Çocukluğumuzun uzun gecelerinde kısacık hikâyelerini dinlediğimiz ve bizi bir ömür mest eden kahramanlarımız vardır. Çocukluğun aynasında siluetleri belirir ve bir daha kaybolmazlar hafızalardan. Kimi bir sîret kitabının satırlarından çıkıp gelir. Kimi bir cenk masalında kılıç sallar. Bazen Ali olur kahramanımız, Hayber Kalesi’nin kapısını kucaklar. Bazen heybetli bir pehlivan Hamza olur. Battal Gazi olur kimileyin yedi cihana nam salar. Ebâ Müslim seslenir bazı bazı Horasan ellerinden. Battalnâmelerin, Saltuknâmelerin, Danişmentnâmelerin ve Hamzanâmelerin doludizgin atına bineriz. Dörtnal koşarız çocukluğun o özgür, o uçsuz bucaksız ülkesinde. Dörtnal koşarız korkulardan azade. Dörtnal, kahramanlarımızla…
“Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam” diyen cesaret abidesi
Hamza Bin Abdülmuttalib’in silueti dolaşıp duruyor şimdi zihin aynamda. Hatıralar ülkesinde Hamza misafir. Yüzünde duru bir tebessüm, gözlerinde çöl sonsuzluğu… Hamza. Hamza Bin Abdülmuttalib. Allah’ın Aslanı. Peygamber-i Zişan’ın amcası. Şehitlerin efendisi. Cenk mesellerinin cengâveri. Çocukluğumuzun heybetli kahramanı. Sırtı yere gelmeyen pehlivanımız. Can dostumuz. Korktuğumuzda bütün çocukluğumuzla masallarına kaçtığımız yiğit. Adını duyduğumuzda ferahladığımız, çocuk yüreğimizde sonsuz sevgiyle yâd edilen korkusuz yiğit.
Hamza. Uzun çöl gecelerinin yalınkılıç atlısı. Baştan ayağa çölün ihtişamı. “Gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam” diyen cesaret abidesi. Amcaların en cesuru. Hamza deyince en çok ta hafızamızda o atının sırtında çölden çıkıp gelişi ve Peygamber-i Zişan’ın üzerine çullanan müşrik topluluğunu dağıtışı canlanır. Malumdur, müminler Kâbe’ye doğru yürümüşlerdi. Otuz kişi bir iman seli gibi akmıştı Kâbe-i Muazzama’ya. Otuz inanmış, korku salmıştı müşriklerin taş kesilmiş yüreğine. Ebu Cehil bütün kinini, öfkesini kusuyordu müminlere. Tam da bu sırada çölden dönüyordu yiğit Hamza. Ve hesap soruyordu Ebu Cehil’den. Tir tir titretiyordu müşrikleri. Ve iman ediyordu. Geride tarihe miras şu kelamı bırakıyordu bir de: “ Geceleri çölde tek başıma kaldığımda anladım; Allah o kadar büyüktür ki dört duvar arasına sığmaz.”
Hamza olmasaydı Vahşi olur muydu acaba?
Hamza dendi mi bir de Vahşi gelir aklımıza. Hamza olmasaydı Vahşi olur muydu acaba? Ya da tanır mıydık Vahşi diye birini? Mekkeli zenginlerin hizmetini gören köle Vahşi. Sert, hüzün dolu bir hikâyenin kahramanı. İnsanların en hayırlılarından birini şehit eden, insanlık için en tehlikeli biri olan yalancı peygamberi öldüren adam. İki uç… Hamza’yı şehit ettikten sonra Müslüman olan ve hep başı eğik gezen, Muhammed-ül Emin’le göz göze gelmekten imtina eden, utanan Vahşi. Kim bilir, hiç kimse O’nun kadar acı çekmemiştir belki de. İnsanlığını sevgilisi O’na, “bana görünme, amcamı hatırlıyorum” demişti. Uzun bir sürgüne göndermişti ruhunu Vahşi. Uzun bir sürgün…
Peygamber’in seçkin dostları, sırdaşları… Onlar gideli zaman bir ağıt sanki, söylenip durur tarihin dudaklarında. Tarih kederli bir nehir gibi akıtır hüznünü… İslam’ın kaderi çölün yenilgisidir adeta. Sükunetin, asudeliğin, sadeliğin yenilgisi… Yiğit Hamza İslam’ın en zor zamanlarında yetişmişti imdada. Yetişmişti müminlerin imdadına. Bahtının ufkunda doğan İslam Güneşi ışıtmıştı içindeki karanlıkları. Erimişti gönlündeki cahiliye. İmanın nuruydu dolan göğsüne. İman edişi ne kadar çok sevindirdiyse İslam Peygamberini, şahadeti de o denli burkmuştu yüreğini Hüzün Peygamberinin. Ne çok üzüldük O’na. Ne çok yandık… Aşkla çarpan bir avuç yürekti onlar. Aziz Nebi’nin yüreklere serptiği aşkla… Çöl demek aşk demek değil midir? Lacivert gecelerde upuzun göğün altında kısacık bir yolculuk değil midir içimize?
Onlar en büyük devrimciler olarak yazıldılar tarihin sayfalarına
Hamza, çocukluğumuzun kahramanı. Ali gibi… Sırtı yere gelmeyen pehlivanımız. Can dostumuz. Kimse Hamza’yla yüz yüze çarpışmaya cesaret edemedi. Onun bedenine bir mızrak sapladılar ta uzaklardan. Hamza’yla mızrak arasında sanki zaman durmuştu. Bir anlık mıydı yoksa binlerce yıl mıydı araya giren. Yiğit Hamza düşmüştü yere. Sanki dünyaydı yere yığılan. Yerde paramparça olan. Müşriklerin ulularını yerle yeksan eyleyen İslam’ın kılıcı toprağa düşmüştü. Aşk dergâhında kemale eren Hamza, şehadet şerbetinden kana kana içmişti.
Hamza. Omuzunda Kaf dağı. Bedeninde imanın zırhı. Gözlerinde sonsuzluk bestesi. Yüreğinde kanat vuran Zümrüd-ü Anka. Bir çöl asaleti. Çöl kadar asude. Onlar yoldaş oldular Resul’e zorlu iman yolculuğunda. O kumandan. Dünyada bir menzil murat eylemeksizin yürüdüler.
Onlar en büyük devrimciler olarak yazıldılar tarihin sayfalarına. Alışkanlıkları terk etmek, gelenek göreneği bırakmak hiç de kolay değildir. Onlar hidayetten nasiplerini aldılar. Hz. Fahri Kainat Efendimizin çağrısına kulak verdikleri anda her şeyi arkalarında bıraktılar. Cahiliyenin bütün adetlerini ayaklarının altına aldılar. Onlar insanlığın büyük devrimcileri. En büyük yürek devrimcileri. Kibrini, gururunu, malını, kabilesini, makamını ilahlaştıranların bahtına doğmadı İslam Güneşi. Kalanlar kaldı karanlıklarda. Onlar nurdan bir yolu yürüdüler. Yürüdüler en uzun yolu…
Selamların en güzeli Onlara olsun!..
Muaz Ergü yazdı
Yazar beyi önceden de takip ediyordum. İyi ki Dünya bizim'de yer almış yazısı. Ben Muaz beyin yazılarını hakkıyla yer bulmadığını görmüştüm ama şimdi burada yerini bulmuş. Elinize sağlık ve yazılarınızı bekleyerek...