Durmuş Hocaoğlu gözünü budaktan esirgemeyen bir entelektüeldi

Pek çok alandaki ilgisi ve bilgisi Durmuş Hocaoğlu’nun bir 'Grand Teori' çabası içerisinde olduğunu gösteriyordu. Bu tabirin tam tercümesini yapmak bile her babayiğidin harcı değilken, bir Grand Teori gayretine ancak Durmuş Hocaoğlu gibi âlim ve dâhi insanlar girişir. Ömer Yüceller yazdı.

Durmuş Hocaoğlu gözünü budaktan esirgemeyen bir entelektüeldi

Yaklaşık on sene önce bu yazının adına yazıldığı şahsı dinlerken bir kenara tebessüm sembolünü de ekleyerek not almışım: “İlim ilim bilmektir, ilim Durmuş Hoca dinlemektir, beş yüz sayfa makale, bu nice okumaktır”.

Durmuş Hocaoğlu ismini ilk olarak lise yıllarımda Yeniçağ Gazetesi’nde görmüştüm. Mustafa Necati Sepetçioğlu ile birlikte dikkatimi en çok çeken yazıların müellifiydi. Makale sayılabilecek köşe yazıları birer demir leblebi olduğu için anlatmak istediklerini tam olarak anlayamıyordum ama bir müddet okumaya devam ettim çünkü -anlayabildiğim kadarıyla- bazen söylenmemiş şeyleri bazen de kes(k)in doğruları söylüyordu. Sonraları yazılarını okuyamaz oldum ve “Bu adamı okuyan var mı ki bunca ağır metin ortaya koyuyor?” diye sordum kendime. Nereden bilebilirdim ki anlamakta zorlandığım, anlayamadığım yazıların beni bu yazıların sahibiyle yüz yüze ders yapacak seviyeye taşıyacağını?

Söke söke felsefe master ve doktorası

1948 Bayburt doğumludur Durmuş Hocaoğlu. Dededen ve babadan hocadır, âlimdir. 1968’de başladığı lisans eğitimini 1974’te İTÜ Elektrik Mühendisliği’nde tamamlar. İlim sevdası ve maişet derdi arasında kalır, maişetten ötürü mühendislik yapmaya karar verir. Bir gün kütüphane olarak kiraladığı evinin üst katına çıkarak Albert Einstein’ın bir eserini okur. Okuduktan sonra kararı değişir. 1982 yılında mühendislik mesleğini terk eder ve Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız’ın davetine icabet ederek Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak girer. O tarihten sonra Felsefe'de master ve doktora yapar, Fizik'te ise master yaptıktan sonra doktorasını tez aşamasında bırakır. Felsefe master tezi “Descartes'ın Fizik Anlayışı” üzerinedir.

Marmara Üniversitesi’nde fizik yüksek lisansına kayıt olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde felsefe yüksek lisansı için başvuru yapar. Hocalar hem mühendis olduğu için hem başka bir üniversitede yüksek lisans yaptığı için kabul etmez. Durmuş Hoca ısrarcı olur; yönetmelikler bahane edilir. Hocaoğlu durur mu, dekanlığa-rektörlüğe çıkar. Yönetmeliği didik didik etmiştir ve yapacağı master için bir engel görememiştir. Üniversite pes eder. Durmuş Hoca’nın hayatındaki tavrı akademide de kendini göstermiştir. Marmara Üniversitesi'nde fizik master tezi “Tekil Lineer Sistemler İçin Geliştirilen Bir Transformasyonun Yorumu Üzerine” adını taşır. 1994'te "Türk-İslâm Düşünce Tarihinde ve Modern Fizik'de Kozmos" isimli tezi ile felsefede doktorasını vermiştir.

Hocaoğlu akademik disiplininin aynısını öğrencilerinden de beklerdi. Tıpkı diğer hocalardan beklediği gibi. Bilhassa Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nden müfredat, anlayış, anlatış ve vizyon gibi noktalarda yüksek beklentileri vardı çünkü bölüm hocalarına pek çok tavsiye vermişti. Mamafih bu konularda anlaşıldığı, tavsiyelerine uyulduğu pek söylenemez.

