“Bir dersimiz olsaydı, adı da “Hayat” olsaydı. Biri bize şu içinde yuvarlandığımız hayatın işleyişi hakkında birinci elden taze ve sağlam bilgiler verseydi. Ona tekmil uysaydık, dediklerini yapsaydık. Bu hayatla nasıl başa çıkılır, onun sık sık bizi alt eden salvolarına nasıl karşı konulur, bir direnç lazımsa nereden devşirilir, bir sabra ihtiyaç varsa nereye kadar dayanılır, bunları öğrenseydik.”
Bu satırlar, Necdet Subaşı’nın “Derdimiz Hayat” adlı eserinin ilk cümleleri. Artık kendine ait özel bir okur kazanmış olan Dr. Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat’ta otuz farklı kavram üzerinden hayatın, insan oluşun sırlarını bir kez daha kurcalıyor. Bilgiye boğulmuş bir dünyada yaşarken hayat bilgisinin, dertlerle baş etme yollarının izini sürüyor. Biz de hocamızın kapısını çaldık, şu “Derdimiz Hayat”ı bir de sizden dinleyelim dedik.
İthafla başlayalım isterseniz. Derdimiz Hayat; “Türkiye Okumaları”nın çok özel iklimine dahil olanlara ithaf edilmiş. Bu özel iklime dahil olanları ve Türkiye Okumaları’nı bizimle de paylaşır mısınız?
“Türkiye Okumaları” benim Ankara’da 2009’da başlayan yeni akademik serüvenimin önemli bir parçası. Bu şehre geldiğim tarihten itibaren lisansüstü öğrencilerle düzenli olarak sürdürdüğümüz bir program. 10. yılını artık geride bıraktığımız bu etkinliklerin yer yer okuma, yer yer müzakere, yer yer de sıkı bir derinleşme çabası olarak varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Her zaman aynı kıvamda olmasa da zamanla bu çalışmaların kendi formunu yakalamayı başardığını görmek pekâlâ mümkün. Pandemi süreciyle birlikte 2020’den itibaren 3 dönemdir gerçekleştirdiğimiz etkinlikleri, daha geniş bir katılımla dijital mecralarda sürdürüyoruz. 10 yıl boyunca ortalama 20’şer katılımcı eşliğinde her biri 13 haftalık periyotlarla sürdürülen onlarca programın ardından, şimdilerde 50’yi kolayca aşabilen bir katılımcı grubuyla yola devam ediyoruz. Burada belli başlı konularımızı disiplinler arası bir çeşitlilik içinde ele almaya, bu vesileyle ilgili arkadaşlar arasında entelektüel bir yakınlık hatta ortaklık oluşturmaya çalışıyoruz. Derdimiz Hayat’ı hem bir ihtiyaç ve gereklilik hem de edebi bir metin üretimi olarak ortaya çıkaran motivasyonun arkasında her şeyden önce Türkiye Okumaları var. Öyle ki bu kitapta yer alan konuların hemen hepsi en başta bu sözünü ettiğim mecrada ele alındı, tartışıldı, açıklığa kavuşturuldu. Bu minnet, grubu her daim hatırlama konusunda bana bir sorumluluk yüklemiş olmalı.
Kitabın henüz başlarında, 13. sayfasında durdum. Kitabı kapattım ve lisede, üniversitede yaşadığım karar anlarına gittim. Bana rehberlik eden birileri var mıydı diye düşündüm. Bahsettiğim satırların yazılma maksatlarından biri bu muydu? Yani okur bir dursun, o karar anlarına dönsün, bir hesap yapsın bakalım, nereye varacak, dediniz mi?
Aslında kitabın merkezinde gündelik hayat bilgisine hatta daha da net söylemek gerekirse “dünyanın bilgisi”ne sahip olma arzusu var. Bir hayata doğmanın, karşılaşmaların, yaşanmışlıkların velhasıl cümle düşünce ve eylemenin bir anlamı var. Kitap sosyolojiden psikolojiye, tarihten siyasete -buna ekonomiyi de coğrafyayı da ekleyebiliriz- hemen her alanın kendi açıklama tarzlarıyla yol göstericilik iddiasında bulundukları bir ortamda, bir şekilde anlama çabamıza dahil olarak, bizim kendimize özgü bir sesimiz, dilimiz ve ifademiz olabilir mi sorusuna cevap arıyor.
