Hilmi Oflaz'ın sofrasından kimler nasiplenmedi ki!

90'lı yıllarda rahle-i tedrisinden geçen iki isim, Muaz Ergü ve İlyas Dirin hem Oflaz'ı yad ettiler hem de Hilmi Oflaz sofrasındaki diğer isimleri...

Hilmi Oflaz'ın sofrasından kimler nasiplenmedi ki!

13 Mayıs 1998, Necip Fazıl’ın “manevi evladı” Hilmi Oflaz’ın ölüm tarihi. Onu yakinen tanıyan edebiyatçı İlyas Dirin ile konuştuk. İLESAM’ın (Türkiye İlim Ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) İstanbul’daki şubesi bir zamanlar bizim mahallenin üniversite öğrencilerinin ve yazarçizerlerin uğrak yeriydi.

Bir sohbetimizde Hilmi Oflaz’ın yaşayan bir tarih ve İLESAM’ın klasiği olduğunu, İLESAM’da sohbet koyulaşıp da son vapur seyrüsefer eyleyince Hilmi Oflaz ve üniversiteden arkadaşlarla öğrenci evinize gidip bir de orada gece yarılarına kadar sohbet ettiğinizi söylemiştin. İstersen sohbetimize buradan başlayalım.

Bu girişle birden okyanusun ortasına dalmış olduk. İLESAM denilince insan söze nereden başlayacağını ve hangi isimleri sırayla yâd edeceğini gerçekten bilemez. Ben sohbetimizi kıyıya çekip bir edebiyat mahfili olarak İLESAM’ı ve bu mekânın en asli müdavimi Hilmi Oflaz amcamızı anlatmaya çalışayım.

1993 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümünde okumaya başlamıştım. Kitaplarla haşir neşir olan sınıftan bir grup arkadaşla bazen İLESAM’a, bazen de hemen yakınında olan Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne gider, koyu sohbetlere dalardık. Hilmi amcayla tanışmamı, ilk sohbet maceramı gerçekten hatırlamıyorum. Çünkü onunla aranızda muhabbet başlayınca sanki yıllardır görüşüyormuşsunuz gibi bir his hâsıl olurdu. Hem onunla tanışmamıza hem de İLESAM müdavimi olmama muhtemelen ev arkadaşım, hemşerim ve yayıncılıktan meslektaşım İbrahim Sarp vesile oldu. Bu, zannedersem üniversitenin ikinci sınıfına denk gelir. İLESAM’ı gerek mekân gerekse müdavimlerinin portre tasviri olarak anlatmak ciltlerce sürer. İbrahim gazetecilik bölümünde okuyan bir arkadaşımızdı. Son derece girişken ve gazetecilik mesleğine bağlı biriydi. Bu yüzden aramızda yazıp çizmeye ve gazetelerde çalışmaya ilk o başlamıştı. Sağ olsun çalıştığı gazete ve dergilerde bizleri de yazmaya teşvik ederdi. İkimiz gençler arasında İLESAM’ın en sadık müdavimleri arasındaydık.

Bu camiada tanıştığım ilk esaslı kişilerin başında rahmetli Hilmi Oflaz, değerli ağabeylerim Mehmet Nuri Yardım, rahmetli Nusret Özcan, rahmetli Hamit Can, rahmetli Mustafa Miyasoğlu gelir. Miyasoğlu Beyazıt’a geldiğinde daha çok Türk Ocağında oturur, sonra da Türk Edebiyatı Vakfına giderdi. Miyasoğlu’yla tanışmamız da Türk Ocağı'nda olmuştur. Lisedeyken Güzel Ölüm romanını okumuştum. Bu romanını okuduğumu söyleyip romandan bahsedince çok sevinmiş ve muhabbetimiz pekişmişti. Yazarlık maceramın başlamasını da Miyasoğlu’na borçluyum. Beni Millî Gazete’ye yönlendirmiş, bir süre orada kültür-sanat sayfasının editörü Bedir Acar’ın yanında meccanen yazıp çizmeye, kültür-sanat muhabirliği yapmaya başlamıştım. Bedir Acar dostumuz da İLESAM’ın müdavimlerinden ve Hilmi Oflaz’ın müritlerindendir. Şimdi tam anlamıyla zaman tüneline girmiş olduk ve maalesef bazı isimlerden bahsederken başa “rahmetli” sıfatını getirmek zorunda kalıyoruz.

