Hz. İsa: Ben mesellerle konuşurum, demiş. Mesellerimizi anlatanları hatırlıyor muyuz?
Gidenler
Öyküler yazıyoruz, öyküler okuyoruz, bize ait olmayan yaşamlara dair öykülerden kesitler seyrediyoruz. Dünya denilen mekânda kanlı canlı bir öykünün içerisindeyiz. Kimimiz bu öykünün dipnotuna varana kadar satırlarının altını çiziyoruz. Kimimiz sayfaları hızlıca çeviriyor, finali bir an önce görmek istiyoruz. Kimimiz de bir sayfaya kitap ayracını koyuyor ya ihmalden hikâye'ye bakmıyoruz ya da zaman o sayfada kalsın istiyoruz.
İlhami Çiçek, Nazir Akalın, Halis Altındağ, Ramazan Dikmen fotoğrafları her nedense bu öykü film içerisinde ekran kararınca da resimleri siyah beyaz bir vesikalık olup dururlar karşımda. Erdem Beyazıt, Alaeddin Özdenören, Akif İnan, Erdem Beyazıt Ağabeylerin ölümleriyle de sahnede kararma olmuştur ama daha genç ölen diğer ağabeylerin ölümündeki kadar koyu ve kederli bir kararma değildir sahnedeki. Bu biraz da Özdenören, İnan ve Beyazıt Ağabeylerimizin sözlerini neredeyse kemale erdirmiş olmalarındandır. Daha genç vefat edenler ise sanki sohbeti yarıda bırakıp gitmişler ve aklımız onların söyleyecekleri eksik sözlerde kalmıştır. Aceba ne anlatacaklardı, heybelerinde neler vardı? Kuşkulu soruları çınlayıp durmaktadır zihnimizin tavanında.
Ramazan Dikmen'in vefatının sene-yi devriyesi... Ölülerimize sahip çıkmama günlerinden biri daha geldi dayandı kapıya. Bizim öykümüzü anlatanları dinlememe sevdamızın bir yüze vurumu olarak kapıda duruyor. Hani ne demişti filozof: Neden gülüyorsun?! Anlattığım senin hikâyen! Evet, aynen böyle demişti. Bizim hikâyemizi bize anlatanlara karşı ne kadar kadirşinasız? Vefa ne kadar kaldı semtimizde? Barak Obama'ya ayırdığımız vakit ve sayfa kadar yer yok mu sayfalarımızda, dünyamızda? Erdem Ağabey neredeyse devlet töreniyle ahirete irtihal etti. Bakalım ölüm yıldönümlerinde ne kadar hatırlanacak Sana Bana Vatanıma Dair anlattıkları, yazdıkları, şiiri?...
Hatırlamak
Ramazan Dikmen vefat edeli 26 koca sene olmuş. Rasim Özdenören Ağabeyin yazısı dışında bir yerlerde bir anma, hatırlama, hatırlatma yazısı göremedim. Biz ki kadirşinaslığın kitabını yazmış bir milletiz, diye yüksekten atmaya başlamayayım!
Ölülerimize sahip çıkmakta mahir değiliz! Hoş, dirilerimize ne kadar sahip çıkıyoruz ki?! diyebilirsiniz de.
Ramazan Dikmen'i Kayıtlar Dergisi (1990-1995) sayesinde tanımıştım. Öykülerini ilkin o naif dergiden okumuştum. İlla da inancımı yazacağım, diye bir kaygısı yoktu yazarın. Ama, sırf sanat olsun, güzel kurgulu hikayeler yazayım diye de bir orta yol tutmamıştı. Samimi bir anlatım, arı bir dil, basit kurguları olan öyküleri vardı karşımda. Tıpkı serin pınar suları gibiydi her biri. Zaman zaman bu pınara şehrin silüetleri de düşmüyor değildi. İç burkulmaları, sancılı aşklar, yürekteki bukağılar…
O öyküleri köydeki evimizde, penceresi mezarlığa bakan odamızda okudum. Bir yanda öykü akıyor, öte yanda gelincikleri boy vermiş mezarlık öylece duruyordu. Adı konulmamış bir hastalığın damarlarda ağır ağır ve belli etmeden ilerlemesi gibi o gelincikler soluyordu ve ben göremiyordum bu değişimi. 95 yılında karaciğer kanseri teşhisiyle tedaviye alınan Ramazan Dikmen de hastalığın damarlarına yerleştiğini belki bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: Bir öykü bin zahmetle gelirdi. Velut bir yazar değildi ama kalıcı bir yazar olmanın ilk şartının sabır olduğunu sanırım biliyordu. Ölümüne kadar iki öykü kitabı, bir çeviri, iki de yayınlanmamış öykü yazmıştı. Ve Kayıtlar dergisini Türk Edebiyatı tarihine bir çentik olarak atmıştı.
