Şiir sadece duyguların estetize edilerek yazıya aktarılması, şairlik de o ustalığı gerçekleştirmekten ibaret olmasa gerektir. Bu iş bu kadar basit olmamalı çünkü hiçbir insan durduk yerde söz söylemez. Söz söyleyenin bir derdi, bir isteği, duyurulacak bir haberi vardır illa. Söz, hem kişinin kendisinin farkında olması hem de bunu diğer insanlara, diğer varlıklara ilan etmesi değil midir bir anlamda? Söz, kendinin farkında oluş, şiirse bu farkındalığı metafizik ürperişlerle ifade etmek sanatıdır dense yanlış olmaz sanırım.
İşte tüm bu özellikleri yüzünden, şiirin etkileyiciliği, şairin bazen bir kâhin gibi toplumun sorunlarını önceden hissederek bir şeylerden haber vermesi yüzünden belki de tüm toplumlarda hep önemli olmuştur şairler ve şiirleri.
Bizim medeniyetimiz için de hem söz hem de ayrıca şiir hep önemli olagelmiştir. Şair itibar görmüştür her zaman toplumda. Yöneticiler de şairlerle temas kurma ihtiyacı duymuşlardır her zaman. Bazen sanat sevgisinden kaynaklanmıştır bu, bazen de şairlerin zehir zemberek dillerinden kaçınmak için. Şair Nef’i’yi, Dadaloğlu’nu hatırlamak bunun için yeterlidir sanırım.
Duygunun değil, aklın şairi
Sedat Umran, şiire farklı bir lezzet katmış şairlerimizden biri. İlginç bir şiir serüveni var Umran’ın: İlk şiirlerinde aşk hiç yoktur. İlk şiirinden itibaren o, kendisini eşyalar üzerinden ifade etmeyi yeğlemiştir ve bu yönüyle bir sembolisttir Umran. Ama onun sembolizmi elbette Haşim’in sembolizminden farklı bir sembolizmdir. Ahmet Haşim ne kadar duygu insanıysa, Umran da o kadar akıl insanıdır. Umran, şiirlerini bir yapı ustası gibi akılla, mantıkla inşa eder. Ama bu, onun duyguları ihmal ettiği anlamına gelmez elbette. Olan şudur: Umran, duygularını ve coşkularını bilinçli bir şekilde baskılayabilmekte, sözcüklerin büyüsüne kapılmak yerine sözcüklerin anlamlarına teknik olarak bakabilmekte ve bu sözcükler arasından en uygunlarını bularak şiirini örmektedir.
Şiirinde eşya isimlerinin çokça zikredilmesi de, onun bu tavrıyla ilişkilidir aslında. Onun için eşya, sadece bir eşyadan ibaret değildir. Her eşyanın onun bilinçaltında ve ruhunda bir karşılığı vardır. Bir anlamda onun ruhundaki çalkalanmaların birer sembolüdür her bir eşya.
Umran, eşyayı söyleyerek eşyanın arkasını, eşyanın ötesini görme çabası içine girmiş bir şairdir. Ta ilk şiirinden itibaren bu duruşunu hep korumuştur, bu arayışını hep sürdürmüştür. Daha sonra yazmış olduğu aşk şiirleri de onun bu duruşuna aykırı değildir esasen. Çünkü o, aşkı yazarken de aklı devreden çıkarıp duyguların hükümranlığına terk etmemiştir kendini.
Eşyadan mistisizme uzanan bir yol
Sedat Umran, her ne kadar şiire teknik bir eylem olarak yaklaşıyor görünse de işin aslı bu değildir elbette. Onun için teknik olan şey, şiirin yazıya aktarılması sürecidir, sözcüklerin seçimidir, şiirin mimarisidir. Ve işin ilginç tarafı da şudur ki, tüm bu işler Sedat Umran’ın kafasında olup bitmektedir. Belleği çok güçlü olan Sedat Umran, şiirle olan tüm kavgasını kafasında yapar, sözcüklerin etimolojisiyle ve müzikalitesiyle kafasında uğraşır ve şiiri kafasında bitirir. Geriye sadece şiiri yayımlatıp yayımlatmamanın kararı kalır. Şiirini yayımlatmaya karar veren Umran, şiirini daktilo eder ve üzerinde başkaca hiçbir işlem yapmadan yayımlanacağı yere gönderir.