İLESAM hatıraları sökün etmeye başladı anlaşılan. Ayrıca bir isim peşinden birçok ismi de sohbetimize dâhil ediyor.

Daha anacağımız çok isim var elbette. Zihnim hatıra bombardımanına tutuldu âdeta.

O zaman ben sana yardımcı olayım. Hilmi Oflaz ve İLESAM denilince akla ilk gelenlerden biri de Hilmi Oflaz sofrası olsa gerek.

O sofra unutulur mu hiç? Öğrenciyiz ve tabi kimi zaman da beş parasız… Akşamüzeri en başta İbrahim Sarp ve Mustafa Keloğlu İLESAM’ın bir köşesinde aç biilaç oturur, Hilmi amcanın elinde poşetle içeri girmesini bekleriz. İLESAM’da bir masa Hilmi Oflaz sofrası olarak hazırda bekletilirdi. O içeri girdi mi “bugün de aç kalmadık çocuklar” derdik ve hemen Hilmi amcayla masaya gider, sofrayı donatırdık. Masada birkaç çeşit küflü peynir, buruşuk zeytin ve en az on ekmek olurdu. İşte biz o sofrayı Karun’un sofrasına değişmezdik. 1990’lı yıllarda Hilmi amcanın sofrasında karnımızı doyurur, çay ocağına bakan Muhittin’den veresiye çayımızı içerdik.

Tabi her zaman parasız kalmazdık. Bazen işimiz rast gider; ben, İbrahim Sarp ve Mustafa Keloğlu dergi ve gazetelerde çalışır, biraz para kazanırdık. Hatta bir dönem yeni çıkan Yeni Ufuk gazetesinde birlikte çalışmıştık. Bu gazetede kısa süre çalışmamıza rağmen, o güne kadar hiç cebimize girmeyen miktarda para kazanmıştık. Yaklaşık iki ay çalışmamıza rağmen oradan gelen paradan arta kalanla Fatih’te bir ev tutmuştum. Sen o evi çok iyi bilirsin.

Şimdi de sen beni zaman tüneline sürükledin. O günlerin unutulması mümkün değil elbet. İLESAM’ı kronolojik anlatmak istesen de galiba tedailer buna izin vermeyecek gibi görünüyor.

Çok yerinde bir tespit. O gazetede yaz döneminde çalışmaya başlamıştık. İlk çalışma günü üçümüz birlikte yemekhaneye inmiştik. Aman Allahım! Bir de ne görelim! Menüde en az on çeşit yemek, yanında tatlısı, turşusu… Bu manzara karşısında “ulan burada sırf bu yemekler için maaşsız bile çalışılır” diye şakalaşmıştık aramızda. N’aparsın işte öğrencilik, bekârlık! Sabah poğaçalı kahvaltı, öğlende fakültede karavana, akşamda Hilmi Oflaz’ın sofrası. Midemiz sulu yemek görmüş oldu.