Kıyıya Vuran İnciler
Ramazan Dikmen'in 41 yaşında dünyadan çekilmesi, genç ölümü mü üzüyor beni? Evet, genç ölmek ademi hüzünlendirir. Lakin, Ramazan Dikmen'in öykülerindeki hüznü okuyanlar zaten şöyle bir durup etrafa bakarlar. Zarifoğlu'nun dediği gibi: Ne çok acı var! derler. Uzun soluklu bir öykünün önsöz çalışması sayılacak olan Kıyıya Vuranlar'ın kitap haline gelmesini gördü. Lakin Afife Abla'nın İncileri'ni görmeye ömrü vefa etmedi. Günümüzde Hüseyin Su ve Cemal Şakar öyküsü arasında duran bir avazı vardı Ramazan Dikmen'in. Aynı medeniyet çizgileri, zaman zaman aynı arayışlar başka kelimelerle üç yazarda da çakışır. Bugün yaşasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu, demeyeceğim. Ama şunu söylemekten geri durmayacağım: Nasip olsa ve yola devam etseydi, öğreteceği güzel anlatım biçimleri, okunacak güzel hikâyeler yazacak ve bir medeniyet hikâyesindeki köşe taşı olma vasfını üzerine giyecekti. Muhtemelen dura düşüne yazdığı ve nerdeyse yılda iki öykü yazmasıyla, yazmanın vebalini bir daha hatırlatacaktı.
Kıyıya vurmuş hikâyeler ile Afife Ablamızın incileri bir araya gelip Hece Yayınlarınca Muhayyer bir beste halinde derdest edildi. Lakin bizdeki ölülerimize karşı dağınık duran alaka bir türlü derdest olmuyor. Zira, hayat denen öyküye fena kaptırmış durumdayız. Günü birlik öykülerden başımızı kaldırsak dirilerimize ve ölülerimize sahip çıkacak ve “öteki mahallelerde ne güzel edebiyat yapıyorlar ya hu!” kompleksinden arınacağız. Sahi hormonlu edebiyat neden bu kadar sevimli? Bahçemizdeki hormonsuz, sancılı, ferah, insan sıcağında, dünya telaşında boğulmayan ahiret dinginliğindeki edebiyat bu kadar mı cılız görünüyor gözümüze?
Müslümanda bunalım olmaz!
Halis Altındağ bir Sara bıraktı. Gitti. İlhami çiçek kapımıza bir demet papatya bıraktı göğekin misali. Gitti. Nazir Akalın, bembeyaz eldivenlerini bıraktı pencere önümüze. Gitti. Ramazan Dikmen tüm unutkanlıklarımıza bir kayıt düşüp kıyıya vurmuş Afife Ablamızın incilerini bıraktı önümüze. Gitti. Biz o incilerle misket oynuyoruz!
Gidenler gelmeyecek. Biliyorum. Gidenler hikâyemizden bir taş daha düşürüp gidedursunlar; biz bahçemizin yok olduğunu gördüğümüzde öykümüzü, geçmişimizi, kayıtlarımızı aramaya başlayacağız. Aman google da aramayın; google'un bizden vefalı olduğunu görüp utanabilirsiniz.
Büyüklerimizden birisi: Müslüman'da bunalım olmaz! Demişti. Yani ki duası, ibadeti, sorumluluk-kulluk bilinci yerinde olan ademde buhran olmaz mealinde. Yukarıda adlarını zikrettiğim genç ölümlü güzel insanlar bunalımın hikâyesini yazmamışlar; bitimsiz kavgayı, insanın kendiyle ve kalıcı olmayanla yaptığı kavgayı yazmışlardır.
Mekânları cennet olsun.
Ferah, cesur, inşirah makamında, kıyılarımıza ölü balık gibi vurmayan bir muştu gibi gelen hikâyelere ihtiyacımız var. Bu hikâyeler çoktan yazılmaya başladı. Yeter ki kendi öykümüzü dinleyecek cesaretimiz olsun.
Not: Rasim Özdenören Ağabey'nin yazısından öğrendiğimiz kadarıyla rahmetli Ramazan Dikmen hastalıktan kurtulduğunda hacca gitmeyi düşünmüş. Gidemedi. İnşallah gittiği yerde haccı yaşamıştır.
Zeki Bulduk yazdı
Şöylesine bir göz atıp geçiciktim;Turan Oflaz ağabeyi görüpte İlesan'da bir çay içilmez miydi,Ruhi Özacan hocaya rastlayıpta Baybut'a gidilmez miydi,İhsan hocayı görüpte safi neşe fışkıran sitemine boyun eğilmez miydi,Şaban Abak'la Marmara cafede bir bardak çay içilirdi,Ramazan Dikmen'in edebi incelikle kardeşlik sesi hala kulaklarımda iken bir selam verip geçmek olmayacaktı:Edebiyatçıların dünyaya sevgi ve sevda aşılayan en büyük mektebin örnek insanları olduğuna inanıyorum.Selam ile