Yazmak da bir baht işi. Kalemin kâğıdın göğsüne değmesi için önce göklerde işitilmeli kalem sesleri, sonra yeryüzünde hangi baht sahibi ise nasipdar olan onun içine doluvermeli yazmak arzusu. Yazmak ki hem kendi nefsimize hem cümle nefislere karşı gösterdiğimiz bir direnç bu noktada. Diri, canlı, kuvvetli ve his dolu bir eylem kâğıtla kalemin ilişkisi. Bu sebeple içinde bir hayali büyütebilen insanlar yazabilir ancak, bir umudu diri tutabilenler, sevmekten korkmayanlar, işler sarpa sardığında bile “sakin ol!” diyebilenler…
Ah ile yazılan satırlar ancak miras kalır
Hayır, elbette eline kalem geçen herkes yazabilir, üç kelime yan yana gelince elbet cümle olur; tam tekmil imla kuralları ile bile doldurulamayan boşluklar ne olacak peki? Okurun hissettiği o boşluğu hangi cümle doldurur? Yürekten derin bir ah çekip yazılmayınca satırlar, o boşluğu hangi ses doldurur? Bu sebepten olsa gerek ah ile yazılan satırlardır bizlere miras kalanlar. Edebiyat dünyasının yaldızlı neon ışıkları söndüğünde, çok satılanlar, popüler eserler, bol reklamlı kitaplar birer birer sahneden indiğinde sahnenin asıl sahipleri boy gösterir usulca ve tevazu ile.
Yaşarken tevazuu baştan kabul etmiş güzel kâtibeler için ölümlerinin ardından açılan birer perdedir yazmak. Ömürleri boyunca dertleri rıza olan güzeller için bundan başka bir son da beklenemez olsa gerek. Okunan her kitap, sahibi için birer Fatiha hükmündedir bu noktada. Okurla yazar arasında derin sohbetler edilir, rüyalar görülür, onlarca yıl önce yazılan kitapların kapakları arasına gözyaşları emanet edilir. Hiç tanımadığınız insanlar için dua etmek bahsidir bu. Tanımadan sevmektir yaptığınız ve bilirsiniz ki sizin sevdiğiniz gibi sizi de seven vardır ötelerden.
Zaman peçesini kaldırır bu güzelliğin
Sâmiha Ayverdi, Ayşe Şasa gibi hatunların bende uyandırdığı hisler bunlar. 1902 doğumlu Safiye Erol için de tecelli böyle takdir edilmiştir ezelden. 7 Ekim 1964'te İstanbul’da vefat ettiğinde herhangi birinden farksız defnedilecektir. Yakın arkadaşı, sırdaşı, kalemdaşı Sâmiha Ayverdi acı ile şöyle sitem edecektir: “Memleket böyle muhteşem ve yerine konmaz bir abidenin eksilişini adeta duymadı, umursamadı. Herhangi bir sahne sanatkârının ardından kıyametler koparan kütlenin bu telafisiz ziyadan haberi dahi olmadı. İşte irfan hayatımıza, gerçek ve sağlam münevvere gösterilen aksülamel bu...”
Sâmiha annenin itirazı ve sitemi yankısını zaman içinde bulacaktır. Safiye Erol, yazarlığı ve münevverliği üzerindeki peçeler uzun yıllar içinde yavaş yavaş açılacak bir güzeldir. Ki kendisi Ciğerdelen isimli romanın yedi peçeli bahsinde peçelerin önemini anlatır, gizlendikçe kıymetlenmenin anlamına vurgu yapar.
Geç olsa da güzel: Safiye Erol Külliyatı
Doğumundan neredeyse yüz yıl sonra Kubbealtı Akademisi bir hoş sedayı duyurmak için çaba harcayarak Tercüman Gazetesi’nde muhtelif yıllarda tefrika edilmiş, daha önce baskıları yapılmış romanları yeniden neşreder, Safiye Erol’un yeğeni Aydın Erol Bey’in de verdiği destekle Safiye Erol Külliyatı üzerindeki nikaplar yavaş yavaş açılır. Kendini hiç görmemiş bir neslin karşısındadır şimdi Safiye Erol, hem de bütün beklentilerden uzağında Rabbine kavuşmuş bir halde. Hayatta iken sohbetinde bulunamamak, ona yakın olamamak, daha çok yazması için rica edememek elbet bir kayıptır yeni nesiller için lakin bunca yıllık sükûnetten sonra ardı ardına yapılan konferanslar, hazırlanan tezler, söyleşiler ve her defasında muhabbetle anmak da ancak torunu yerindeki gençlere nasip olmuş bir güzelliktir.
İnsanımızın aşk fikriyatına yüklenen yeni anlam
“İnsanın gönlüne tanrı makamından kopmuş bir nur düşerse o kişi emsaline karşı yükselmiş olur. En çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır. Şöyle ki: Âşık olan zaten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez, bundan geri o verecektir, hep verecektir.” diyen Safiye Erol, Almanya’da vurulduğu Hintli gence “Vatanımın bana ihtiyacı var.” diyerek ve ülkesine dönerek başlamamış mıdır vermeye? Bundan gayrı yazacağı her satır onu beşeri aşktan ilahi aşkın basamaklarına taşıyacaktır. Kadıköyü’nün Romanı ile başlayan serüveni, Ülker Fırtınası, Dineyri Papazı ve Ciğerdelen ile zirve yapacaktır. Ciğerdelen ile Türk insanının aşk fikriyatına yeni bir anlam yükleyecektir yazar. Hatta Selim İleri bir yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar'dan sonra edebiyatımızdaki en kuvvetli kalem diye bahsedecektir ondan. Yakın arkadaşı Sâmiha Ayverdi’nin yol göstericiliğinde Kenan Rıfai hazretlerine tâbi olan Safiye Erol için Efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselamın hayatını anlattığı Çölde Biten Rahmet Ağacı dünyada göreceği son basamaktır.
Onun makamını bildik, ya bizimki?
“Acılarımdan sonra imanım gelir. Daha sonra feragat, daha sonra tevekkül, daha sonra seyran.” demişti o güzel. İşte bu makam seyran makamıdır onun için. O, verdiği söz üzre hep daha çok vererek ve vatanına hizmetle geçirmiştir ömrünü. “Varlık âleminde görünen ve görünmeyen her şey insana âşıktır. Her şey sessiz bir vurgunlukla şu özleyiş yalvarışını okur: Beni anla, beni yen, beni kullan. Yaradılışımın manasına kavuşmaklığım senin eline verilmiştir. Ademoğlu beni hasretime ulaştır. Senin zafer anıtında ben malzeme olayım.” diyen eşyanın sırrına talip olmamış mıdır ve o talip olduğuna nispetle imtihan edilmemiş midir? Yazdığı satırlar onu yataklara düşürüp hasta etmemiş, halden hale düşürmemiş midir?
Şimdi makam ona seyrandır bunca yaşamanın üstüne... Peki onu yüz yıl sonra böyle yürekten okumaya niyet eden bize, hangi makam?
Ayşegül Uyar