Akşam altıda gazeteden çıkar, doğru İLESAM’a giderdik. O günlerde biz İLESAM’a gittiğimizde Hilmi Oflaz sofrası da kurulmuş olurdu. Akşam 7-8 civarı İLESAM’ın müdavimleri de gelmeye başlardı. O zaman yeri Topkapı’da olan Yeni Şafak gazetesinde çalışan Nusret Özcan ağabeyimiz eşikte ilk görünenlerdendir. Paltosu önde, kendisi arkada İLESAM’a geldiğinde nerdeyse hazirunla tek tek selamlaşırdı. Nusret ağabey, replik ve İLESAM hakkındaki tespitleriyle de ayrı bir değerdi. Maltepe sigarasından derin bir nefes çeker, aheste aheste dumanı azat edince “Dua ederken sigara içilmez ama sigara içerken dua edilir gençler!” derdi. İLESAM için "basın amele pazarı" diyerek bu mekân hakkında en güzel tespiti de o yapmıştır. Gerçekten de öyleydi. Sağ kesimde yeni bir dergi ya da gazete çıkarılacaksa ilgililer evvela İLESAM’a uğrar, yazar ve editör kadrosu burada kurulurdu. Ben de bir dönem İzlenim dergisinde yayın koordinatörü olarak çalışmayı, Yeni Şafak kültür-sanat sayfasının yazar-muhabir kadrosunda yer almayı, Yeni Ufuk gazetesini tanıma, yayınevlerine evde iş yapma imkânını İLESAM’daki muhabbet ve tanışıklıklar sayesinde elde etmiştim.

Biz Hilmi amcanın etrafında halka olmuş, üstad Necip Fazıl’ı, Büyük Doğu dergisinin maceralarını ondan dinlerken Nusret ağabeyimiz sohbetimize ayrı bir renk ve heyecan katardı. Tabi bu halkada bulunanların başında üzerimde çok emeği ve hakkı olan Hamit Can ağabeyimiz gelir. Nasıl ki Hilmi Oflaz deyince akla Necip Fazıl geliyorsa Hamit Can deyince de Sezai Karakoç gelir. Bazen aynı, bazen de bir başka masada gönül insanı Süleyman Alnıaçık ağabeyimiz piposunu tüttürüp sohbetiyle ayrı bir vecd atmosferi oluştururdu. Kimi zaman ağabeyimiz konumunda olan bu isimler ayrı bir masada oturur, biz de yakınlarında bir yerde dururduk. Bu arada masa dediğime bakmayın. Oturduğumuz yerler iki üç kişilik, üstünde eski usul kilim, arkada ise saman sarması yastıklar olan sedirlerdi. Kalabalık olunca sedirleri halka yapar, muhabbetin dehlizlerine dalardık.

Bu halkanın çok daha zengin olduğunu biliyoruz. Diğer müdavimler kimlerdi? Bu sohbet halkasında Hilmi Oflaz’ın belirleyiciliği neydi?

Burada öncelikle değerli edebiyatçımız Mehmed Niyazi Özdemir’den hususen bahsetmemiz gerekir. Mehmed Niyazi Bey'in, aramızda belirgin yaş farkı olmasına rağmen affına sığınarak, kütüphane arkadaşım olduğunu da söylemek isterim. Üniversite yıllarında (kısa süreli mesaili çalışmalar hariç) bölüm derslerinden arta kalan bütün zamanım Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde çalışmakla geçerdi. Ben sadece boş vakitlerimde kütüphaneye giderdim. Hangi vakit kütüphaneye gitsem Mehmed Niyazi ağabeyi orada, okuma salonunun o loş köşesinde kitap okurken görürdüm. En az birkaç yıl o kütüphanede Çanakkale üzerine yüzlerce kitap okumuş olduğuna şahidim. Bu okumalarının neticesinde o şaheser eseri Çanakkale Mahşeri romanını yayımladı (1998). Bu roman Mustafa Necati Sepetçioğlu’ndan sonra Çanakkale’yi en esaslı bir şekilde anlatan ikinci romanımızdır.

Mehmed Niyazi Bey, kütüphaneden çıkınca akşam olmadan İLESAM’a muntazaman adım atanların başında gelirdi. Biz sonradan geldiysek onu Yusuf ağabeyimizle, Nusret Özcan’la, Hilmi Oflaz’la ve arada bir gelen misafirlerle derin sohbetlere daldığını görürdük. Bu sohbetlerde 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’nin siyasi seyri, edebiyat mahfilleri onların ağzından inci taneleri gibi dökülürdü. Biz o inci tanelerini toplamak için yarış yapardık. Çünkü sadece kitaplarını okumak suretiyle tanıdığımız Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Erol Güngör, Fethi Gemuhluoğlu gibi isimleri yakinen tanıma imkânları olmuş isimlerden bahsediyoruz. Hele de Mehmed Niyazi Ağabeyin ve Hilmi Oflaz’ın o Marmara Kıraathanesi hatıralarını genç yaşımızda dinlemiş olmanın keyfini anlatmak gerçekten zor.

Burada Mehmet Niyazi ağabeyle ilgili çok ilginç bir anekdot nakletmek istiyorum. Tarih Haziran 1996. Refah-Yol hükümeti kurulmuştu. Akşam İlesam’dayız. Haberlerde yeni kurulan hükümetin bakanlar kurulu açıklanıyor. Spiker, kültür bakanının ismini söylediğinde Mehmet Niyazi ağabey hepimizi şaşırtacak bir ses tonuyla tepki göstererek; “Yahu bu adam hayatı boyunca bir tane bile roman okumadı. Şimdi kültür bakanı olmuş.” demişti.

Yaşı ve hayat tecrübesi gereği Hilmi Oflaz konuştu mu herkes susardı. Ola ki gaflete düşüp sözünü böldünüz mü adam akıllı haşlardı. Yorulup da konuşması bitince diğer isimler başlardı anlatmaya.

Tabi bu halkada Minareci Mümin ağabeyimizin yeri de bir başkaydı. Ondan kimi zaman 12 Eylül sonrasına ait maceraları dinlerdik. 12 Eylül rejiminin, Mümin ağabeyi en az on ayrı davadan yargılamış olduğunu duymuştum. Gerek diğerleri gerekse Allah sağlık afiyet versin Mümin ağabey biz gençlerle çok ilgilenir, bizimle yaşıtıymışız gibi muhatap olurdu. Ayrıca Hilmi Oflaz’a en çok sahip çıkanlardan biridir de. Son derece Hilmi Oflaz’a bağlı ve saygılıydı. Kadirşinas, hatır gönül nedir çok iyi bilen bir ağabeyimizdi. Bazen sohbet esnasında bir şeylere kızar ama onun kızgın hâli bile ayrı bir sempati oluştururdu. Bu bahsettiğim isimlerin hepsi hafızamda dipdiri duruyormuş demek. Hepsinin sesi kulaklarımda çınlıyor. Oturuşları, el kol hareketleri, refleksleri bir bir canlandı zihnimde. Hangi birini nasıl anlatacağımı bilmiyorum.

Biraz da yaşı bize yakın olanların hatıralarını yâd edelim.

Ebubekir Kurban, yakın zamanda kaybettiğimiz (Allah mekânını cennet eylesin) İsmail Dervişoğlu, soyadını hatırlayamadığım için beni affetsin Ekrem İlesam’da en çok muhabbetimiz olan isimlerdir. Ebubekir Kurban on küsur yıldır Ankara’da yaşıyor. Onun meşhur bir çantası vardı. Ebubekir nereye çanta da oraya… Bazen Ebubekir ağabey de sağ olsun öğrenci evimizi şenlendirirdi. Ondan daha çok evlenememe hikâyelerini dinlerdik. Şimdi bildiğim kadarıyla yetişkin çağında çocukları var.

