Onu, ilk defa Mitat Enç’in esaslı klasiğinde, Uzun Çarşının Uluları’nda tanıdım. Tanıdım deyişime bakmayın, malûlen emekli bir tarih diliminde, hayatı uzun harp hikâyelerinden müteşekkil çarşı esnafını dinleyerek büyüyenlerin o yıllarda dilinden düşürmediği esaslı bir portredir Kuyucu Kör Hafız.
Ne Fransız keferesinin siymeye yeltendiği bu bakir Anadolu şehri, ne de Ermeni ihaneti karşısında misliyle mukabelede bulunan çetelerin akla ziyan delifişek hâlleri… Hiçbiri beni Kuyucu Kör Hafız’ın itibarlı hayatı kadar sendeletmedi. Sendeletmedi, zira merhumun iki dirhem bir çekirdek göz nuru çekilmiş o derin ve karanlık dünyasında, döneminin esaslı meslekleri arasında bulunan kuyuculuğuna dair, pirler aşkına dimdik yürüyen cesareti, gören gözlere ve işiten kulaklara birer ibret vesikası sunmaktaydı.
İtibarlı idi çünkü, yaklaştığı yol kavşaklarını güvenle kestiren, sonra tok sesle, “kuyuya kova, sahan, bilezik, taş düşürenler!…” diye haykıran bu adam, merhum Enç’in ifadesiyle, henüz beş, altı yaşlarındayken göz nurunu yitirmeden birkaç ay önce başladığı Kur’an derslerini kör olduktan sonra da bırakmamış, diğer öğrencilerin hep bir ağızdan yinelediği dersleri kulaktan kafasına yerleştirerek çok kereler hatim indirmiş ve düzinelerce dua, ilahi ezberlemiş has bir ademoğludur.
Mutantan bir dünyaya indiği vakit, ilerde babasının küçük manav dükkânından kazandığı paranın iki üç katını kazanacağı mesleği için şehrin sokaklarını birbirine bağlayan su dağıtım şebekesinin içinde çocukluğundan beri çokça bulunmuş, bütün sokakları adeta avucunun içi gibi ezberlemiştir.
Kuyularda bir Yusuf hikayesi
Eh, lafı uzatmanın, kuyruğu kızartmanın manası yok. İtiraf etmeliyim ki kuyu, dört başı mamur haliyle yazmaya çokça heves ettiğim, sancılı bir metafor olarak içimde her daim karıncalanıp durmuştu. Niyetim kavi, kavlim hüccet bulunca tez elden sarılayım dediğim anda apansız yakalandım Kuyucu Kör Hafız’a.
Geriye doğru attığı kemikli, keskin çizgili, kuru kafasıyla bu adam, evet, hakikat sandığım bu dünyanın yalanlarına aldırmaksızın Antep’in tepelerini arşınlayan ayaklarıyla birden hafızamın efendisi oluverdi. İçimde derinleşen asıl kuyu, artık unutulmaya yüz tutan bir şehrin asıl suretinden uzaklaşması, belki de Kuyucu Kör Hafız gibi unutulmaz simaların kayboluşuydu. Kuyu hâllerden bir hâldir ki içine Yusuf olup düşen bilir. Oysa Hafız, beş altı yaşından bu yana kendi içinde derinleşen kuyunun dışında, bir de evlerin yeni yıkanmış serin avlularında, bahçelerinde ve şehrin bostanlarında derinleşen kuyulara düşen çocuk hikâyelerinin asıl kahramanıdır. Yusuf olmak mümkün ise ahir zaman kuytusunda, bu Hafız’dan başkası olamaz, olmamalı… Kuyu bileziğine koltuk altlarına kadar giren, el yordamıyla sırığını bulan ve hesaplı hareketlerle ucunu içeri aldıktan sonra kuyunun karanlığına dalıp giden Kör Hafız’ın kuyuda mırıldandığı ve alabildiğine yankılanan ilahilerini ise Yusuf olmayan ne bilir!
‘Amin alayları’nın bu güzide konuğu, ustalık döneminin buğulu hatıraları arasında yükselen sokak seslerine aşina kulağıyla haramdan köşe bucak sakınır. Dilinde, “şol cennetin ırmakları…” ilahisi eşliğinde, başında yeşil atlas takke, boynunda sırma işlemeli cüz kesesi ve yepyeni giysileriyle kasılıp gerilerek ilerleyen mahalle çocuklarının ağabeyidir. Bir de “ulan biz dilenmesek günahkârlar cennetin kapısını nasıl bulur?” diyen ve mendilini yayıp köşe başlarında dilenen Kör Ali’nin hasmıdır Kuyucu Kör Hafız.
Kimbilir nerede sırlandı
İnsanı hayrete düşüren asıl hünerini ise evlerin serin avlularında derinleşen kuyulara sarkıttığı, kendi icadı ile gösterir; küçük demir bir halkanın çevresine zincirle tutturulmuş dört beş çengelli aracını, ipinden kulaç kulaç kuyunun deliğine salan, suyun dibini bulunca kolunu sağa sola gererek çengelleri dipte dolaştıran, kısa sürede birinden kulpa geçmesini sağlayan Hafız, emeğinin karşılığı sonrası ‘yarabbi şükür, elhamdülillah’ faslından sonra, elinde değneği, omzunda kuyu sırığı, başını iki yana sallayarak dikilen bir bağımsızlık ve özgürlük anıtı gibi sokakları arşınlayarak, “kuyuya kova, sahan, bilezik, taş düşürenler!…” diye kaldığı yerden devam eder.
Niyetim Uzun Çarşı’da eğleşmek değil elbet. Lakin Hafız’ın karanlık dünyasında ışıyan yeni Antep’in çehresi eskiye nispet, pek heyecansız. Ne “şol cennetin ırmakları…” ilahisi eşliğinde, başında yeşil atlas takke, boynunda sırma işlemeli cüz kesesi ve yepyeni giysileriyle kasılıp gerilerek ilerleyen mahalle çocukları, ne de şehri bir baştan öbür başa çevreleyen, yeşilin binbir tonu eşliğinde salınıp duran ağaçlar, bostanlar… Bu duygularla Uzun Çarşı’ya adımımı attığımda, aradan geçen bir asra yaklaşan zamanın bu kıyıya uzaklığını pek hesap etmiş değildim. Birkaç aktar, sıra sıra otacı dükkânı, sonra Tahtalı Camiinin müdavimlerinden yaşı hayli geçkinler… Hiçbiri tanımış, duymuş değil Hafız’ı. Şehri örseleyen sadece burularak sindiğimiz tarihin bir köşeciği değildi aslında. Şehri tarihe rağmen değiştiren güç, hafızasızlık idi. Unutulan kıymet bahsinin en müstesna simaları arasında bulunan Hafız için, zamanı tanımaksızın bitiren çarşı esnafına eseflerimi bildirip buruk bir ayrılışla ayrılıyorum çarşıdan.
Kimbilir kırkından sonra Şakire Bacı’nın kızı Hattuç ile yuva kuran Hafız’ın kabri nerededir?
Bilmem ki Hafız, yoksa bir kuyuda Yusuflara mı karıştı?
Reşit Güngör Kalkan hatırlattı
Reşit Güngör Bey Uzun Çarşı'da aradı, sordu, soruşturdu, bir tanıyan bulamadı...
Gaziantep üniversitesi, Felsefe bölümü "Felsefenin Temel Kavramları" dersinde Mehmet Sabri Genç hocamız sayesinde tanışmıştık Kuyucu Kör Hafızla. Hocamız herkesten hikaye ile ilgili metafor oluşturmasını istemişti. Ayrıca dersimizde hoca eşliğinde metafor oluşturmuştuk. Çok zevkli, bilgili ve verimli bir ders olmuştu. Tanımakla yetinmeyip metafor oluşturduk... Başta Mitat Enç olmak üzere bütün "Uzun Çarşının Uluları"nın ruhu şad olsun...