Başına sözlük düşmüştü!

Hakan Öztürk yazdığı hikayesinde İskender Pala ile ilginç bir yolculuğa çıkıyor.

Başına sözlük düşmüştü!

Seneler boyu televizyon programlarına jenerik olmuş bir sahneye ev konukluğu yapıyordu Kadıköy. Parke taşlı sokakları binlerce çift ayakkabı eskitiyor… Ayakkabı sahiplerinin kimileri yemek içmek, kimileri gezmek, bir şeyler almak kimileri de birileriyle buluşmak için burada. Labirent düzeneği misal sokaklarda sanki yüzlerce deney faresi peynirlerine ulaşmaya çalışıyor, Muzaffer’in peyniri de bir kitapçıda…  

İskender Pala, Ansiklopedik Divan ŞiiriGenç bir adam Muzaffer, yirmi dört yaşında, üniversiteyi bitirmiş, çalışma hayatına yaşıtlarına göre erken atılmış. Çocukluktan beri ezberlenmiş sokaklardan geçip, epey büyük bir kitapçıya geldi. Apartman gibi her katında ayrı kitaplar, içinde cafe vesâir bulunan cinsten. Arka planda insana sukunet zerk eden müzik, “ne istersiniz?” diye rast gele kitap bakma zevkinize karışılmaması, geniş iç mekanı ile son derece nezih bir kitapçı orası. Rafların arasında gezinirken, yüzlerce kitap çığlık atıyordu, “bana bak! Kapağımı okşa, sayfalarıma bak!” diye. Kimilerinin çağrılarını dinledi, kimilerini ise görmemezlikten gele gele epey bir zaman sonra almak istediği kitabın olduğu rafa ulaştı.  

Aradığı Kitap, yeşil, tuğla cesametinde bir kitap “Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü”. Ulaşmak sayfalarını kurcalamak istedi ama rafın en üst bölümünde olduğu için zorlandı. Parmaklarının ucunda yükseldi, almak istediği kitap elinden kaydı… ve kafasına düştü.  

Size yemin edebilirim, kütlesi ve içindeki bilgilerin ağırlığı ile “Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü” kafasına düşünce Muzaffer’in kafasından “çaat!” değil bir “failün failün failatün!” sesi çıktı! Tatlı rüyalar Muzaffer… 

İskender Pala’nın dudakları aralandı, bir mısra ı berceste dökülecek gibi oldu, neden sonra vazgeçti. Çabucak, “ Hadi geç kalıyoruz.” dedi. kısa bir süre yürüdüler, İskender Pala etrafına bakındı, bir ağacın kovuğundan bir bohça çıkardı. Bohçadan iki üç parça eski elbise ve iki derviş hırkası çıktı. “Giyin!” dedi ve giyindiler. Muzaffer gülümsedi, “İkimiz de derviş olduk İskender bey.” İskender Pala ise çok gergindi, döndü ve dedi ki, 

“Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.”  

Muzaffer epey bozuldu. İskender Pala da ayarı Yunus Emre’yle veriyormuş meğerse diye düşündü. Bir süre suskun beraber gittikten sonra han gibi yüksek tavanlı bir binaya geldiler. Kapıda gürbüz, kılıçlı bir muhafız vardı, pala bıyıklarını balta kesmezdi, kolları kastan değil, İskenderun tuğlasından yapılmıştı, kafası Muzaffer’in kafasının iki katı, sarığı da Muzafferlerin oturma odasındaki koltuk kadardı.    

Sordu, “Kimsiniz?”  

İskender Pala en ciddi halini takındı,  

“Eyvallah!” havaya karışmadan içeri girdiler. Beraber altın işlemeli, Muzaffer’in değerini tahmin edemeyeceği halıların üzerinden uzunca bir koridordan geçerken İskender Pala ona döndü ve dedi ki,  

“Sakın sana sorulmadıkça bir şey söyleme, kimsenin yüzüne direk bakma ve sakın ha sakın mısralarını söylerken şaşırma, dikkat çekersen bu toplantıdan kellemiz ayrı bedenlerimiz ayrı çıkar.”  

“Ne mısrası abi!!” sorusunu soramadan geniş bir salona vardılar. Salon hınca hınç doluydu. Oturabilenler oturuyor diğerleri ayakta bekliyordu. Bu sırada İskender Pala, insan kalabalığının başka bir köşesine savrulmuş, Muzaffer de onu gözden kaybetmişti. Aynı soruyu bir de kendisine sordu, “Ne mısrası abi!”. Cevap veren yoktu. Etrafına bakındı.  

Salonun ortasında iki adet inci işlemeli taht vardı. İnsanlar hınca hınç doldurmuş olmalarına rağmen sanki camdan bir koruma varmış gibi, kimse tahtlara yaklaşmıyordu. Kalabalıktan kimileri ilk tahtta oturanı gösteriyordu, Muzaffer tahtta oturanı inceledi. Kırışmış alnı, beyazlaşmış saçlarını örten takkesi, kemerli bir burnu vardı. Sık beyaz sakallarının kapladığı yüzüyle ilk akla gelen tanım “asil” olurdu. Siyah gözlerde ise bir gözyaşı ile yıkanmışlık vardı. Belli ki bu insan ızdırap çekiyordu ama aynı zamanda bu halinden zevk alıyordu sanki. Fuzuli diyordu kimileri. Muzaffer heyecana geldi, bu Fuzuli miydi?  

O an içinden son derece ilkel bir dürtü ile Fuzuliyle el sıkışmak, divanını imzalatmak, beraber resim çektirip facebook’ta profil resmi yapmak, hatta fuzuli’yi fuzuli, fuzulinin kavuğu, fuzulinin cübbesi diye taglemek geldi içinden… 

İskender Pala, Katre-i MatemDiğer tahtta ise Bakî oturuyordu, onları incelerken birden Fuzuli’nin dudakları aralanınca herkes birden sustu ve nefeslerini tuttu. Sonra Fuzuli vazgeçti millet tam nefeslerini verecekken Fuzuli tekrar ağzını açtı, nefesler yine kesildi. Bir kez daha dudaklar aralanıp, kapandı. Eminim ki Fuzuli’nin insanları öldürme niyeti olsaydı böylelikle çok rahat öldürebilirdi. Epey bir süre hazırlandıktan sonra Fuzuli’den kâdim bir ses yükseldi,  

“Aşk imiş her ne var alemde,

ilim bir kıyl-ü kal imiş ancak “ 

[bu alemde ne varsa aşkmış/gerisi de boş lafmış.] 

İnsanlar birden cezbeye geldiler. “Allaaah! Yandım!” nidâları kalbini tutanlar, bayılanlar, ağlayanlar, kendilerini yerden yere vuranlar…tam durulunca bir “Allaaah!” sesi ile insanlar yeniden ateşi aşka düşüyor kendini paralıyorlardı. Sonunda herkes normale dönünce sıra Şeyh Galip denilen bir şaire geldi. Dedi ki,  

Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz.

[Aşkın fermanına boyun eğmekliğimiz ta candan ve yürektendir. Bu uğurda alın yazımıza karış zerre inadımız ve karşı koymamız söz konusu değildir.]

Bu beyit, bir yangının külünü yeniden yakıp geçti. Çılgın kalabalık üstünü başını yırttı. Bu böyle saatlerce sürdü, her kalkan bir beyit okuyor, kalabalık galeyana geliyor, durulunca başka bir şair ayağa kalıp beyitlerini okuyordu. Muzaffer de kendini öyle kaybetti ki ne İskender Pala’yı hatırladı saatlerce, ne de onun salona girerken unutmaması gerektiğini söylediği mısraları. Ta ki İskender Pala kalkıp kendisini İskender Seyfî olarak tanıtıp, şu mısraları okuyana kadar,

Mecnûn ile bir mekteb-i’aşk içre okurduk  
Ben Mushâfı hatm ettim o Ve’’l leyl’’de kaldı.

[Mecnun ile aşk mektebinde okuduk.ben kur’an’ı hatm ettim,o ise ‘’Ve’l_leyl”suresinde(Leyla da) kalıverdi.]

Millet bunu duyunca Mecnun’a döndü. Öyle bir ortam vardı ki, okunan mısralar insanın ciğerine işliyor cezbe yağmurlarından herkes nasibini alıyordu. Muzaffer’den başka herkes bir beyit okumuştu. Ortalık biraz duruldu ve sessizlik odaya hakim oldu. Muzaffer o an öğrencilik yıllarına döndü.

Yüz kaslarına hakim birisi değildi, ayağında karınca gezse surat ifadesinden anlardınız. Öğrencilik hayatı boyunca da hep bu özelliğinden dolayı acı çekti. Ne zaman bir konuya çalışsa hocalar onun yüzünden anlar, zaten biliyor diye kaldırmazdı. Ama çalışmadığı zaman yüzünde uğur böcekleri, kırmızı güller belirirdi. Izdırabının sonu da genelde tahtaya kaldırılıp rezil olmakla biterdi. Kopya çekmek nasıldır asla bilemedi, işyerinde bir avantajı olduysa o da dürüstlüğüyle etrafa nam salması oldu.