Rahmetli İsmail Dervişoğlu ise tabir caizse kitabın feriştahını bilen bir arkadaşımız, ağabeyimizdi. İlesam’da en çok görüştüğümüz, sonrasında ise Cağaloğlu’nda zaman zaman yolumuzun kesiştiği Hilmi Oflaz’ın sadık müritlerindendi rahmetli. Maalesef daha nice kitabı gün yüzüne çıkaracağı bir dönemde kaybettik kendisini. İleriki yıllarda, çalıştığım Türk Edebiyatı dergisine gelir, keyifli sohbetler olurdu aramızda. Gitmek üzereyken masamdaki bir kâğıda üzerinde çalışma yaptığı yazarın ismini yazar, mesaj alınırdı. Ben de dergi çalışmalarından çıkardığım yazar listesinden o isimle ilgili ne varsa listeleyip kendisine teslim ederdim. O da bana ulaşamadığım dergiler hakkında bilgiler verir, hatta kütüphanelerde olmayan dergilerin fotokopilerini getirirdi. Mesela arşivimde, kütüphanelerde olmayan bir derginin bütün sayılarının fotokopisini Dervişoğlu temin etmiştir. Bu vesileyle kendisini tekrar rahmetle yâd etmiş olalım.

Ekrem, o yıllarda kamuya bağlı bir sağlık kuruluşunda çalışırken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümünü bitirdi. Uzun süreden beri de edebiyat öğretmeni olarak görev yapıyor. Edebiyata olan olağanüstü vukufiyetinin yanında diğer sosyal alanlarda da hayranlık uyandıracak kadar bilgi sahibi bir arkadaşımızdır. O da benim gibi öğrencilik yıllarında yayıncılık işlerine bulaşmış, gerek evde gerekse yayınevlerine tashih ve redakte işleriyle ayakta durmaya çalışmıştır.

Sohbetimizin başında adını andığımız Mustafa Keloğlu da Hilmi Oflaz’ın en sadık bendelerindendir. Yalnız Hilmi Oflaz Mustafa’ya hep kızardı. Çok rahat, telaşsız bir arkadaşımızdı. Trakya’da ziraat fakültesini bitirmiş, aynı zamanda okur-yazarlığı önemseyen biriydi. Fakülteyi bitirdiği zaman memleketinde, çiftçilikle uğraşan ailesinin yanında kalmış bir süre. Babasını devre dışı bırakıp tarlaları fakültede öğrendiği modern tekniklerle ekmiş. Tabi bir süre sonra tohumlar yeşermeden tarlada çürümüş.

İşte bizim İlesam, normal standartları kabul etmeyen böyle sıra dışı insanların mekânıydı. Şimdi memleketinde, ailesiyle geleneksel usullerle tarım faaliyetlerinde bulunuyor ama kitaplardan kopmadığından eminim. Sonra şuaradan İlhami Atmaca, Sıtkı Caney ve İbrahim Kiras İLESAM’da en çok aynı havayı teneffüs ettiğimiz isimlerdendir. Atmaca ve Caney, 2000’li yıllardan beri Ankara’yı mesken tuttular. İlhami Atmaca bazen İLESAM’ın bir köşesinde saz çalardı, biz de huşu içerisinde kulak misafiri olurduk. Onun İLESAM’da yürüyüşü, mütevekkil bir edayla konuşması zihnimde mücessem hâle geldi. Hülasa-i kelam İlhami Atmaca İLESAM’ın jönüydü.

İLESAM’ın bu 1990’lı yılları Hakan Albayrak’ın yıldızının parladığı bir dönemdir. Kısa süreli çıkardığı Çete dergileriyle matbuatımızda ayrı bir yeri vardır. Yanlış hatırlamıyorsam Çete adıyla da bir dergi çıkarmıştı. İbrahim Kiras’la birlikte İki Şiir adıyla bir dergi hatırladım şimdi. Bu dergi kütüphanemde hâlâ durur. Adından da anlaşılacağı gibi dergide Hakan Albayak ve İbrahim Kiras’ın birer şiiri bulunmaktadır. Hakan Albayrak, İslamî kesimde mülayimliğin kırılma noktasında durur. Son derece aksiyoner bir arkadaşımızdır. 1990’lı yılların ilk yarısında yaşanan Bosna Savaşında Bosna’ya gidip orada faal bir şekilde Müslümanlar için çalışmalarda bulunmuştur. Balkan göçmeni olduğum için Bosna Savaşıyla yakından ilgileniyordum. İLESAM günlerinde Hakan Albayrak Bosna’dan dönmüş, İLESAM’a uğramıştı. Masa epey kalabalıktı. Onu en çok konuşturanlardan biri bendim. Bosnalı Müslümanlar hakkında âdeta onu soru yağmuruna tutmuştum.

Bu andıklarımın hepsi Hilmi Oflaz’ın etrafında halka olmuş, sofrasında karnını doyurmuş, İLESAM’a ayrı bir renk katmış isimlerdir. Hepimizin öncelikli ortak noktası Hilmi Oflaz idi. Hilmi amca kimi zaman çay ocağına yakın oturur, sanki bir otağı yöneten Başbuğ gibi herkesi göz hapsine alırdı. Dalgınlığına geldi de yanından selam kelam sarf etmeden geçtin. Hemen ardından “Haiiiiiiiiiiiiin” diye bir bağırırdı ki öyle böyle değil. İşte o zaman koşar adım geri dönerek Hilmi amcaya sarılıp gönlünü alırdın. Hilmi amca ihmale gelmezdi çünkü… Anlattıklarını bölmemek için araya girip de soru soramadım.

Tabi bir de İLESAM deyince anmadan geçemeyeceğimiz Kuvayımilliyeci Fatma ablamız var. Cağaloğlu civarındaki kültür-sanat toplantılarının hâlâ müdavimlerindendir kendisi. Fatma abla bir konuşmaya başladı mı İLESAM’ın sütunları titremeye başlardı. Geçen gün yine bir toplantıdaydı. İlerleyen yaşına rağmen formunu hiç kaybetmemiş. Kimi gördüyse seçim bildirgesi dağıtıyordu. İstisnasız yıllardan beri bağımsız milletvekili adayıdır.

Bu arada Avukat Tahsin de İLESAM’ın unutulmayacak simalarındandır. O da Ankara’yı mesken tutanlardan. Yıllardan beri hafta içi Ankara’da, hafta sonları da İstanbul’da, Sultanahmet’teki evinde. Maaşının yarısıyla otobüs şirketlerini finanse ediyor. Bildiğim kadarıyla Yüksek Yargıda görevli.

Adını anmadan geçemeyeceğim iflah olmaz muhalif Cafer Vayni, İLESAM’dan bugüne görüştüğümüz meslektaşlarımızdandır.

Rahmetli Sedat Umran da İLESAM’da tanışma fırsatı bulduğum, gerek bu mekânda gerekse Yazarlar Birliği'nde hem kendi hem de Ahmet Hâşim’in şiirlerini ezberinden dinlediğim çok değerli bir şairimizdir. Karşılaştığımızda hemen elini çantasına uzatır, yeni yazdığı şiirlerini o an okumam için bana uzatırdı. O şiirleri birlikte okuyup bazen kritik ederdik.

Onca ismi anıp da tüm zamanların komplo teorisyeni Şaban Abak’tan bahsetmemek abesle iştigaldir zannımca. Şaban Ağabey, İLESAM’ın en renkli, en orijinal müdavimleri arasında yer alır. Ondan dinlediğimiz komplo teorilerini Amerika’daki düşünce kuruluşları bile üretememiştir. Belki benim komplo teorisine ilgi duymam, bu adla bir dergi çıkarma teşebbüsünde bulunmam Şaban Ağabeyin o zamanlar bilinçaltımıza nakşettiği sohbetlerin etkisiyledir. Şaban Abak, aynı zamanda Diriliş ekolünün önemli temsilcilerinden biridir.

1990’lı yıllarda Cağaloğlu, bugünkü kadar kabuk değiştirmemişti. Mesela Türkiye gazetesi Cağaloğlu’nda hizmet vermekteydi. Uzun yıllar bu gazetede çalışmış olan değerli ağabeyim Mehmet Nuri Yardım, gazete çıkışı İLESAM’a uğrardı. Kendisiyle birçok külür-sanat ve kitap projesinde teşrik-i mesaide bulunduk ki bu hâlen devam etmektedir. Mehmet Nuri Ağabey, Cağaloğlu’nda vefa denilince ilk anacağımız isimlerin başında gelir. Sadece Hilmi Oflaz değil, birçok değerli ama nisyana mahkûm edilmiş sanat adamını, edebiyatçıyı, gazeteciyi yazılarıyla, düzenlediği toplantılarla gündeme taşımıştır.

Bir de müdavimleri dışında arada bir İLESAM’a uğrayan rengârenk simalar vardı. Sürekli poğaça, börek yemekten mide kanserine yakalanan, sonra da çok şükür bu illetten kurtulan dil bilimci ve sanat tarihçisi Servet Kızılay, ilk maaşıyla beş top kumaş, yirmi tane gömlek alan, kışın Amerika’ya gidince döndüğünde ev sıcak olsun diye elektrikli ısıtıcıyı açık bırakan Ahmet Pekşen ilk aklıma gelenlerdir.

Hilmi Oflaz’ın zaman zaman öğrenci evinizi de şereflendirdiğini biliyoruz. Biraz da bunun hikâyesini dinlesek…

Evet, ne mutlu bize ki Hilmi amcamız evimizi de şereflendirmiştir. İLESAM’da yazın saat 10’dan, kışın 8’den sonra el ayak çekilmeye başlar, İLESAM’ın çekirdek kadrosu sohbete devam ederdi. Hele de kışın o sohbetlerin keyfi anlatmakla bitmez. Havalar soğuyunca oturduğumuz yerin etrafı brandayla çevrilirdi. İşte o zaman İLESAM sedirli bir çadırı andırırdı. Çay ocağının karşısına kurulan varilden bozma sobanın etrafında halka olur, Hilmi Oflaz’ın, Mehmed Niyazi’nin, Nusret Özcan’ın, Hamit Can’ın, Yusuf Özarslan’ın, Süleyman Alnıaçık’ın, Minareci Mümin’in o doyumsuz sohbetleri sayesinde ikinci üniversiteyi de bitirmiş olduk.

Hilmi amcanın sohbetlerinin başında tabi ki üstad Necip Fazıl ve Osmanlı tarihi gelirdi. Hele de biri yanlışlıkla Osmanlı’nın çöpüne bir laf etmiş olsun, aynı Necip Fazıl gibi hiddetlenip ayağa kalkar, o muazzam sesiyle Yavuz Selim’den başlayıp II. Abdülhamid’e kadar gelirdi. Vakit ilerleyince Hilmi amcanın onca yolu tek başına gitmesine gönlümüz razı olmazdı. Hep birlikte öğrenci evimize giderdik. Sohbetin ikinci faslı çoğu zaman evde devam ederdi. Biz artık uykuya yenik düşünce Hilmi amca sırtını duvara yaslar, sabaha kadar kitap okurdu. Kütüphanemde Hilmi amcanın okuyup satır aralarını çizdiği kitaplar hâlâ durur. Tabi sabahı edene kadar üç dört paket Birinci sigarası içerdi. Gündüz içtiklerinin çetelesini tutmak ne mümkün! Hilmi Oflaz’ı kimileri sadece kitap toplayıcısı olarak bilirdi maalesef. Çok zengin bir kütüphanesinin olduğunu, vefatından sonra bu kütüphaneye İstanbul Belediyesi'nin sahip çıktığını biliyorum. Rahmetli aynı zamanda satır aralarını çizen, derkenar düşen sıkı bir kitap okuyucusuydu.