Umran, şiirini iç dünyasında bitirdiği gibi, olay ve eşyalara da böyle içten bakar. Buna o “içten görmek” der. Sedat Umran’ın “İçten görmek” dediği şey, aslında onun kendine özgü mistisizmidir. Her ne kadar şiirlerinde eşyadan bahseder görünse de, onun şiirlerinde mistik bir taraf da vardır. İşte Umran’ın şiirinde kendisini hissettiren mistik taraf, onun eşyaya içerden bakma çabasından kaynaklanmaktadır.
Sedat Umran’ın Meş’aleler (1949), Leke (1970), Gittin Taş Atarak Denizlerime (1990), Kara Işıldak (1993), Parmak Uçlarımdaki Yangın (1995), Sedat Umran’dan Seçmeler (1995), Aynada Gün Doğumu (1995), Akşam Şiirleri (1998), Altın Eşik (1999), Kırık Ayna (Aşk şiirlerinden seçmeler, 2000), Sonsuzluk Atı (Toplu şiirleri, 2000) adlı şiir kitapları yanında felsefeden roman kuramına kadar geniş bir yelpazeye yayılmış çeviri kitabı da vardır.
Darülacezede biten bir hayat
Sedat Umran, İstanbul’da doğmuş, İstanbul’un imkânlarını şiirine aktarabilmiş bir şair. İstanbul’da yaşamak, denizle, tramvayla, selâtin camilerle, banliyö trenleriyle teşrik-i mesaide olmak demek aynı zamanda. Bunlar, çok basit şeyler gibi görünse de, bir şairin muhayyilesini ciddi anlamda besleyen birer imgeye dönüşebilmektedir bir anda. İşte Sedat Umran, İstanbul’un bu imkânlarından alabildiğine yararlanmış, İstanbul’un imkânlarını şiirinde kullanabilmiş bir şairdir.
1925 yılında İstanbul’da doğan Sedat Umran, Haydarpaşa Lisesi'nden sonra İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1948 yılında mezun olur. Mezuniyet sonrası çalışmaya başlayan Sedat Umran’ın çalışma hayatı memuriyet ve çevirmenlikle geçer. 1974 yılında da emekliye ayrılır. Hâkim olduğu Almancasıyla Almancadan birçok çeviri de yapan Umran, 1994 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Çeviri” dalında ödüle layık görülür.
Sedat Umran, yazı ve şiirleriyle edebiyat ve düşünce dünyasının içinde hep varoldu. Yeni Devir, Tercüman ve Türkiye gazeteleri, onun yazılarını yayımlattığı gazetelerdir.
İlk şiiri 1943 yılında Yedigün dergisinde yayımlanan Umran’ın ilk kitabı da 1949 yılında çıktı. Hisar, Beş Sanat, Varlık, Türk Dili, Güney, Yeditepe, Soyut, Büyük Doğu, Diriliş, Sözcükler, Sedir, Tan, Gösteri, Gergedan, Mavera, Aylık Dergi, Milli Kültür, Yaba/Öykü, Türk Edebiyatı onun şiirlerini ve çeviri şiirlerini yayımlattığı dergilerdir.
Bu kadar çalışkan, bu kadar üretken olan Sedat Umran’ın hayatı, 7 Ağustos 2013 yılında Darülaceze’de sona erdi ve Sedat Umran, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Mekânı cennet olsun.
Ahmet Serin yazdı
Selamun aleyküm Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun