bu itibarla ahlâk kitapları nefs teorisiyle yani insanın hakikatinin ne olduğu sorusuyla başlarlar ve insanın ahlâkî özünün ne olduğunu belirginleştirirler. Ardından temel ahlâkî erdemlerin neler olduğunu tartışırlar. Sonrasında da ahlâkın uygulama kısmına intikal ederler.

Felsefe eserlerinin tercüme edilmesinden önce İslam dünyasında bir filozoflar cemaati yoktu. Eserlerin tercümesiyle bir filozoflar grubu oluştu ve Kindî, Farabî, Âmirî, İbn Miskeveyh, İbn Sînâ gibi düşünürler tarafından müstakil ahlâk kitapları veya ahlâkın belirli meselelerine dair risaleler yazılmaya başlandı. Böylece dini düşüncenin duyarlılıkları da dikkate alınarak Aristoteles’in ahlâk kitaplarındaki çerçevenin esasını oluşturduğu bir felsefî ahlâk literatürü oluşmaya başladı. Diğer yandan dinî düşünce geleneğine mensup düşünürler de Aristoteles’in ahlâk metinlerinden istifade ederek mevcut ahlâk birikimini bir disiplin formuna soktular. Bu sürecin devamında 13. yüzyılda dini ve felsefi ahlâk kavrayışını birleştiren bir ahlâk düşüncesine ulaşıldı. Yani iki geleneğin daha genel bir çerçevede birleştiği bir literatür ortaya çıktı. 20.yy'a kadar esasında bu literatürün devam ettiğini söyleyebiliriz.

Bu bağlamda bugün ahlâk literatürü dediğimiz şey 13. yy'dan sonraki dönemde ortaya çıkan literatür mü?

Yok, bu doğru olmaz. Müstakil ahlâk literatürü tercümeler döneminden itibaren başladı. Yani ahlâkla ilgili yazılmış eserler başından beri mevcut. Hatta İslam'da ahlâk literatürünü birkaç döneme ayırabiliriz.

Birincisi İbn Miskeveyh'e kadar gelen dönemdir. Hicrî 4. yy'a kadar uzanan bu dönemde iki önemli düşünür yetişmiştir: Fârâbî ve İbn Miskeveyh. İbn Miskeveyh mesaisini teorik ve pratik ahlâk alanlarına teksif ederek Tehzibü'l-ahlâk'ta ahlâkın teorisini, Câvidân Hıredte ise ahlâkın pratiğini anlatmıştır. Fârâbî ise bütün dönemleri etkileyen derin bir ahlâkî tefekkürü miras bırakmıştır. Her ne kadar İslam ahlâk düşüncesi tarihini inceleyenler İbn Miskeveyh’le İslam ahlâk felsefesinin kuruluşunu tamamladığını söylemeye meyyal iseler de İslam’da felsefî ahlâkın gerçek kurucusunun Fârâbî olduğunu söylemek daha isabetlidir. İbn Miskeveyh daha ziyade müstakil ve sistemli ahlâk metinleri kaleme aldığı için özel bir değerlendirmeyi hak eder.

İkincisi, İbn Miskeveyh’ten Nasîruddîn et-Tûsî'ye kadar olan dönemdir. Bu dönem ahlâk düşüncesinin teorik olarak bütün pratik alanı kapsayacak şekilde olabildiğince genişletilebildiği olgunluk dönemine tekabül eder.

Üçüncüsü ise Tûsî'den sonraki dönemdir. Üçüncü dönemin özelliği, dinî düşünce gelenekleriyle felsefî düşünce geleneklerinin mezcedilmesidir. Aslında Tûsî’den önce de dinî düşünce geleneğinin ahlâk metinlerinde bir tür mezc görülür. Nitekim bu geleneğin zirvesi kabul edebileceğimiz Râgıb el-Isfahânî'nin ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şeria adlı eserinde bile bir tür mezc görülür. Her ne kadar Ragıb el-Isfahânî'nin eserleri Sünnî geleneğin en güçlü ahlâk eserleri olarak kabul edilebilirse de onun eserlerinde bile Aristotelyen teorilerin çok büyük etkisi vardır. Fakat Râgıb, bu teorileri sünnî kelamının temel ilkelerini açıklamanın malzemesi haline getirmiştir. Mesela Ragıb el-Isfahânî’nin bütün ahlâkî açıklamaları, Ehl-i Sünnet geleneğinde açıklandığı şekilde hidayet ilkesine, diğer deyişle kesb teorisine dayanır. Yani “kesb teorisini ahlâka uygulasaydık ne ortaya çıkardı?” sorusuna vereceğimiz cevap, Ragıb el-Isfahânî'nin eserleridir.

Bu mezcin Ragıb el-Isfahanî'den sonra ikinci büyük temsilcisi Gazzâlî'dir. Gazzâlî'nin ahlâk eserleri, biraz daha farklı olarak kelam, tasavvuf ve felsefenin birleşim noktasına tekabül eder. Gazzâlî daha özgün bir kişiliktir ve eserleri, hem Aristotelyen öğeleri hem de tasavvuf ve kelam geleneğinin öğretilerini içerir. Bu tavrıyla Gazzâlî mezc dönemini hazırlamış bir düşünürdür. Bununla birlikte ahlâkın amelî felsefenin tamamını kuşatan ve amelî felsefenin tümeline tekabül eden bir disiplin olarak kurulması, Tusî’yle birlikte başlar. Tûsî’den sonra onun Ahlâk-ı Nâsırî’de va’zettiği çerçeveyi esas alarak ahlâk kitabı yazan pek çok düşünür yetişmiştir ki bunlar arasında en şöhretlisi Adudiddîn el-Îcî’dir. Onun yazdığı Ahlâk-ı Adudiyye adlı küçük risale, son döneme kadar şerhlere konu olmuş ve ahlâk alanında bir gelenek oluşturmuştur. Biz de İslam Ahlâk Düşüncesi Projesi kapsamında bu risale üzerine kaleme alınan şerhleri tahkik ve tercüme etmiştik. Tûsî’den sonraki süreçte, bütün geleneklerin üst düzeyde mezcedildiğine ama aynı zamanda önceki tavırların eserler içerisinde devam ettiğini görürüz.

Şimdi sizin anlattığınızdan zihnimde şöyle bir soru belirdi: Bu diğer geleneklerin vurgulu bir şekilde varlığını sürdürdüğünü söylüyorsunuz. Bir ahlâk kitabını felsefî tavırla da yazabiliyoruz, tasavvufî tavırla da yazabiliyoruz; fakat bundan müstakil, ayrı bir dal olarak ahlâktan bahsedebiliyor muyuz bahsedemiyor muyuz? Bunu çok anlamadım.

Ahlâk bir bilim olarak tesis edildi fakat bildiğiniz gibi bilimlerin gelenekleri olur. Bir bilim bünyesinde birden fazla teori olabilir. Bizim bahsettiğimiz gelenek de ahlak bilimi bünyesindeki teorilerin temsilinden kaynaklanmaktadır. Ahlâk, özellikle metafizikte üretilen teorilerle paralel bir şekilde düşüncelerin geliştirilebildiği bir alandır. Dolayısıyla dinî düşünce geleneklerinin ortak kabullerinden hareketle ahlâk hakkında konuşmak ile felsefe geleneğinin ortak kabullerinden hareketle ahlâk hakkında konuşmanın birbirinden farklılaşan yönleri var. Yani disiplin aynı olmakla birlikte ortak verilerin açıklanma tarzlarında farklılıklar görüyoruz. Biraz önce belirttiğimiz üzere ahlâk, başlangıçta dinî ilimlerin çeşitli alanlarına yayılmış olan ahlâk araştırmaları, Aristotales'in eserleriyle birlikte müstakil bir disipline dönüşmüştür. Ardından filozoflar ve din âlimleri ahlâk araştırmalarına devam etmiştir.

Daha açık ifade edeyim. Tasavvuftan bahsediyoruz, tefsirden bahsediyoruz, kelamdan bahsediyoruz, fıkıhtan bahsediyoruz; ama siz diyorsunuz ki: “Bunların yanında bunlarla birlikte üretilen ahlâk diye bir şey var.” Cumhuriyete kadar devam eden bu müstakil ilim dalı, Cumhuriyet döneminde kesintiye mi uğruyor? Neden bugüne kadar bir çalışma yapılmıyor ve neden bugüne kadar beklendi? Ne gibi nedenlerle ahlâk meselesini kapsamlı bir proje haline getirmeye çalıştınız?

20. yüzyıl tuhaf bir yüzyıldır. Bilimsel çalışmalar bakımından çok önemli erdemlere sahipken aynı zamanda tahammül edilemez ihmalkârlıkla doludur. Demek istediğim şey şu: Biz 20. yüzyılda İslam düşüncesinin ilk kaynaklarına gittik. Bu, Batı'daki akademik çalışmaların tesiriyle gerçekleşti. Bazen bunun oryantalist çalışmaların tesiri olduğunu düşünüyor ve söylüyoruz ama gerçekte mesele oryantalistlerin çalışmalarının bizi etkilemesiyle sınırlı değildir. Batıda gelişen bilim anlayışının bize tesir etmesi, yani kaynaklardan hareketle meseleleri yeniden ele alma düşüncesinin bizde uyanmasıyla irtibatlıdır. Kuşkusuz bu etkinin yanında on dokuzuncu yüzyıl düşünürlerinin geri kalmışlığımızın sorumlusunu sonraki dönem bilim anlayışı olarak görmesi ve erken döneme başvurma projesinin de etkisi vardır.

Yani biz tarihte olmadığı kadar ilginç bir şekilde düşünce tarihimizin sürekliliğini takip etme derdindeyiz. O dönemlerdeki eserleri yayımlıyoruz. Eserler arasındaki farklılıkları görmeye çalışıyoruz ve bu eserlerin üretildiği müesseselerdeki mesainin nasıl devam ettiğini anlamaya çalışıyoruz. Çok eksikliğimiz var. Özellikle bazı yüzyıllara yeterince yoğunlaşamadık. Bunlar biraz da sosyal şartlardan, üniversitelerin yeterli olmamasından, çalışan insan eksikliğinden kaynaklanıyor. Muhtemelen ilerde yavaş yavaş bu konuda eksiklerimiz giderilecek.

Pekâlâ, ahlâk meselesine nereden geldik? Ahlâk meselesine şuradan geldik: Kanaatimce İslam geleneği modern dünyada yeniden inşa edilecekse yahut yeniden eleştirel bir yaklaşımla ele alınabilecekse, bu çabanın yoğunlaşacağı iki önemli alan vardır. Birincisi metafizik araştırmalar, ikincisi ahlâkî araştırmalar. Bu bağlamda ahlâkı dar anlamıyla “bireyin kendi kendisini yönetmesi” olarak değil; bir bütün olarak, amelî hayatı şekillendiren veriler bütünü olarak değerlendiriyorum. Benim kullandığım anlamda ahlâk, İbn Miskeveyh, Tûsî, Îcî, Taşköprülüzâde ve Kınalızâde gibi müelliflerin eserlerinde gördüğümüz biçimde siyaseti ve iktisadı da içeren bir ahlâk düşüncesi.

İslam medeniyeti metafizik ve ahlâk konularında hiçbir zaman iddiasını kaybetmedi. Yani modern dönemdeki yenilmişliğine rağmen İslam, metafizik konular hakkında iddiasından vazgeçmedi. Modern dönemde çok ciddi sorunlarla karşılaşmasına rağmen ameli alanı şekillendirme iddiasından hiç vazgeçmedi. İslam’ın hem bir din hem de bir medeniyet olarak insanlığa söyleyeceği ve insanlık için umut teşkil edecek yönleri var. Bu benim şahsi kanaatim.

Bu kanaatlerimi İLEM'deki ve İLKE'deki arkadaşlar ile paylaştığımda fikirlerimiz uyuştu. Biraz da bu kurumlar bünyesine çalışan arkadaşların alanlarının daha ziyade amelî felsefenin kapsamında bulunması sebebiyle ahlâk meselesini ele almanın iyi bir zemininin İLKE ve İLEM olduğunu düşündük. Lütfi Sunar ve başka bir takım arkadaşlarla istişare ettik ve bu meselenin ele alınması gerektiğini düşündük. Ardından bu işi projelendirdik. Baştan beri Kübra Bilgin Tiryaki, projenin asistanlığını üstelenerek katkı sağladı. Yine Tahsin Görgün, İhsan Fazlıoğlu, Ahmet Ayhan Çitil, Cafer Sadık Yaran, Müstakim Arıcı, Osman Demir, Hümeyra Özturan, Harun Kuşlu, Anar Gafarov, Aygün Akyol gibi değişik üniversitelerde öğretim üyesi hocalar projenin çeşitli aşamalarında çok değerli katkılar sundular. İbrahim Halil Ayten ve Duygu Miyase Şimşek kataloglama işini üstlendi. Bilhassa İbrahim Halil Ayten, kataloglama işini neticelendirdi. Mervenur Yılmaz, Selime Çınar, Kübra Şenel, Melek Güneş, Aliye Güler, Mehmet Aktaş, Mehmet Demir, Güvenç Şensoy ve şu anda ismi hatırıma gelmeyen birçok arkadaş tahkik ve tercüme işinde büyük özverilerle çalıştılar.

Projenin tahkik ve tercüme ayağında 13. yy sonrasına yoğunlaşmaya çalıştık. Çünkü 13. yy'dan önceki yüzyıllarda kaleme alınmış pek çok eser zaten daha önce yayınlanmıştı. 13. yy'dan sonraki dönem diğer İslamî ilimlerde de ihmal edilen bir dönemdir. Bu amaçla, Îcî’nin bir yazım geleneği ortaya çıkarmış Ahlâk-ı Adudiyye adlı metninin şerhlerini tahkik ve tercüme için seçtik. 13. yy sonrası İslam düşüncesinin süreci belli klasikler üzerinden takip edilebilir. Düşünce tarihimiz, temel metinlere yazılan şerh ve haşiyeler üzerinden örülmüştür. Yani 13. yy'dan sonraki düşünce tarihimiz, hakim eserler tarihi olarak da okunabilir. Ahlâkta da bunun uygulamasını yapabildik ve hamdolsun bunda başarılı da olduk. Bununla da kalmadık. Ahlâk alanının yetkin bir kataloğu yoktu. Projenin başladığı aylardan itibaren bir çalışma başlattık ve 8 ila 20. yüzyıllardaki ahlâk eserlerinin detaylı kataloğunu çıkartıp //iadkatalog.ilke.org.tr/ sitesinde araştırmacıların istifadesine hazır hale getirdik.

Benim gördüğüm kadarıyla ortaya çıkan özel ürünlerde, 3-4 yıldır yapılan çalıştay ve sempozyum gibi etkinliklerde çeşitlilik var. Müstakil ahlâk literatürünün yayını ve müstakil ahlâk hakkında konuşmalar kadar bugün için ahlâk meselelerinin farklı ilimlerde nasıl tartışıldığını anlama gibi bir çaba var gördüğüm kadarıyla. Bu doğru mudur?

Doğrudur. Biz meseleyi birkaç açıdan ele almak istedik. Birincisi ahlâk teorilerinin taşıyıcı kavramlarını incelemeye karar verdik. Mesela mizaç kavramı bunlardan biri idi. Ayrıca niyet ve vicdan kavramlarını bu bağlamda ele aldık. Ahlâk teorilerini taşıyan çeşitli kavramların analizlerini yapmak istedik. Bu nedenle de biz bu kavramların İslam'dan önce nasıl ele alındığına, İslam geleneğinde hangi kavramların geliştirildiğine ve çerçevesi daha sınırlı olmakla birlikte Batı düşüncesinde bu meselelerin nasıl ele alındığına dair sunumlar yaptık. Bunların tamamını kitap olarak da yayınladık. Çalışma tarzımız daha ziyade atölye ve çalıştay şeklinde gerçekleşti. Önce sunumlar yapıldı ve sunumlar müzakere edildi. Ardından sunumların makale formuna aktarılması faaliyeti gerçekleştirildi ve kitap haline dönüştürüldü. Böylece projede başından itibaren literatürü tanıtan bir sunumlar dizisi yaptık. Ardından da literatürün temel teorilerinin taşıyıcı kavramlarının tarihsel sürecine dair sunumlar yaptık.

İşin doğrusu projeyi şekillendirirken bu meseleleri salt tarihsel bir olgu olarak incelemedik. Proje aynı zamanda bizim için canlı bir meseleye dair idi. Bu nedenle de konferanslar dizisiyle ahlâkın yaşayan problemleri hakkında fikir üretme çabasına girdik. Ahlâkın temeli ve ahlâkî müeyyide üzerine yaptığımız konuşma dizilerinde sunum yapan hocalar ahlâka dair mevcut birikimleriyle konu hakkında imal-i fikir etmeyi denediler ve bunu yazılı hale getirdiler. Bu aslında bizim için epeyce yeni bir tarzdı. Akademisyenlik için tarihsel araştırmalar yapmak daha kolay ve nispeten sorunsuzdur, kişiye mükellefiyet yüklemez. Ama tarihe müdahil olmak zihnen teoriler üzerine çıkma çabasını, dolayısıyla da fikrî sorumluluk alma tercihini gerektirir. Biz de bu teşebbüste bulunduk. Bu konferansları da yazılı hale getirdik. İnşallah, ilerde daha da geliştirme imkânı buluruz.

Bunun sonrasında ne olacak?

Aslında biz ahlâkın pek çok konusunu henüz gündeme dahi getiremedik.

Yine müstakil farklı konular hakkında konuşmalar devam mı edecek?

Başka konular hakkında çalışmaya karar verebiliriz. Ayrıca biz ahlâk çalışmalarında kullanmak için çok geniş bir katalog hazırladık. Kataloğumuzun şimdiye kadar olan kataloglardan iki önemli farklılığı var. Birincisi, hazırlanan, incelenen bütün yazmaların içerikleri çıkarıldı. Yani kataloğa bakan bir insan kataloğun ismine bakıp da “Bu ahlâk eseriymiş!” deyip, sonra kütüphaneye gidince bir kelam eseriyle karşılaşmayacak. İçindekileri tek tek görecek. İkincisi, bizatihi eserin metnini görecek. Ancak bu eserlerin tahkik edilmesi, Türkçeye kazandırılması, hakkında tartışılmalar yapılması gerekiyor. Dahası “Ahlâk düşüncesi nasıl yeniden inşa edilebilir?” sorusuna parça parça; ama bütünlüğü amaçlayan cevaplar vermemiz gerekiyor.

İşin zor kısmı bundan sonra öyleyse.

Evet, işin zor kısmı henüz önümüzde duruyor. Biz, bu kısma başladık aslında; ama bu, dört senelik bir iş değil. Ahlâk araştırmasının bizim için süregiden bir çaba olması gerekir, aksi halde şimdiye kadarki çabalar bir verimli heveslere dönüşür.

Yani siz böylesi bir araştırma için zemini kurmuş durumdasınız.

Evet, en azından kendi çalışmalarımızı sürdürmek için bir zemin oluşturduk. Yayımlanan eserler ve hazırlanan kataloğun İslam ahlâk düşüncesi hakkında daha ileri araştırma yapmak isteyenlerin de çokça yararlanabileceği veriler olacağını umuyorum. Fakat metafizik düşüncede olduğu gibi ahlâk söz konusu olduğunda da sadece İslam'ın 1500 yıllık tarihine değil, aynı zamanda İslam’ın öncesinde Hint düşüncesine kadar uzanan derin bir geçmişe sahip teoriler bütününden bahsediyoruz. Bu sebeple İslam’ın ahlâkî birikiminin dört yıl gibi kısa bir zamanda tüketilmesi zaten söz konusu olamaz. Ayrıca tüketilmemesi de gerekir. Zira ahlâkîlikle nitelendiğimiz sürece ahlâk üzerine konuşmaya, ahlâkı tartışmaya devam edeceğiz.

Eyvallah! Allah Kolaylık versin.

Teşekkür ediyorum.

YORUM EKLE