İskender Palaİşte şimdi Muzaffer kendi içinde nefes alıştırmaları yapıyor, kendi kendine sakin olmasını telkin ediyordu ama zahirde, elleri kolları ve yüzünde binlerce küçük Muzaffer, “buradayım! Buradayım! Beyitini okumayan benim heey koca sarıklı, dön de bana bak!” diyordu.

Nitekim koca sarıklı çağrıya uydu ve yanındakini dirseğiyle dürttü, “Şu sefil okudu mu beyitini?” yanındaki Muzafferin yüzünü iyice bir inceledi. “Yok, okumadı” dedi. Tevatür, tüm salonda bir nefes gibi yayıldı ve tüm gözler Muzaffer’e döndü. Muzaffer, naçar, sol elini kaldırdı, bildiği divan şiirine benzeyen en yakın beyiti seçti ve okudu,

Mektup yazdım yara okumaz, okunmaz baba okunmaz. 
Hasreti gönlümde kaldı, özü de meni aldırmaz.

Bir süre herkes kalakaldı. Salondaki cezbe pınarı apansız kuruyunca, kalabalıktan birisi bağırdı.

“Aramızda casus var!!” O an Muzaffer, divan şiirinin kudemasının, casuslara karşı ne kadar saldırgan olabileceğini fark etti. Herkes üstüne gelmeye başlayınca, koşmaya başladı. “Kaçanın anası çeşm-i giryân olmaz!” diye bir mısra söyledi ama bu bile peşindekileri teskin edemedi. “Koman! Vurun!” sesleri ile, sinek gibi avuçlarına düştü. Kendisini yaka paça tutup, sille, tokat, zımzık ile [şairlerden birisi Muzaffer’e uçan tekme attı!] girişteki gürbüz muhafızın önüne attılar. “Casustur, vur kellesini!” buyurdular. Muzafferi yere yatırdılar, Muhafız, kılıcını kaldırdı, boynuna doğru indirdi…

Muzaffer yüzüne çalınan kolonya serinliği ile uyandı.

“Ben…İskender Pala, toplantı…” şaşkındı.

“Tamam, tamam…” dedi bileklerine kolonya süren görevli bayan. “bu hafta kaçıncı kafasına kitap düşürüp de hayal gören sayamadım, hadi artık yerde uzanma evine git çocuk!”

Muzaffer kitabı almayı unutup evine döndü.  

Hakan Öztürk yazdı

YORUM EKLE
YORUMLAR
fkgk
fkgk - 14 yıl Önce

harika olmuş keyifle okuduk.elinize,yüreğinize sağlık.

emine şimşek
emine şimşek - 14 yıl Önce

Ben de başıma kitap düşsün ve hayale götürsün beni isterim.Çok içten,çok akıcı olmuş.

Durmuş Göktekin
Durmuş Göktekin - 14 yıl Önce

Yazınızı okudum. Tebrik ederim. Zihnimi meşgul etti. Ama üslup bakımından konuya hakim olamadım. Daha açık ve anlaşılır olmasını isterim. Yazmaya devam ediniz. Tavan ve tabandakilerin anlayacağı tarzda olacak şekilde. Sıradakileri merakla bekliyorum.

yerdenyeşil
yerdenyeşil - 14 yıl Önce

Yazı güzel olmuş, komik olmuş.İskender Pala'ya ait bir kitap insanın başına düşerse, e tabi insanın başına bunlar gelir. Yazıdan çok hoş bir alıntı yapayım ki, ''Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil, Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.” bu kısma vuruldum... Başarılar...

Murat Aydın
Murat Aydın - 14 yıl Önce

Güzel. gerçekten güzel bir yazı. Başından sonuna aynı sürükleyicilikte, okurken sıkılmıyorsunuz. Hem entellektüel birikimini hem de mizah öğeleri bu kadar yerinde kullanan bir yazarı da ancak takdir etmek düeşr bizlere... Takip edilecektir.

Emre Ünsal
Emre Ünsal - 14 yıl Önce

Mecnun'un suskunluğuna selam olsun. Elinize sağlık...

ayşe uçar
ayşe uçar - 14 yıl Önce

hikayede çıkılan yolculuk/hayal 'zaman ve mana' itibariyle çok ilginç.. ara geçişler çok yerinde olmuş ve konu muhtevasını başarıyla sağlamış, ellerinize sağlık devamını bekliyoruz.

zehragiraykömür
zehragiraykömür - 14 yıl Önce

iskender palanın katre-i matemini birkaç dakika önce bitirdim. şuan ben de kendisini görüp birkaç kelam etmek isterim. kelamdan kasıt soru, sorudan kasıt okkalı birkaç eleştiri... hatta hızımı alamayıp divan sözlüğü kadar kalınca olan bu kitabı yanlışlıkla kafasına düşürebilirim bile:):) neyse...