“Ravi der ki, ravi der ki… Böyle bir tarih anlayışı olmaz!”

Hocaoğlu’nun bacanağı Vedat Bilgin’in de yazdığı gibi; pek çok alandaki ilgisi ve bilgisi Durmuş Hocaoğlu’nun bir “Grand Teori” çabası içerisinde olduğunu gösteriyordu. Bu tabirin tam tercümesini yapmak bile her babayiğidin harcı değilken, bir Grand Teori gayretine ancak Durmuş Hocaoğlu gibi âlim ve dâhi insanlar girişir. Bunun için pek çok alanda uzmanlaşma elzemdir. Bu lüzum üzere, uzmanlık için beslenecek kaynakları bulmak da mühimdir. Fakat örneğin tarih alanında beslenecek kaynak ve isim sınırlıydı Durmuş Hocaoğlu’na göre. “Ravi der ki, ravi der ki… Böyle bir tarih anlayışı olmaz!” diye sinirlenirdi İslam ve Türk tarih yazıcılarına. O, daha derinlikli bir bilgi ve varlık anlayışı arardı tarihte. Bu yüzden İbn Haldun’a çok atıfta bulunurdu. İbn Haldun’un özellikle asabiye kavramı üzerinden çok mühim çıkarımlar yapmıştır.

Durmuş Hoca gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemezdi

Onunla yüz yüze ilk tanışmamız Kültür Ocağı Vakfı’nda oldu. Derslerini soluksuz dinliyordum. Kendisi ise ders aralarında soluklanmak için sigara içerdi. Tabiki ders aralarında bile bizim etrafını sarmamızla ders anlatmaya devam ederdi. Hatta sigarayı ağzında, parmak arasında unuttuğu dahi vâkîydi. Durmuş Hoca gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemezdi. KOCAV’da ders veriyordu ama vakfı tenkit etmekten geri durmazdı. Yapılan yanlışları, dikkate alınmayan uyarıları dile getirirdi. Vakıf idaresinden kendisine seçmece bir öğrenci grubu vermelerini, bu grupla hususi ders yapmak istediğini söylemiş fakat ya olumlu bir cevap alamamış ya da cevap akabinde muhatap bulamamıştı. Vakıfta birkaç derse gelmemişti Durmuş Hoca. Bu kadar çalışma disiplini olan, titiz birinin derse gelmemesi herkesi şaşırtıyordu. Sonradan söylediği üzere, vakfa kızdığı için bazı derslere gelmiyormuş. Dertliydi, mustaripti ve sinirli gözükürdü. Siniri kişilere değildi; kişilerin tavırlarına, yaptıklarına ve yapmadıklarınaydı.

O sıralar vapurlarda sigara içmenin yasaklanmasına çok öfkeliydi. Ona göre siluet problemlerine rağmen vapurlar, İstanbul’da nefes alınacak nadir yerlerdendi. Bu yüzden çok sevdiği sigarasından mahrum oluyordu ama bazen yasağa rağmen çaktırmadan içtiğini söylemişti. Zaten bazı yasakları umursamıyordu. Fazla tatlı tüketmemesi lazımdı ama Gaziantep’te katıldığı bir konferans sonrası baklavacıya gidilmişti. Baklavaları öyle bir anlatıyordu ki Durmuş Hoca, durduğumuz yerde hayallere dalmıştık. Hiç unutmuyorum, jest ve mimiklerle destekliyordu söylediklerini. “Elime aldım baklavayı, şöyle bir kaldırdım baktım; öleceksem bundan öleyim, böyle bir lezzetten mahrum kalınır mı deyip yedim!” diyerek gülmüştü. Onun güldüğü nadir anlardandı. Pek gülmezdi çünkü yapılması gereken mühim işler vardı, bu işler ciddiyetle yapılmalıydı ve belki de gülmeye vaktimiz yoktu.