Bir anımı daha anlatayım: İbrahim’le aynı evde kalıyoruz. Yeni bir eve taşınmamız gerekiyordu. Hilmi Oflaz amca, bunu öğrenince “ben size ev buldum” dedi. Üsküdar’da kendi evine yakın, bahçeli müstakil bir evmiş. Bize bunu söyleyince müthiş bir sevinç duyduk. Çok geçmeden Hilmi amcayla sözleşip müstakbel evimizi görmek için Üsküdar’a gittik. Aynı zamanda Hilmi amcanın da evini görmüş olacaktık. Vapurdan indik, bir Üsküdar otobüsüne bindik. Otobüs az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti. Bir vakit bizi Üsküdar’ın tenha bir köşesinde indirdi. Sen de bir saat, ben diyeyim altmış dakika yokuş yukarı yürüdükten sonra Hilmi amcanın evine ulaştık.

Ev, bir şiirde söylendiği gibi kutu gibi bir evdi. Briketten yapılma bu ev nerdeyse çevresindeki meyve ağaçlarından görünmüyordu. Bahçede biraz dolaşınca gördüğümüz manzara karşısında dehşete kapıldık. O güne kadar Boğaz’ı bu kadar güzel ve geniş açıdan gören bir manzarayla karşılaşmamıştık. Boğaz’ın bu manzarasını tasvir edebilmek için ancak Abdülhak Şinasi Hisar olmak gerekir diye düşünüyorum. Hilmi amca bizi bahçede gezdirdikten sonra bir süre ağaçların gölgesinde oturduk. Dinlendikten sonra sıra müstakbel evimizi görmeye gelmişti. Ev için yürümeye başlayınca İbrahim’le benim heyecanımız had safhaya çıkmıştı. İçimiz içimize sığmıyordu. Hilmi amcanın evinin biraz aşağısında kalan bu evi görünce profesyonel bir tiyatrocu edasına bürünüp uğradığımız hayal kırıklığını Hilmi amcaya hissettirmemeye çalıştık. Hilmi amcanın bizim için düşündüğü ve kiralık olan bu ev, en az çeyrek asır önce kaderine terk edilmiş, dikkatlice bakınca bacasıyla giriş kapısının yer değiştirdiğini fark ettiğimiz bir evdi. Bir çivi çakacak olsak, en az on tahta yerinden fırlayacak kadar fırsat kollayan bir durumdaydı. Evi adam akıllı tetkik ettikten sonra İbrahim’le melül mahzun Hilmi amcadan izin isteyip İLESAM’a döndük. Bu eve gelince Hilmi amcaya evin okuduğumuz üniversiteye çok uzak kaldığını, bu fırsatı değerlendiremeyeceğimizi söyleyip kendisine can ı gönülden teşekkür ettik.

İstersen burada şimdilik sohbetimizi nihayete erdirelim. Hilmi Amcanın İbrahim’le beni evlendirme teşebbüsüne girersek, maalesef anamadığımız diğer isimlerden de bahsedecek olursak çıkış yapmamız zor olur. Bu vesileyle Hilmi amcaya ve vefat eden İLESAM’dan değerli dostlarımıza, ağabeylerimize Allah’tan rahmet diliyorum.

Rahmetli Hilmi Oflaz etrafında bir İLESAM tarihi anlatmış oldun. Şu an dindar/muhafazakâr düşünce ve medya dünyasında yer alan isimlerin çoğunun bir İLESAM geçmişi var. Bize bu geçmişin kapısını aralamış oldun. Teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

Muaz Ergü konuştu

YORUM EKLE
YORUMLAR
Tayyib Atmaca
Tayyib Atmaca - 7 yıl Önce

Aziz kardeşim Allah razı olsun. Bizi geçmiş zamanlara götürdün. Dostları yad edip hayır duasıyla andık vesselam