Bizde olayın teorik cephesini yakalamakta ısrarcı akademik metinler hiç de az sayılmaz, ancak saha takibi dendiğinde bütün bu teorik müktesebatı sınıfta bırakacak bir durum var.
Fragmanların yazılmasına karar verdiğiniz anlardan bahseder misiniz? Gördüğünüz yaşadığınız hadiseler, kişiler mi yazdığınız bu kavramlara itti, belli sebepler yani?
Dediğim gibi hikâye Türkiye Okumaları’ndaki oturumlardan çıktı. Son birkaç yıldır özellikle gündelik hayat üzerine okumalar yapıyorduk ve görünürde oldukça sıradan, rutin ve es geçmeye teşne olunabilecek konularımızın, gerçekte bizi kuşatan yanlarını fark etmeye başlamıştık. Konuya ilişkin dışarıda yeni ama oldukça sıkı tartışmalar var, bunlardan haberdardım. Benim 2000’lerin ortalarında kaleme aldığım bir çalışmam da doğrudan bu konuyla ilgiliydi ama tek farkla; ki ben orada dinselliği merkeze alan bir gündelik hayat çalışması yapmıştım. Maalesef bizde olayın teorik cephesini yakalamakta ısrarcı akademik metinler hiç de az sayılmaz, ancak saha takibi dendiğinde bütün bu teorik müktesebatı sınıfta bırakacak bir durum var. Biz derslerde bu kavramsal çerçeveyi alanda nasıl deneyimleyebiliriz, terennüm etsek neler hissederdik diye biraz boyumuzu aşan sorulara cevap bulmaya çalıştık. Güzel de oldu. Bu tartışmalar, Derdimiz Hayat’ı harekete geçiren motivasyonu tamamlayıcı oldu. Ben aslında epeyce bir zamandır kendi gündelik hayat pratiklerimi yer yer anı yer yer de anlatı kabilinden sayılabilecek bir kalem işçiliğiyle yazmaya çalışıyorum. Onlarla işin teorik dünyasından daha çok deneyim dünyasına alan açıyorum. Derdimiz Hayat tam da böyle bir akışkanlık içinde işin felsefesini, sosyal bilimsel evrenini, dilini üretmek için bir fırsat kapısı oldu. Bizi karşılayan bir hayatın varlığından haberdarız. Türlü yapılarıyla, kurum ve söylemleriyle, kabul ve inkârlarıyla bizi içine alan bir hayat. Yer yer bir döngü yer yer de sıra dışı, sürpriz hatta müphem bir ilerleme. Bunlar üzerine kendi hikâyemi ortaya alan bir düşünce atlası üretmek istedim.
İç çatışmalar, sorgulamalar hatta yüzleşme süreçleri çoğaldı. Bu fiilî durumun üstesinden gelecek bir iradeye, kudretli bir bilgi ve yüksek bir bilincin aktığı yeni bir hayat formuna ihtiyacımız var.
Fragmanlar boyunca insanın o kadim iç çatışmasının sesini hep duyuyoruz. Çalışma sahası sosyoloji ve ilahiyat olan biri olarak ne dersiniz, yaşadığımız çağın bilindik sebepleriyle bu iç çatışma daha da arttı mı? İlk insandan bu yana hayat derdimiz, bu çağlarda/modernlikte daha fazla diyebilir miyiz? Eğer öyleyse sınavımızı daha zor kabul edersek, bir ayrıcalık kazanır mıyız?
Dünyaya hazırlıklı değiliz, öyle de doğmuyoruz. Ancak kimi sosyologların dediği gibi sanki dünya da bildiğimiz bir dünya olmaktan çıkmış gibi. Değişimin hızını takip de kontrol de zor. Yeni bir yaşama stilinin bizim bildik kabullerimizin çoğunu tartışmaya açtığını, itibarsızlaştırdığını hatta bizi ortada bırakmayı seçtiğini söylemek mümkün. İnsan bu gelişmelerden ürküyor tabi. Gidişat, kaygı ve endişe duyanları söze karışmaya davet ediyor. Modernliğin bizi gafil avladığından söz edenler de var. Bana kalırsa, arayı fazlaca açtığımız bir gecikme belki de mesafe var. Bunda Müslüman toplumların ilerlemeci-kalkınmacı söylemlerden bağımsız bir şekilde hayatın yeni ve muhataralı imtihan alanlarını epeyce bir müddettir gözden kaçırmalarının payı büyük. Belki çok şey söylenebilir, ama ciddiye almadığımız gelişmeler sonuçta bizi dilde de söylemde de maneviyatta da tekletmeye başlattı. İç çatışmalar, sorgulamalar hatta yüzleşme süreçleri çoğaldı. Bu fiilî durumun üstesinden gelecek bir iradeye, kudretli bir bilgi ve yüksek bir bilincin aktığı yeni bir hayat formuna ihtiyacımız var. Biraz sendelemenin sakıncası yok ancak söylemek gerekir ki hâlâ bir yol tutturabilmiş değiliz. Hayra alamet midir bu duruş, konuşmak lazım.