Bir Türk milliyetçisi olarak milliyetçileri ve milliyetçiliği de eleştirirdi

Yanılmıyorsam Mart 2009’da bir KOCAV dersi çıkışı ESKADERin ödül törenine gitmişti. 2008 yılı Üstün Hizmet Ödülü verilmişti kendisine. Ödül esnasında yaptığı konuşmanın içeriğini hatırlamıyorum fakat aklımda kalan tek şey Durmuş Hoca’nın Türkiye’deki kültür, sanat ve -eğer varsa- fikir camiasını çok sert bir şekilde tenkit etmesine rağmen konuşmacılar arasında en çok alkışı alan kişi olmasıydı. Doğru bildiğini söylemekten geri durmazdı Durmuş Hoca. Duruma göre davranmazdı. Bir Türk milliyetçisi olarak milliyetçileri ve milliyetçiliği de eleştirirdi. Türk Ocakları da bu sert eleştirilerden nasibi almıştır, merhum Muhsin Yazıcıoğlu da… Kendisi anlatmıştı: Yazıcıoğlu, hocayı bir “Aksakallar” toplantısına davet etmiş. Toplantıda Türkiye’nin, Türk ve İslam Dünyası’nın problemleri tespit edilip çözüm önerileri getirilecektir. Yanılmıyorsam “70 aksakal” vardır toplantıda. Durmuş Hocaoğlu diğerlerinin aksine ortalığı birbirine katar, verir veriştirir. Toplantı sonunda Muhsin Yazıcıoğlu, Hocaoğlu’na der ki; “Hocam toplantı nasıldı?” “Fecaat” der Hocaoğlu, “Hiçbir şey çözülmez burada.” Yazıcıoğlu “Hocam bakın yetmiş âkil adam var burada.” deyince, Hocaoğlu köpürür: “Yahu bu ülkede yedi tane âkil adam var mı da sen yetmiş tanesini bir araya getiriyorsun?!”

Durmuş Hoca ile yolumuz bir kez de bir düşünce kuruluşunda kesişti. Toplantılarına konuşmacı olarak katıldığı bu kuruluşta kendisine taban tabana zıt görüşteki sözde entelektüellere pabuç bırakmıyordu. Başkaları gerek ferdi gerek kamuoyu korkusundan bu isimlere karşı sesini çıkaramazken Durmuş Hocaoğlu âdeta bir milletin bekasını tek başına savunuyordu.

“Bana değil çocuğuna koşarak doğru olanı yaptın”

2010 yazında Durmuş Hoca ile hususi ders yapacak bir gruba davet edildim. (Nuri’ye, Osman’a, Emre’ye, Hasan’a selam ederim) Marmara Üniversitesi’ndeki odasında, hatırladığım kadarıyla Cumartesi veya Pazar günleri öğlen vaktinde buluşuyorduk. Derslerde kâh hatıralarını anlatırdı kâh derin bilgisini aktarırdı. Örneğin Osman Turan ile aile dostu olmaları, babasının Osman Turan ile tanışıyor olması aklımda kalan bir detaydır. 1960 Darbesi’nde Osman Turan’ın düşük rütbeli bir subaydan tokat yemesini derin bir teessürle anlatmıştı. Sadece entelektüel konularda değil, günlük hayata dair şeylerde de akıl verirdi. Sezai Karakoç’un aksine balkonlu evi savunurdu. “Balkon bir evin nefes alma alanıdır. Geçen bir akrabamız bilmem kaç bin liraya ev aldığını söyledi. Balkonu yok diye övünüyor. Halt etmiş.” derdi. Modern hayattaki meskenlerimizin, evlerimizin balkonlu olmasını öğütlerdi. Balkonsuz bir evde oturduğum için hocanın bu öğüdünün sebebini yıllar sonra anlamış bulunmaktayım.

Bir deprem anısından bahsetmişti: Çocukları yeni doğmuştur. Hoca’nın babası Mehmet Hocaoğlu da evdedir. Bir deprem olur. Durmuş Hoca insiyakî olarak yaşlı ve zor yürüyen babasına değil kundaktaki bebeğine koşarak bebeği kucaklar ve aşağı iner. Babası da aşağı indikten sonra Durmuş Hoca utanır fakat babası onu teskin eder: “Bana değil çocuğuna koşarak doğru olanı yaptın.” Hoca bu bağlamda neslin devamı ve milliyetçiliğe dair bir anlatıda bulunmuştu. Soyun devamlılığını istemek tabii bir his idi.

“Entelektüel, bir gladyatördür”

Hocaoğlu mahalle baskısına boyun eğmediği için kendi fikirlerini yalın kılıç dile getirmenin ötesinde, ete kemiğe büründürürdü. Bu yüzden Müslüman camiadaki entelektüel düşmanlığını hiçe sayarak entelektüelin hak ettiği değeri ona teslim ederdi. Ben de entelektüel kelimesine olan mesafeli duruşumu onun vesilesiyle düzelttim. “Entelektüel bir gladyatördür. Bilgisi, zekâsı, aklı, her türlü yeteneği ile karşısına çıkan herkese karşı savaşır. Aslanlara karşı aslanlar gibi savaşır.” derdi. Tam bir gladyatör olduğu için kimseye “eyvallah”ı yoktu. Örneğin o yıllarda insanlar Gülen “cemaati” hakkında ağızlarından çıkan sözleri bin türlü ölçüp tartarken Hocaoğlu o örgütü yerden yere vururdu. Bu yüzden “eski ülkücü” olmakla mağrur Mümtazer Türköne’yi halka açık toplantılarda kendi tabiriyle “duman ediyordu”. Onun karşısında süt dökmüş kedi olan Mümtazer Türköne, “Hocam, beni rezil ettin, darmadağın ettin.” diyordu.

Ona göre “Cemaat” her türlü milli ve manevi değeri kullanmış ve sonra çözülmeye/bozulmaya başlamıştı. Aslında başından beri bozuktu ama bu bozukluğun tabana siyasî olarak sirayeti daha sonraki zamanlara denk düşmüştü. İpleri tamamen yabancı devletlerin elinde geçmişti. Durmuş Hoca Nurcular’ın bir kısmını da tenkit ederdi. Said-i Nursi’ye yapılan abartılı övgüler, insanüstülük atfedilmesi hiç hoşuna gitmezdi. Köprü dergisinden ayrılması da bununla ilgilidir. Dergiye yolladığı son yazısında Said-i Nursi ile ilgili “Said-i Nursi’nin bu konuda Kant’ı okumuş olması mümkün değildir.” yazınca kızılca kıyamet kopar. Editör Hoca’ya “Böyle bir şey mümkün olamaz. Üstat, Kant’ı kesinlikle okumuştur. Kant ne biliyorsa üstat da biliyordur. Hatta Kant, üstattan öğrenmiştir.” deyince Durmuş Hocaoğlu’nun nasıl bir durumla karşı karşıya kaldığı ve nasıl tepkiler verdiği tahmin edilebilir. Bu olaydan sonra elbette dergide yazmayı bırakmış.

Taşra entelektüeli kimdir?

Durmuş Hoca doğallığı severdi ama doğallık ile kabalığın arasındaki ince çizgiye dikkat etmek gerekirdi. Taşralının doğallığı tehlikeliydi. Kaba saba olmaya teşneydi. Bu yüzden bir çocukluk arkadaşına “anladığı dilden” konuşarak etmedik hakaret bırakmamıştı Hoca. Taşra demişken… “Taşra entelektüeli” Durmuş Hoca’dan duyduğum, öğrendiğim en güzel tabirlerden biridir. Hitap ettiği en üst seviye ortalama zekâ olan, bilgi kırıntılarını derin irfan diye yutturmaya çalışan, şark kurnazı, tabasbus eden, taassup sahibi, basit entelektüellere taşra entelektüeli derdi rahmetli. “Bunlar ancak köylüleri kandırır” derdi. Hoş ona göre Türkiye’nin çoğunluğu köylüydü ama bu bir bahs-i diğerdir.

Anadolu Türkler için ya ikinci Ergenekon olacaktı ya da ikinci Endülüs

Her şeye rağmen yazmaya devam ederdi. “İki Cihan Padişahı Peygamber Efendimiz’e ne derim? Sultan Alparslan’ın karşısında nasıl dururum?” diye düşünürdü ve milletine, vatanına olan borcu için; entelektüel namus için yazmaya devam ederdi. Yazının başında bahsettiğim “Bu adamı okuyan var mı ki bunca ağır metin ortaya koyuyor?” sorumun cevabını kendisi vermişti yıllar sonra. “Biliyorum, beni okuyanlar pek azdır. Bazen düşünürüm, yazmayı bıraksam mı diye, sonra fikir namusu için yazmaya devam ederim. Okuyan olmasa da yazacağım.”

Muhtemelen Durmuş Hocaoğlu’nun en çok okunduğu ve dinlendiği zamanlar Marmara Üniversitesi yöneticilerinin “Aman hocam, sen yaz” ricaları üzerine yazdığı açılış, selamlama, tören konuşmalarıdır. Şaka bir yana; bırakın ağır metinleri, çetrefil olmayan bir konuda sade bir dille yazılmış bir metin bile olsa, yine de okuyan olmazdı Durmuş Hoca’yı. Çünkü günlük politika yazmazdı o. Güncel, popüler meselelere takılmazdı. Steril, suya sabuna ve zülf ü yâre dokunmayan biri değildi. Bu yüzden televizyon ekranlarına da pek çıkmazdı. Ayrıca maalesef Türk Milleti’nin var olmak gibi bir derdi kalmamıştı. Avara kasnak yaşıyorduk işte. İnsanlar nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu umursamıyordu. Niye okuyacaklardı ki onu? Millet hem uyuyordu hem uyutuluyordu. Bu yüzden Anadolu Türkler için ya ikinci Ergenekon olacaktı ya da ikinci Endülüs… “Türklerin iradesi gerçek anlamda tahakkuk edecek mi?” Merhumun da merak ettiği üzere, bilmiyoruz.

“Durmuş Hocaoğlu diye biri bunu yıllar önce yazmış”

Durmuş Hoca sırtını hiçbir dini, ideolojik, mesleki, çıkar amaçlı gruba dayamamıştı. Bu yüzden hakkıyla tanınmıyordu, bilinmiyordu, okunmuyordu. Milliyetçilerin makûs kaderinden nasibine düşeni almıştı; milliyetçi olduğu için pek çok kesim tarafından görmezden geliniyordu hatta küçümseniyordu. Mâkul ve mâkbul bulunmuyordu. Halbûki Türkiye’de onun engin bilgi ve birikimine, derinlikli ve kuşatıcı analiz yeteneğine, analitik düşünme becerisine, hem doğa bilimlerinde hem sosyal bilimlerde kat ettiği mesafeye sahip bir kişi daha göremedim. Rasyonelliği, soğukkanlılığı, eğilmemesi ve bükülmemesi, yalnızca hak bildiğini söylemesi, samimiyeti ile nevi şahsına münhasır bir mütefekkirdi. Yıllarca tabir-i caizse bas bas bağırdı “Avrupa Birliği çökmeye mahkûmdur.” diye. Brexit’ten sonra Katalonya olayları, Almanya-Yunanistan gerginlikleri ve Frexit, Exitaly gibi akımların konuşulmaya başlaması onun haklı çıkacağının göstergesidir. İç siyasette de bugün geline nokta, “çözüm süreci”ne karşıtlığı ve İslamcılık’a sızan etnik bölücülük tespitleri, FETÖ uyarılarıyla onun haklı olduğunu göstermiştir. Ele aldığı konuları uzun vadeli projeksiyonlarla sunabilen Durmuş Hocaoğlu’nun yazdıkları Türkiye’ye üç gömlek üstün geldiği için belki ilerleyen senelerde birileri “Aaa bakın Durmuş Hocaoğlu diye biri bunu yıllar önce yazmış!” diyecektir.

