1998’de bilvesile tanıştığımız genç bir İngiliz tarihçi, kırık dökük konuşmalarımız arasında tam sohbetin biteceği bir yerde, sanırım biraz da ortak bir noktamız olsun diye, doktora tezine konu edindiği Muhammed Marmaduke Pickthall’den bahsetmiş ve Türkiye’de Pickthall’le ilgili herhangi bir çalışma yapılıp yapılmadığını sormuştu. Genç tarihçiye benim de çok fazla bilmediğim Pickthall hakkında Türkiye’de, bildiğim kısa bir kaç akademi kaynaklı çalışmadan ve Dr. Kemal Kahraman’ın, İz Yayıncılık’tan çıkan “Bir İngiliz Yazarın Müslüman Olarak Portresi” adlı kitabından bahsedebilmiş fazlaca bir şey de söyleyememiştim. Bununla beraber Pickthall hakkında, o genç tarihçiden dinlediklerim oldukça çok şey katmıştı bana.
Her şeyden önce Bosna, İzzetbegoviç, Doğu, Batı ve İslam ekseninde bizim bildiğimizden farklı olarak, özellikle Avrupa dışındaki İslami gelişmeler bir yana Avrupa’da ve özellikle de İngiltere’de oldukça dikkat çekici bir biçim kazanan İslami gelişmelerden kaynaklanan bir İngiliz ilgisi söz konusuydu, Pickthall hakkında. Zira, bu genç tarihçiye göre, son on beş yıldan – 80’li yılların başından- bu yana, hemen hepsi tasavvuf yoluyla İslam’a giren ciddi bir İngiliz nüfus söz konusuydu ve bu nüfusun içinde yer alan İngiliz kadınlarının İslam’a karşı ilgisi hayli dikkat çekiciydi. Bilvesile İslam’la tanışan çokça İngiliz insanı belki de, kendi vatandaşları oluşundan kaynaklanan bir yakınlıkla hemen bir “The Meaning of the Glorious Koran / Yüce Kur’an Meali” edinerek İslam’ı öğrenmeye başlıyordu. Öyle anlaşılıyordu ki, kendisi de iyi bir Katolik olmaya çalışan genç tarihçinin sözleri arasında gülerek eklediği gibi, “…Aslında Avrupa’da ve İngiltere’de asıl mesele Pickthall’i sahiplenmekten çok, onu okuyarak İslam’a giren İngiliz kadınlarını ve erkeklerini İslam’a yönlendiren nedensellikleri çözümleyebilmekti…” ki, genç İngiliz’in bu yorumu oldukça ilginçti.
Pickthall’e sahip çıkmak/Pickthall’i anlamak…
Bu bağlamda, o genç İngiliz’in anlattıklarından öte, gerçektende incelemeye ve öğrenmeye değer bir Müslüman olarak Pickthall’in aynı dönem için Türkiye’de oldukça ciddi bir bilinirliği olmasına rağmen bir süreden beridir yeni kuşaklarca fazlaca bilinmeyişi ve kalan bilinirliğin de önemli ölçüde belirleyici bir resmi söylemle birlikte gelişen salt duygusal bir ‘Türk dostu ve Peygamber aşığı’ klişesine dayanıyor oluşu ise hayli düşündürücü bir içerik taşıyor.
Bununla beraber, bu bilinirliğin azalma sebebini sistematik bir unutma ya da unutturma çabasına bağlamaktan çok, onun özellikle Osmanlı, Türk ve İslam hakkındaki özgün görüş ve çalışmalarının doğal bir sonucu olduğunu söylemek gerekiyor. Zira, Pickthall derken, söz gelimi, İngiltere başta olmak üzere belli başlı Batı ülkelerindeki İslam’a yönelik yorumlar bağlamında yine bu ülkelerde İslam’la yeni tanışanların hayat hikâyelerinin okunup işitilmesi ile bilinen, daha başka bir boyutta da, Türk - İslam - Batı ilişkileri çerçevesinde kalan ve epeyce resmiyetçi - Ermeni Meselesi - Tarih – Türkler - İslam vb. gibi tezli tartışmalarla belirginleşen bir yakın tarih sayım dökümünün yapılması sırasında hatırlanışı gibi örnekler bu durumu açıklamaya yetecek nitelikte.
Kabul etmek gerekiyor ki, Pickthall’e sahip çıkmak ya da anlamak arasındaki ince çizgiyi ele verecek bu içerik, her şeyden önce Türkiye’de ona yönelik bakış açımızdaki bir yorum ve anlam yoksunluğuna dayanması hasebiyle pek verimli değil.
Bu noktadan yola çıkarak, 90’lı yılların sonundan 2000’lerin ortasına kadar hemen her 24 Nisan’da Amerika kaynaklı ‘Ermeni Soykırım Tasarısı’nın görüşülmesi sırasında yoğun bir politik ilgi ve kamusal bir dille gündeme taşınması bir yana, sanki başka hiçbir özelliği yokmuşçasına, İslam’la tanışıklığının üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra İslam’a girişinde bir gizem aramak gibi oldukça özel ve verimsiz yorumlara kadar hemen hepimizi esir alan garip sahip çıkma biçimlerini de ekleyecek olursak, Pickthall’e sahip çıkmakla onu anlamak arasındaki farkı daha iyi görmek mümkün olacaktır.
Türk-İslam Dostu ve bir Vicdan Sözcüsü olarak Pickthall
Pickthall’ in Türkçede yayınlanmış eserlerine baktığımız zaman; onun bütün anlamlarıyla İslami bir çerçeve içinde dünyaya baktığını, İslam’la ilgili düşüncelerini bir medeniyetin birlik ve beraberlik meselesi olarak öne sürdüğünü görüyoruz.
Aynı biçimde, İslam Medeniyetinin tarihin belirli evrelerindeki yükseliş ve çöküş nedenlerini de bu düşüncelerle incelediğini, bütün bu bağlamlar çerçevesinde özellikle 1. Dünya savaşı yıllarında Batı’lı devletlerin top yekün düşmanlığına maruz kalmış haldeki Osmanlı İmparatorluğu’nu da yine aynı birlik ve beraberlik potasında incelediğini görüyoruz. Benzer biçimde İslam’ın ve ümmetin son kalesi olarak gördüğü Osmanlı’nın dağılma sürecindeki birlik ve beraberlik tavsiyeleri ile Osmanlı’nın hakim ve en temel unsuru olması hasebiyle İslam’la şereflenmiş ve İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir millet olarak Türkler hakkındaki samimi ve vicdan sahibi düşüncelerini her zaman savunduğunu görüyoruz.
Mora yarımadasının Osmanlı’nın elinden çıkışı ve yarımada da üç yüz bin Müslüman Türk’ün Ortodoks papazlar ve yerli Hıristiyan halk tarafından öldürülüşü ile İslam’a ve İslam’ın değerlerine yapılan hakaretler onu o kadar derinden üzmüştür ki, o bugünlerde kendisine sadece şu soruyu sorarak acısını hafifletmeye çalışmıştır; “Acaba hiçbir Müslüman Hz. İsa’yı lanetlemiş midir?”
Dönemi bütün gerçekliğiyle yaşamış olan Pickthall, Osmanlı’nın parçalanmasının çok daha büyük felaketler doğuracağını düşündüğünden bir dizi halinde yazdığı “The Black Crusade / Kara Haçlı Seferi” adlı eserinde Müslümanlara topyekün savaş açan Hıristiyan dünyasını sert bir şekilde eleştirmekle kalmamış, özellikle Türkler hakkındaki bütün olumsuz söylemlerin haksızlığını da her zaman ve zeminde dile getirerek, tarihçi Anne Fremantle’nin dediği gibi; bütün gücüyle Türk devletinin parçalanmasını önlemek için didinip durmuştur. Onun bu endişesi sadece Osmanlı ve Türk devletine özel olmayıp, daha sonradan Hindistan’da çıkan olaylar sırasında da aynı birlik ve beraberlik endişesiyle Hindistan’ın dağılmasından da endişe duymuştur.
Kısa biyografisi ve eserleriyle Pickthall
Batılıların halâ daha inatla, Marmaduke William Pickthall diye anmayı yeğledikleri ve ünlü İngiliz romancılar, D.H. Lawrence, H.G. Wells, ve E.M. Forster' a göre aynı zamanda iyi bir romancı, özgün bir gazeteci ve başarılı bir okul müdürü de olan Muhammed Marmaduke Pickthall, 1875 yılında Anglikan Kilisesinde papazlık yapan bir babanın oğlu olarak doğdu. Genç yaşında Kahire’ye ve Filistin’e giderek Arapça öğrendi ve Müslümanların yaşama biçiminden ve gündelik hayatın akışından etkilenerek İslam hakkında bilgi edinip genç yaşında İslam’a girmeyi istediyse de, bir rivayete göre, Londra’da bıraktığı yaşlı annesini üzmemek bir başka rivayete göre de, İslam hakkında çok şey öğrendiği Şam Camii imamının da öğüt ve tavsiyesiyle bu kararını erteleyip Londra’ya geri döndü.
Yirmi yıl boyunca İslam hakkında okuyup araştırdıktan sonra sanki de uzun yıllar boyunca inandığı bir gerçeği ilan etmek için bunca yıl beklemişçesine, 29 Kasım 1917’de “Islam and Progress/İslâm ve Terakki” adlı konferansını verdiği sırada Müslüman olduğunu ilan ederek, İngiltere’de yaşayan Müslümanların en önemli önderlerinden biri haline geldi.
Ekim 1919’da Sevr anlaşmasına doğru gidilen günlerde ‘Muslim Prayer House’da Osmanlı devletinin bekası için yapılan toplantıya başkanlık etti ve Batı’nın Müslümanlara müdahalesine karşı demeçler verdi.
Daha sonra “The Cultural Side of Islam / İslâm’ın Kültürel Yönü” adıyla yayınlanan dizi seminerler hazırladı.1929-1931 yılları arasında Haydarabat Nizamı’ndan aldığı izinle Kur’ân tercümesine yöneldi ve tercümeyi tamamladığında bütün Müslümanların kabulünün sağlanması için Ezher Şeyhi’nin dikkatine sundu. İlkin verilmeyen izin daha sonra Şeyh Merâğî ve Reşid Rızâ’nın girişimiyle onaylanarak kabul edildi. Bu anlamda bir meal yazarı olarak Pickthall’in Türkiye’de ki meal ve mealcilik eksenli tartışmalarda da değinilen “Kur’ân’ın mutlak bir çevirisinin mümkün olmadığı” yönündeki görüşü hayli ilginçtir.
Ayrıca Muhammed Esed ile birlikte editörlüğünü yaptıkları Islamic Culture adlı derginin Avrupa muhabirliğini de yapan Pickthall 19 Mayıs 1936’da vefat ettiğinde çalıştığı masanın üzerinde, yazdığı son cümle Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetiyle bitmekteydi:
‘Kim hâlis olarak kendisini Allah’a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabb’inin nezdinde onun mükafatı olacaktır. Onlar ne korkacak ve ne de üzüntü duyacaklardır.’ (Bakara, 2/112)
Başlıca Eserleri
İslam Medeniyetinin Dinamikleri-Külliyat Yayınları
Kadercilik Suçlaması ve Cihad-Akabe Yayınları
Kadercilik ve Hoşgörü-Akabe Yayınları
Yükseliş ve Çöküşün Nedenleri-Akabe Yayınları
Harpte Türklerle Birlikte-Yeditepe Yayınevi
Balıkçı Said-Söylem Yayınları
Şahin Torun hatırlattı
Güzel yazı için teşekkürler.