Dünyayı bir cendere olarak değil bir imtihan alanı olarak görmek onarıcı bir başlangıç olabilir.
Hep bir zihni çelişki içinde kalarak yaşıyoruz dedik. Siz de “din yorgunluğu” tabirini kullanıyorsunuz. Böyle neşesiz, böyle dertli, dünyayla nasıl baş edeceğiz? Müslüman hayat kavrayışında neşemiz nerede?
Neşemizi kaybettiğimiz doğru. Çocukluğumdan beri duyduğum en güzel dualardan biri neşemizi kaybetmemekle ilgiliydi. Muhabbetin alıp başını gittiği meclislerden ayrılırken, herkes bu yaşanılan güzelliğin tekrarı için “Allah neşemizi bozmasın” diye ellerini kaldırıp Allah’a niyazda bulunurdu. Din yorgunluğu bu kargaşa ortamında neler yapılması gerektiği konusundaki aceleci tavırlarımızın kötü bir bileşkesi. Bilgiyi, müfredatı hayatın çılgın akışından bağımsız olarak zerk etme hevesi sonuçta kendine özgü tıkanmalar yaratıyor. Dünyayla baş etmek bana kalırsa öyle sanıldığı gibi de zor değil. Dünyayı bir cendere olarak değil bir imtihan alanı olarak görmek onarıcı bir başlangıç olabilir. Yapıp ettiklerimizin dışında nasılına-biçimine vakıf olmadığımız bir sosyolojiyle karşı karşıya değiliz. Olup bitenleri anlamak, ön almak, nihayetinde kendimize biçtiğimiz rolü sağlam bir şekilde inşa etmek gerekiyor. Dünya bizim düşmanımız değil, onu her daim reddetmek gibi marazi bir dinsellikle de işimiz olmaz. Bir denge fikrinin her fırsatta yeniden biçimlenmesi gerekir. Bugün denge dediğimiz şey, ifrat ile tefrit arasında sürdürülebilir bir hakikat yolculuğu bize neleri mecbur kılar? Buralara da üşenmeden bir bakmak gerekir.
Kitapta, Zaman’dan Cinsiyet’e, Ahlak’tan Bilme Biçimleri’ne otuz başlık var. Elbette bir yazar kitabının baştan sona okunmasını ister ama, şu kavramlar üzerine daha çok düşünülmesini isterim dedikleriniz var mı?
Aslında kavramlar birbirini takip etmekle kalmayan aynı zamanda da birbiriyle tamamlanan, ortak bir tahkim alanı oluşturmak üzere metinselleştirildi. Ben nedendir bilmem hep anneyi en önde sayarım. Şöyle diyeyim o zaman, insanın bir annesi bir de evi varsa korkacak hiçbir şey yoktur hayatında. Belki de korkacağı tek şey onları kaybetmek olabilir.
Hayatın derdimiz olmaktan çıkacağı bir dünya tasavvur edebilir miyiz, etmeli miyiz?
Bu bir umut olabilir ama benim için hayat bütün unsurlarıyla değerli ve sanki de böyle bir şey hep. Derdiyle, tasasıyla, sevinciyle, neşesiyle birlikte ele alınabilecek bir düzlem. Önemli olan hüznüne de sevincine de arada bırakıcılığına da hazır bir ruh halinde kalmayı başarmak. Hayatın türlü temsilleri, risk ve kolaylıkları karşısında insanın boş olmadığını, onu her durumda yolda tutan bir sabitenin olduğunu hep bilmek.
Günümüz dünyasında hemen her sahada alıcıya mesaj iletmek için çok parçalı ve kısa yollar tercih ediliyor. “Aman uzun olmasın okunmuyor, seyredilmiyor!” ikazını duyuyoruz. Kitabınızın alt başlığında da fragman (kısa tanıtım) kelimesi var. Araştırma-inceleme eserlerinizi dışarıda tutarak soracak olursak, diğer kitaplarınızda da benzer biçimi, fragmanlar şeklinde kısa anlatımı kullandığınızı görüyoruz. Siz de bahsettiğimiz endişeleri gözeterek mi kısa yazıyorsunuz?
Kendi hızıma uyduğumu, sesimi takip ettiğimi söyleyebilirim. Dilimi daha fazla zorlamadan, benden çıktığı hâliyle paylaşmayı seviyorum. Metinlerin üzerinde gramatikal düzenlemeler mutlaka yapıyorum ama daha fazlasına asla ihtiyaç duymuyorum. Muradımın birtakım düzenlemelerle endüstriyel ve sektörel bir üretime tahvil edilmesini itici buluyorum.
“Varlık iddiasında bulunmayı hak etmek” diyorsunuz son sözlerinizde. Modern insanlar olarak haklarımızla doğarken, hepimiz böyle varken, hepimiz eşitken, hem de hak sahibiyken bütün bunlara itiraz eden bir cümle kurmuşsunuz. “Varlık iddiasında bulunmayı hak etmek” ne demektir hocam?
İnsan varlığını bilinciyle hisseder. Onu alelade bir beden olmaktan çıkaracak olanın insan olmayı tercih etmekle başladığını biliyoruz. Varlık iddiası irademize sahip çıkmakla, hesabı kime vereceğimizi anlaşılır kılmakla ve ömrümüzü ne yönde tükettiğimizle ilgili sorgulayıcı ameliyelerle netlik kazanıyor.
Akademi/bilim hep bir soğuk, anlaşılmaz bulunur. Cümleleri uzun ve dolaşıktır. Sizin ise akademisyen bir anlatıcı olarak biraz farklı bir portreniz var. Henüz yolun başındaki genç akademisyenlere ne tavsiye edersiniz?
Belki de en çok muhit üzerinde durmak gerekir. Geliştirici, güçlendirici bir ortam. Düşünceye, yeni fikirlere, yaratıcı söylemlere açık olarak bilinen muhitlere dahil olmak. Okumak, literatürü bihakkın takip etmek ama belki de en çok bizi hayatın gerisinde bırakacak tavır ve duruşlardan uzak durmak. Okumak amenna, yazmak da. Bunlara kim ne diyebilir? Nihayetinde bütün bunları insan olmanın bir gereği, onunla birlikte gelen bir emaneti karşılamak için yapmalıyız.
Zor bir dünyaya doğduk, bunu kimse inkâr etmiyor. Ama her zorlukla birlikte de bir kolaylık vardır ve bu söz alelade bir imkân ya da armağan değildir.
Bizim çok kendimize mahsus bir modernleşme hikâyemiz var. Siz de bir makalenizde bu durumu, devam edegelen bir oluş hâli olarak nitelendiriyorsunuz. Derdimiz Hayat’taki fragmanların anlatımında da bu hâlin gölgesi var. Buna dair neler düşünüyorsunuz, katılaşabildik mi biraz, şeklimiz şemailimiz belli oldu mu, ne dersiniz?
Çok da hayıflanarak bir yol bulabileceğimizden emin değilim. Kuşkusuz eksiklerimizi konuşmak, ihtiyaç kalemlerimizi gözden geçirmek değerli ama ömrümüzü ağlaşarak tamamlayamayız. Nereden başladıysak oradan yola devam etmek gerekir. Zor bir dünyaya doğduk, bunu kimse inkâr etmiyor. Ama her zorlukla birlikte de bir kolaylık vardır ve bu söz alelade bir imkân ya da armağan değildir.
Ben gelecek tasavvurunu çok önemsiyorum. Kendimize bakıp çok ah vah ettiğimizi, bardağın dolu tarafını yok saydığımızı, daha az gördüğümüzü düşünüyorum. Hâlimizi, yaşayışımızı bunca dert edinen biri olarak sizin ülkeye, millete dair gelecek tasavvurunuzu merak ediyorum. Şöyle bir bakıp neler hayal ediyorsunuz? Hangi hususlar sizi umutlandırıyor veya endişelendiriyor?
Ben gençleri sağlı sollu çok değerli buluyorum. Pek çok yükten arınmış olmalarını rahatlatıcı bir durum olarak görüyorum. Adalet ve hakkaniyet duygusunun onlarda daha bir güçlü olduğunu gözlemlemek birkaç kuşak öncesinin gereksiz yorgunluklarının bitirdiği bir hayata yeniden tutunabileceğimizin işaretlerini veriyor.
Yazının başında kendine ait bir okur kazanmış diyerek sizi takdim ettik. Kendinize ait bir de internet siteniz var ve sohbetlerinizi, makalelerinizi cömertçe paylaşıyorsunuz. Ama henüz sizin kitaplarınızla, üslubunuzla tanışmamış olanlar da muhakkak vardır. Biz külliyat sahibi olan isimlere şu soruyu âdet olarak soruyoruz. Sizi okumaya nereden başlamalı?
Estağfirullah, teşekkür ederim. Eğer akademik bir ilgiyle çalışmalarıma bakmak isteyenler varsa kronolojiyi takip etsinler derim. Doktora tezimden başlayarak benim kendi gelişme seyrimi izlemek belki yaşadığımız zorluklara, yaptığımız yanlışlara düşmemeleri için bir fırsat olabilir. Edebiyat için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İstediklerini gözü kapalı seçip okumaya ondan başlayabilirler. Çünkü hepsi başka bir ruh hâlinin ifadesi olarak yazıya dökülmüştür.
Söyleşi: Mukadder Gemici
Necdet Subaşı (Artvin, 1961)
Atatürk Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi’nde ilahiyat eğitimi aldı. Doktorası Din Sosyolojisi alanındadır (1995). Akademik çalışmalarını Yüzüncü Yıl, Muğla ve Gazi Üniversitesi’nde sürdürdü. 60. T.C. Hükümeti’nce başlatılan “Alevi Açılımı”nda genel koordinatör olarak görev ve sorumluluk üstlendi (2009-2011). Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Strateji Geliştirme Başkanı olarak görev yaptı (2011-2015). 2015 yılında atandığı Başbakan Başdanışmanlığı görevini hâlihazırda MEB danışmanı olarak sürdürmektedir. Subaşı, 2020 yılından itibaren tüm dünyayı kuşatan covid-19/koronavirüs salgın sürecinde dijital düzeyde gerçekleştirilen Karantina Sohbetleri’nin daimi moderatörlüğünü üstlendi.
Türk Aydınının Din Anlayışı (Yapı Kredi, 1995; Otto, 2016), Kutsanmış Görüntüler (Nehir, 1999), Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme (Vadi, 2003; Kopernik, 2018), Gündelik Hayat ve Dinsellik (İz, 2004, 2018), Ara Dönem Din Politikaları (Küre, 2005; Tezkire, 2017), Alevi Modernleşmesi (Kitabiyat, 2005; Timaş, 2012; Mahya 2019), Sınırları Yoklamak (Ötüken, 2007), Alevi Çalıştayları Nihai Raporu (Devlet Bakanlığı, 2010), Din Sosyolojisine Giriş (Dem, 2014, 2020), Din Sosyolojisi (Dem, 2014, 2017), Dinî Sosyaliteler (Tezkire, 2014), Yaz Dediler Ânı (Otto, 2015, 2016, 2017). Zamanın Behrinde -Ramazan Hikâyeleri-, (Dergâh, 2015, 2018), Tedâvüldeki Kitaplar (Tezkire, 2015, 2016; Mahya, 2019, 2020), Dışarıdaki Havalar (Hece, 2016), Gerisi Hikâye (Otto, 2016, 2017), Söz Uçar Sızı Kalır (Otto, 2017), Biz Dışarıda Kalanlar, (Büyüyen Ay, 2017), Gelince Söylerim (Otto, 2018), Adını Sonra Koyarız (Ankara: Otto, 2018), Sosyoloji Günlükleri (Mahya, 2018), Kamusal Maneviyat (Mahya, 2018), Sorusunu Bulan Cevaplar (Mahya, 2018), Mahir Zaman’la Yakaza Halleri (Mahya, 2020), Bir Güzel Yorulduk (Mahya, 2020), Dilaltı (Maarif Mektepleri, 2020) ve Derdimiz Hayat -Etnometodolojik Fragmanlar- (Mahya, 2020) yazarın başlıca çalışmaları arasında yer almaktadır.
Necdet Subaşı’nın aldığı ödüller arasında Tüba Teşvik Ödülü (2008), Sıtkı Koçman Vakfı Araştırma Ödülü (2010), ESKADER Edebiyat Ödülü (2015) ve TYB (Türkiye Yazarlar Birliği) Edebiyat Ödülü (2018) yer almaktadır.
Subaşı, evli ve dört çocuk babasıdır.
Teşekkürler.