Bilgisayarı ve kitaplarıyla dolu iki, hatta üç çanta taşırdı

Akranları şimdilerde ancak akıllı telefonda Whatsapp kullanırken kendisi binlerce pdf formatında kitap sahibiydi. Teknolojiyi iyi kullanırdı. Kitap tarardı, düzenlerdi, erbabıyla paylaşırdı. Web sitesine makalelerini yüklerdi. (Web sitesi çocukları sayesinde ölümünün üzerinden geçen yedi seneye rağmen açık ve düzenlidir, bir hazine niteliğindedir.) Hoca cüsseli biri olmamasına rağmen bazen iki, hatta üç çanta taşırdı. Bunlarda diz üstü bilgisayar ve kitaplar olurdu. Türk milletinin dertlerine derman aramaktan vakit kalmadığı için kendi sağlığına pek dikkat etmediği belliydi. Bölük pörçük uykularla sabahtan akşama kadar yediği bir tost ile çalışır, kitap okur, yazar, ders anlatırdı ve her şeye rağmen sigaradan vazgeçmezdi. Pek çok yabancı dil bilirdi Durmuş Hocaoğlu ama “şu dilleri biliyorum” demezdi. Fransızca kelimeleri muhteşem telaffuz ederdi.

Hocaoğlu çok yazardı ama her yazdığını kitaplaştırmazdı. Tıpkı doçentliğe müdana etmemesi gibiydi belki de bu durum. Laisizm’den Milli Sekülerizme, Devletçilik Bumerangı, Düşük Şiddetli Devrim yayınlanmış kitaplarıdır. Magnum Opus’unu yazmamıştı, belki de hiç yazmayacaktı.

“Bu mu bize anlattığınız devlet hocam?”

Durmuş Hoca’nın cevapsız kaldığı, cevap veremediği belki de sadece bir olay vardı. Etkilendiği çok belliydi, zaten kendisi de söylüyordu. 28 Şubat sürecindedir Türkiye. Durmuş Hoca kimsenin etkisinde kalmadan, kimseden korkmadan, kimsenin değirmenine su taşımadan doğru bildiklerini anlatmaya devam etmektedir. Geçmişten beri fikirleri bir devlet savunusu içermektedir. Öğrencilerine de bir devlet tasavvurundan bahseder. Bu devlet sıradan bir devlet değildir, Türk Devleti’dir. Gelin görün ki o günlerde başörtülü öğrenciler üniversiteye alınmamaktadır, koridorlardan çıkarılmaktadır. Bir başörtülü öğrenci Durmuş Hoca’yı görür, yanına gider. “Bu mu bize anlattığınız devlet hocam?” der ve Durmuş Hoca belki de hayatındaki en büyük üzüntülerden birini yaşar.

23 Ekim 2010 günü telefonumdaki bir mesajı görünce ben de hayatımdaki en büyük üzüntülerden birini yaşadım. Durmuş Hoca Hakk’a yürümüştü. “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” sözünü ilk onun cenazesinde duydum ve bugüne kadar da en çok ona yakıştırdım. Cenazede aklımda kalan en belirgin anlar Vedat Bilgin’in vakur bir üzüntüyle taziyeleri kabul edişi, Ankara’dan geldiği için cenaze namazına ve defne yetişemeyen Mustafa Çalık’ın adeta “Âh be Durmuş!” diyen surat ifadesi ve mezarın başında okuduğu Kuran-ı Kerim idi. Durmuş Hocaoğlu’nun Cennet-i âlâ’da çok sevdiği Sultan Alparslan ile komşu olması için duacıyız. Onun “İslam’ın son ordusu” için yaptıklarına millet şahit olmasa da Allah şahittir.

Ömer Yüceller

YORUM EKLE
YORUMLAR
Kâzim Şen
Kâzim Şen - 2 yıl Önce

Uzun ve güzel yazınıza kısacık yorumum: EyvAllah...

RECEP TEMEL
RECEP TEMEL - 2 yıl Önce

Kadri sağlığında maalesef bilinmeyen, ancak yazıp bıraktıklarıyla erbabı tarafından zamanla anlaşılabilecek olan merhum Durmuş Hocaoğlu'nu hatırlattığınız için teşekkür ediyorum. Ruhu şad olsun.