Birazdan yolcular yola düşecek, eski hâllerini değiştirecek, gölgelerini terk edecek ve gecenin üzerlerini örttüğü bir vakitte Kaf Dağı’nı aşacaklar. Özne değişecek, nesne değişecek ama fiil değişmeyecek. H/er yolcu fiilini yola düşürecek, yola girecek, yola koyulacak, yol alacak, yolda kalacak, yol açacak ama yoldan çıkmayacak.
Yürümekle yollar aşınacak, yürümekle dağlar aşılacak, yürümekle yürekten yüreğe sevdalar taşınacak. Bu yolda atılan adımların devinimi her daim on sekiz bin âlemin göğsünde devri daim edecek. Yollar nice ayaklara gülümseyerek kendini teslim edecek. Üzerlerine abanan tabanların cazibesine hiç çekinmeden âmâde olacak.
Yolun hakkını verenlere hakikat kapılarını açacak, yoldan önce yoldaşı seçenlere herkes gıptayla bakacak. Gölgesinde soluklandığınız insanların, varlığına tanıklık edecek. Yeryüzü, yürünecek kıvama gelecek. Uzun ince bir yola duçar olsalar da menzile erenlerin öykülerini okuyanların yüzleri gülecek. Âlemleri seyr/seyran eden seyyahların süluku yarıda kalmayacak. Sîretler sûretlere dönüşecek. Seller sebil olacak. Sarp yokuşlar düzleşecek, adımlar adımları hasretle izleyecek, vuslat kucağını olanca büyüklükte açacak...
Yürümenin yürürlüğü
Yürümek fiziksel midir sadece? Adımı diğer adımın önüne habersizce atmak mıdır yürümek? Yürüyen ayaklar mıdır yalnızca? Ayaklarının altında yollar mıdır dürülen? Kat edilen sadece mesafe midir? Yürüyen yolcu mudur, yol mudur mütemadiyen? Peki ya akıl! Yürür mü yürütülür mü? Peki, ya ruha ne demeli! Ruh yürürse nereye yürür ya da yükselir? Sahi, kemiklerden iliklere yürüyen acı mıdır, sızı mıdır? Ülfet ve ünsiyet yüreklere ilk adımını nasıl atar? Yolu maşuka düşen âşık ateşe nasıl yürür? Gören göz, işiten kulak, atan el, yürüyen ayak gerçekte kimin? Damarlarda şeytan nasıl yol alır? Nefis meydanında yürütülen savaşın komutanı kim? Zaman yürüyor da ömür de yürüyor mu? Harfler yürür de kitap da yürür mü? Sadırlardan satırlara, satırlardan sadırlara bir sırat var mıdır? Yaşamın akışına mola veren kim? Ruhsal seyrin son durağı neresidir?
İnsan yürüyen bir metafiziktir
Ezoterik anlamda her şey yürür. Şair Necip Fazıl Kısakürek’ten aldığım ödünç sözlerle ifade etmek gerekirse:
“Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir.
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir”
Su yol olur, yol su olur. Deniz yol olur, yol deniz olur. Deniz karaya, kara denize yürür. Irmak yatağına, yatak ırmağına yürür. Bulutlar rüzgâra, rüzgâr bulutlara yürür. Gece gündüze, gündüz geceye yürür. Dağlar kente, kentler dağlara yürür, yürütülen dağlara dikkat çekilir. “Sen dağları görürsün de yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler.”
Bu bağlamda din dili soyut, aşkın ve sembolik ifadeler içerir. Bu sembolik dil; anlamayı, kavramayı ve öğrenmeyi kolaylaştırmak ve sürekliliği sağlamak amacından başka bir şey değildir. Hakikat bilinci imgeler ve semboller ile yürür. Din dilinin kendine özgü yürünmesi gereken cadde ve sokakları vardır. Gerek vahyin üsleri olan dağların (Zeytin Dağı, Tur-i Sina, Cebel-i Nur…) yürütülmesini yani vahyin yürütülmesini ifade eden seyr (süyyira), gerekse geceleyin kendini inşa eden kişinin “gece yürüyüşü” olarak ifade edilen isra kavramı bu sembolik dilin örneklerindendir. Yine yürüyen (seyr) geceye yemin edilir. Gece nasıl yürür, gecede nasıl yürünür? Zifiri karanlık geceler yürümeyi bitirip teneffüs eden sabaha yani zıddından doğan aydınlığa nöbeti devreder ve ardından arkasını dönüp gider. Artık güneş yeni bir güne yeniden adım atar.
Gece göğe, gündüz yere doğru yürünür. Gece, yüreğinde biriktirdiklerinizi taşımakta size eşlik eder. Gündüz, elinizden tutar sorumluluklarınızın altında ezilirken. Yürüyen kul yalnız değildir ve geceyi yürüten ile birliktedir. Gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede (ve ne hâlde) olursanız, O sizinle beraberdir.
Yakup peygamberin lakabı olan İsrail ve soyunu ifade eden Benî İsrail (İsrâil Oğulları) gece “Allah ile yürüyenler” anlamını da içermektedir. Risâlet bayrağı İsrailî kanattan İsmailî kanat olan Hz. Muhammed’e verilmiş olup tarihin bu seyri İsrâ-Miraç olayı ile gerçekleştirilmiştir. Bu yürüyüş Âdem ile başlamış ve bir tek insan kalmayıncaya kadar devam edecektir. Hayy olan Allah da kendisiyle yürümek isteyenlere eşlik etmeye, yol göstermeye devam edecektir.
Gece yürüyüşü yapan kişi varlığın gizine giden yola girmiş, gecenin inşa edici yönüne kendini bilgece açmış demektir. Kudret yönünden güçlü takdir edilen gecelerin kadri kıymeti bilindiği oranda yürüyenler de güçlü olacaktır. Mübarek gecelerde inen ayetlerin bereketli boyutları yürüyenlere kapılarını açacaktır.
Her yürüyüş bir hicrettir. Bir hâlden başka bir hâle hemhâl oluş, bir hülleden sıyrılıp yeni bir hülleyi giyiştir. Hare hare yolları aralayarak geçiştir. Yürümek mekânsal (hicret) olduğu gibi bazen de zamansaldır (hecr-i cemîl). Zaman mekânları ortadan kaldırabilirken bazen de mekân zamanı ortadan kaldırır. Göklerin ülkesine merdiven dayadığınızda zaman durur. Göz açıp kapayıncaya kadar elli bin yılı kat ederken, kat ettiğiniz ne mesafeyi ne de zamanı bilirsiniz. Mağarada 300 yıl uyursunuz ama ne kadar uyuduğunuzu bilemezsiniz ve adeta error verir yürüttüğünüz akıllarınız. Bugünü görmek için 300 yıl geriye yürümek gerekebilir. Gönül gözü görünce, cismani gözler uykuya dalar ve içindeki cennetin seherine dingin olarak çıkarsın. Uzaklar yakın kılınır. Afaka yükselen insan, esfel-i safilîne düşen beşer olur. Süfli dünyaya ihbut eden insanoğlu ulvi boyutlara Burak hızında uruc eder. Nisyana gark olan alanlardan ünsiyete terfi eder. Garip olan mukarreb olur. Yükselme günlerinde (yevmi isra), yücelme gecelerinde (leyle-i kadir) meleklerin tesbihat ziyafetine misafir olur. Gönülleri inşirah bulur. Gece isra edenlerin sûreti sîrete dönüşür. Siyer sûret değiştirir, bayrak değişim bir başka sîrete devrolur ama bu seyir asla son bulmaz. O’ndan gelip O’na yürüyüş arasındaki ömür yolunda yine Allah’la yürüyenler tarihe geçer.
Yürüyen gece nasıl fecre dönüşür ise gece yürüyen de felaha erişir. Geceleyin Allah ile yürüyenler gündüzleri böbürlenerek (merahan) yürümezler yeryüzünde. Böbürlenerek yürüyenlerin vücut coğrafyasında tufanlar kopar ve nefis şehrini zapt (zabt-ı nefs) altına alamadan son nefeslerini verirler. Tarih bu tipolojilerin misalleri ile doludur.
Tarih sahnesinde örnek yürüyüşler de vardır. Adımları adımlarına uyanlar da vardır. Atamız Hz. İbrahim’in yürüyüşünü örnek yürüyüş olarak görmekteyiz. O, sınırlarını aşarak, kalıplarını kırarak Mısır’a yürüdü. O safiyet içinde çevresini saran surdan aydınlık nura yürüdü. O Hakk’a yürüdü, Hakk ile yürüdü. Hakk’la yürüyenin dönüşü de muhteşem oldu. İbrahim peygamberin eşi Hacer de yürüdü. Safa ile Merve arasındaki yürüyüşte mürüvvete erdi. Yürümenin hakkını verenler zemzemi elde etti. Hz. Muhammed de hem gece hem gündüz yürüdü. O hem coğrafi sınırlarını (Hicret) hem de yeryüzü sınırlarını aştı (İsra). Kimi zaman mağaraya sığındı kimi zaman çöllere vurdu kendini.
Medeniyet kuran kişiler tortularından nura, surlarından sırra yürüyenlerdir. Bu önderlerin yürüyüşü ebter olmadığı sürece Hakk Kevser’ini esirgemeyecektir.
İnsan yürüyen bir medeniyettir
Yürürken asla yalnız yürüyemezsiniz. Adımlar yola revan olurken içinizdeki ruh da kervana katılır. Her adım diğer adımın arasını açarken ruh da kendince nice pencereler aralar. Yürürken nereye gittiğinizi bilmenin yanında size nelerin eşlik ettiğini, kimlerin kulağınıza usulca fısıldadığını hissedersiniz. İçinde kaç insan belirir bilemezsiniz. Adım attıkça doğa perdelerini açar, dışarıdan içine bakarsın, koyu bir sohbet alıp başını yürür gider. İç âlemi ile öz/ gürce sohbet edenler dış âlemin seslerini bile duymazlar. Nietzsche; “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle… Mümkün mertebe az oturmalı, açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Kutsal Tin’e karşı işlenen esas günah yerinden kıpırdamamaktır.” der
Yürümek yücelmektir
Göğün yücelikleri yüceltir, yerin güzellikleri güzelleştirir, doğanın damarından fışkıran doğallıklar doyurur insanı... Yücelmek denilen şey yerden göğe merdiven dayamaktır. Bildiğiniz miraçtır. Miraç da bir çıkış ve bir yükseliş değil midir? Alçak/denî bir dünyadan medeniyetin derununa/ derinliklerine taşınmanın adıdır yürümek. Yücelmek kadar insanı özgür kılan hangi duygu vardır? Her atılan adım yücelere atılır özgürce. Her atılan adımda ayağına vurulan prangalar bir bir kendini bırakır. Üzerinde taşıdığı tüm sıfatlardan sıyrılıp farkına varır kendi olmak’lığının. Kendisi için değer/l/i olmayacak ve kendisini değerli kılmayacak şeylerden vazgeçerek hatta reddederek göksel sofranın lezzetini tadar ve gerçek değeri/değerliyi içine sindirir. Önem ve önemsiz yeniden anlam bulur. Önemsizler geride kalır önemliler listenin önüne alınır. Önü açan şeyler öncü, öncülü olur. Varlığın kıymeti bilinir, kıymet bilenlerle, kıymet verenlerle yola devam edilir kıyamete dek.
Yürümek başkaldırmaktır
Her yürüyüş aynı zamanda fıtratın başkalaşıma karşı bir başkaldırıdır. Bütün kısıtlamalara ve önceden belirlenmiş yıpratıcı kurallara karşı gelmektir. Aynılığın kokuşmuşluğundan, monotonluğun körleştiren bakışından, eğilen başların köleliğinden ve kamburlaşan omurganın eğriliğinden sıyrılmanın adıdır başkaldırmak. Mahatma (Büyük Ruh) kendi ifadesiyle “küçük ses” ile konuşarak tuz denizine yürümesini ve Gandi’nin her sabah Tagore’un dizeleriyle güne başlamasını bir başkaldırı olarak görmekteyiz:
“Yalnız yürü.
Çağrına kulak vermiyorlarsa eğer, yalnız yürü.
Korkar da dehşet içinde duvara dönerlerse yüzlerini,
Ah sen, kara bahtlı,
Aç zihnini ve yalnız konuş.
Yoldan cayar da bırakırlarsa yabanda seni,
Ah sen kara bahtlı
Yolun üstündeki dikenleri çiğne ve
Kana bulanmış o yolda yalnız yürü.”
İnsan yürüyen bir hikmettir
İnsanın hakikatiyle ilgilenen hikmet ehli; insanın suret bakımından küçük âlem (âlem-i sağîr); mana bakımından ise büyük âlem (âlem-i kebîr) olduğunu ifade ederler. Bu düşüncenin dayanağını Hz. Ali’nin “Sen, seni küçük bir cisim zannedersin. Hâlbuki büyük âlem sende dürülüdür” sözüne veya Rûmi’nin: “Aziz Dost! Sen, tek bir kişi değilsin; Sen bir âlemsin! Sen derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan-i kâmil! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem, o denize gark olup gitmiştir.” sözüne dayandırılır.
İşte dokuz yüz katlı insan bir bir çıkar kendi merdivenlerini, kararlı adımlarla kat eder kendi katmanlarını. Kimi ağır ağır çıkar kendi âleminin merdivenlerini, kimi refref hızında, kimi Burak hızında. Kim nasıl kanat çırpar bilinmez... İnsan, büyük bir âlem ise insan kendi âleminde yürüyebildiği kadardır/değerlidir. Ayak Hakk’a yürümek için yaratılmıştır.
Bu bilinçle yürüyenlerin emrine müsahhar kılınır diğer âlemler. Hz. İsa diyor ki: “Eğer siz gerçekten inanırsanız, şu dağa, kalk, bulunduğun yeri değiştir, şu tarafa geç diye emredersiniz ve dağ kalkar, sizin istediğiniz yere gider.” Madde ve mana onunla yürür, gece ve gündüz onunla yürür, güneş ve dolunay onunla yürür, yıldızlar ve dağlar onunla yürür adeta... Başka bir ifadeyle “kâinat küçük kitap, insan büyük kitap” ise “okunacak en büyük kitap insan” olur. Kitap kendisidir ve insan kendisi ile yürür, yürüdükçe nüshalar açılır, açıldıkça hazineler önüne serilir. Kıraat (ikra) ettikçe ikrar olur diller, tasdik olur kalpler.
İnsan yürüyen bir felsefedir
Albert Samain “Akıl yürür, zevk koşar, hırs uçar. Bu nedenle aklın geç gelmesine şaşırmamalı” diyerek aklın da yürüdüğünü ifade eder. Yürümeyen akıllar yürütülmeye çalışılır. Akla takılanlar ya da aklın takıldıkları bağından çözülür. Akıl, zihinde canlandırılır, harekete geçirilir, kavramsal ilişkiler kurması sağlanır; böylece yeni bilgilere ulaştıkça akıl yerinde duramaz olur. Sokrates bu akıl yürütme biçimini metot olarak oluşturmakla ünlüdür. Hatta Sokrates felsefeyi gökyüzünden indirip yeryüzünde yürüten filozoftur.
Düşünmek yola düşmektir
Yola koyulmak koyu bir düşünce hazırlığı ister. Bazen geri dönüşü olmayan uzun bir yola gidiş, bazen de askıda bekleyen zamanın yazgısına bir kaydoluştur. Bir dolunayın altında dil sükût ederken düşünceler at başı koşturur, fikirler bazen çarpışır, bazen de çatışır. Müsademeyi efkârdan bârikayı hakikat doğar. Yazı da kalemin yürüyüşüdür. Derindir, dipsizdir. Ayaklar yürüyüşün tanıkları olduğu gibi harfler ve kelimeler de yazının tanığıdır. Harfleri harekete geçiren harekelerdir. Cümle harfler harekeler ile adım atar ve dökülür sayfalara.
Yürümek keşfetmektir
Kâşif, bir tırtılın kelebek olup hayata yeni gözlerini açtığında keşfettiği bir çiçek kadar coşkuludur. Ruhunu mekândan ve zamandan münezzeh kılar, azade eder ve her an yepyeni sürprizlerle karşılaşır. O yürüyen biri olmaktan bir yürüyen olmanın özgürlüğüne erer. Hüviyeti aşarak hürriyete taşar. Filozof Aristoteles verdiği felsefe derslerini ayakta ve yürüyerek yaptığı için okuluna Peripatos adını verdi. Peripatos ismi, Aristoteles’in öğrencileriyle birlikte okulun çevresinde gezinmesinden, felsefi adımlar atmasından ileri gelmektedir. Filozofların doğru akıl yürütme biçimlerini ortaya koyabilmek için cismen de yürüdükleri anlaşılmaktadır. Yürümenin düşünme hâline gelmesinden ötürü, tarihte bazı Aristoteles düşüncesi ve geleneği takipçileri “peripatetikler” olarak bilinir. Bir yürüyüş yolu (peripatos).
Buradan hareketle yürüyen öğretmen oturan öğretmenden evladır diyebiliriz. Doğu’da da yürüyen (meşşâiyyûn) gezginler ve sofistler olmuştur. Akıl ile naklin, felsefe ile dinin uzlaştırılabileceğini savunan, yürümenin bilgi (ilmi ercül) ve düşünme hâline geldiği ve bu geleneği adeta yürüten ekoller olmuştur.
Yürümenin hakkını veren düşünürler aldıkları ilhamla felsefeyi de adeta yürütmüşlerdir. Descartes “aklın yürüyüşü kesintiye uğramamalıdır” diyerek yürüyüşe farklı bir anlam katmıştır. Frédéric Gros’un “Yürümenin Felsefesi”, David Le Breton’un “Yürümeye Övgü” ve Roger-Pol Droit’un “Filozoflar Nasıl Yürür?” isimli kitabında birçok filozof, düşünür ve bilge insanların felsefi adımlarından kesitler sunarlar. Kılı kırk yaran akıl yürütmeler, incelikli düşünceler, derinlemesine berrak irdelemeler, keskin ve bağımsız bakışlar, düzlükten kurtaran yüksek sezgiler, göğe tutunan zinde ilhamlar sadırlardan satırlara akan yürüyüşler irtifa kazandırır insana.
Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürüyebilmesi için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? Yürümek ne güzel bir nimettir. Yürümek isteyip de yürüyemeyenleri ve yürüdüğü hâlde nereye yürüdüğünün farkında olmayanları görünce…
Durmak da yürüyüşe dahildir
Yorulduk, sen de biliyorsun azizim! Ne yürümekten ne de koşmaktan. Belki de dur/a/ mamaktan ve durul/a/mamaktan…
Ne yolları ne de yılları karış karış arşınlamaktan. Belki de kor ateşinden geçerken saf altını tortularından, halis gümüşü pasından arındırıp bir türlü cevhere ulaşamamaktan.
Ne büyük ölçekli güçlerin emperyal tavırlarını tanıyamadığımızdan ne de düşmanlarımızın gizli planlarını göremediğimizden. Belki de kol kola yürüdüğümüz yol/arka/daşlarımızın sonbahar yaprağı gibi dökülmesinden veya yolda dökülenleri top/ar/layamamaktan. Belki de tarikten (yoldan) önce refikimizi (dostumuzu) seçemediğimizden. Belki de güvendiğimiz dağlara kar yağmasından. Ne direnişimizin debisinin düşüklüğünden ne de nereden nasıl vurulacağımızı kestirmediğimizden. Belki de müptezel mütevazılıktan lüks ve israfa kafa tutamayan şımarık/lık/lar yüzünden. Belki de nerede durması gerektiğini bilmeyen rotayı şaşırmış şaşkın/lık/lar yüzünden…
Ne okumadığımızdan ne de yazmadığımızdan. Belki de hangi/kimin değirmeni/ne su taşıdığını bilmeyen ishal olmuş kalemler ve “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” deme cesaretini gösteremeyen kanaat sahipleri yüzünden. Belki de içimizdeki beyinsizler yüzünden… Ne pusulamız olmadığından ne de kılavuzumuzun olmayışından. Belki de neyi temsil ettiğini, nereye ait olduğunu, neye karşı durduğunu bilmeyen ve bir duruş sergileyemeyenler sebebiyle…
Oysa benim kadar sen de biliyorsun. Yeminler etmiştik en kutsal bildiğimiz şeyler üzerine. Aynı güneşin altında birlikte yanacaktık. Aynı göğe uçuracaktık güvercinlerimizi. Denizleri yara yara geçecektik karşıya. Kırılsa da kanatlarımız, geriye dönmeyecektik. Aynı nehirden geçerken azıcık içecektik suyu. Kuyuya atılmak da olsa umudu koynumuzda besleyecektik. Yüreğimize üflenen kör düğümleri birlikte çözecektik. Atlarımızı içimizde koşturacaktık dörtnala. Duman tüten dağlarımızda türküler söyleyecektik. Gece yürüyüşlerimiz olacaktı kendi göğümüze doğru. Yıldızlar avuçlarımıza düşecekti. Zeytin kokulu kandiller aydınlatacaktı hanelerimizi. Bedenimiz çarmıha gerilse de ruhumuz göğe yükselmeyi tercih edecekti. Yorulsak da yorsalar da yolu asla terk etmeyecektik. Kaygan da olsa zemin, ayakta kalabilmeyi becerebilecektik. Yolun sonu görünse de dünyaya meydan okumadan ve bedel/ini öde/t/meden gitmeyecektik…
Oysa beraber yürüdüğümüz patika yolların ayaklarımızı öpmekten dolayı yaralar açtığını benim kadar sen de biliyorsun. Uzun soluklu yürüyüşler için bir ağacın altında gölgelenecek kadar da olsa durmamın önemini. Hakikat güneşinin üzerimize daha bir parlak doğması için asil bir duruşun sergilenmesi gerektiğini…
Ancak sen de biliyorsun heybemizdeki heybetli duruşun gitgide örselendiğini. Postürümüzün süreç içinde bozulduğunu. Omurgamızın kambur olmasından dolayı tüm vücut azalarının etkilendiğini. Gerçekler ile gölgelerin savaşında güçlü olduğumuz hâlde durmamız gereken yerleri terk etmekten dolayı savaşı kaybettiğimizi. Delillerimiz olduğu hâlde savunamamaktan duruşmaları kaybettiğimizi, iddia ettiğimiz yerden vurulduğumuzu, davamızdan da sevdamızdan da tek celsede nasıl boşandığı
Sanırım böylesi durumlarda köşeye çekilmek gerekiyor sessizce. “Her insanın problemlerinin kökeninde kişinin bir odada sessiz ve yalnız bir şekilde oturamaması vardır.” diyen Blaise Pascal aslında bu cümlesindeki “oturamaması” kelimesini “duramaması” şeklinde kullanmış olsaydı tam da bizim durumumuzu anlatmış olurdu. Dört elif miktarı yürüyüşler için yola koyulsak da durmalıyız artık kendi durağımızda bir tahiyyat miktarı kadar.
Anlamak için de anlatmak için de durmalıyız. Zira durmak hem anlamak hem de anlatmaktır. Kimi zaman durmak bir kitap gibi anlamlı hâle gelir. Kimi zaman bir duruş sergilemek tokat gibi iner insana. Durmak da bir eylemdir. Sessizlik gibi görünse de aslında çok sesli bir korodur. Durmak, mola vermek değildir. Durmak yürüyüşe dâhildir. Durmak duruşa ebediyet/sonsuzluk katmaktır. Miraçta durur gibi. Huzurda durur gibi. Arafat’ta durur (vakfe) gibi. Bayrama kavuşabilmek için durmak gerekiyor. Durmak gerekiyor... Bir şeyi iyice anlayabilmek (vukûfiyet), idraklerin ulaştığı son mertebede (mevkıf) durup (vakfe) kavrayabilen (vâkıf) olmak için. İnsanlar akın akın giderken hatta kan ter içinde koşarken tek başına da olsa durmak, “durun kalabalıklar” demek gerekiyor. Zamanın sırrına vâkıf olmak (vukûf-ı zamânî), dikkatleri bir noktada toplayıp zihin dağınıklığını önlemek (vukûf-ı adedî), gafletten sıyrılıp kendini daima Hakk’ın huzurunda bilmek (vukûf-ı kalbî), ne dediğini ne demek istediğini ne hissettiğini ne istediğini anlamak için durmak gerekiyor.
Ahitte durmak, akitte durmak, vakitte durmak, vaktinde durmak hatta vaktin durması ile karşı durmak, hazır olda durmak, saygıya durmak deyimleri yanında hassaten “durmak” kavramı üzerinde durulması gerekiyor. Durmak iç sesinin, “Dur da anla bi!”, “Duruyorum, yola devam etmiyorum.” demesidir. Kudurmak için değil durulmak için, aynı yerden vurulmak için değil yeniden kendini kurmak için, anıları tazelemek için değil ânı anlamak (understanding, ver stehen), gidişatı anlamlandırmak, hayatı yeniden an/la/mlandır/mak (episteme, vukufiyet) için. Hatta odada yalnız başına belirli bir noktaya yorulmadan yoğrularak nazar etmek/gözü dikmek/gözlemlemek, geleceğe dair ısrarlı bir intizar içinde olmak ve ilimler, bilimler, ihsaslar, ilhamlar, esinler ve epistemeleri bir araya getirip bir nazariye geliştirmek için durmak gerekiyor...
Durmak zorundayız… Ayakta kalabilmek (to stood) için... Düşük yapmamak adına… Durulmuş düşüncelerin neşvünema bulması için... Duyularımızı, duygularımızı duyurabilmek için… Araf’ta kalmamak adına bir lahza da olsa Arafat’ta vakfeye durmak için… Hayra hizmet adına arif olanların kurduğu, vâkıf olanların kondurduğu vakıflarda kendimizi bulmak için… Akıp giden zamana karşılık doğruları, gerçekleri, iyilikleri, esenlikleri akıp giden bir sele (sadakayı cariyeye) dönüştürmek için…
Durmak zorundayız... “Bu gidiş nereye?” Sorusunu sorma cesaretini yüklenip bu gidiş/ata “dur bir dakika!” demek için. Ayazda kalakalmış kalabalıklara bu gidişin çıkmaz sokak olduğunu söyleme sorumluluğunda bulunarak “Durun!” demek adına. Dünyanın gidişatını durdurmak için. Kifayetli kimliğimizi, basiretli bakışımızı, ferli ferasetimizi, ince vukûfiyetimizi, vakurlu kulvarda onurlu duruşumuzu sergilemek için önce durmak zorundayız… Elest âleminde vermiş olduğumuz misakın/sözün arkasında durmak için. Cümleye başlamak, cümleyi kurmak, cümleyi bitirmek, her bir durakta/noktada soluk almak ve cümle âleme sesimizi duyurmak için durmak zorundayız…
Durmalısın… Şayet durursan, kendine misafir olmanın ve ilahi ikramlara gark olmanın güzelliğini fark edersin. Ölmeden önce ölmenin matemini, yeniden doğmanın sevincini yaşar, kendin ile arana ördüğün duvarları yıkar, karanlık dehlizlerini aydınlatırsın. Slow bir şarkı eşliğinde dansa kaldırırsın kendi kendini. Kendi yüzüne dönersin. Çentik atarsın doğrularına, üstünü çizersin yanlışlarının. Yeniden kalıba alırsın düşüncelerini. Keskinleştirirsin bilincini. El değmemiş esinlerini pencereden uçurursun gökyüzüne. Kaybolan sekinet/huzur, Tanrı misafiri gibi kapıdan içeri girer ve tüm hücrelerini kaplar...
Çölün ortasında da olsan, durmak anlamsız gibi gelse de durmak gerektiği bilincini zihninde terütaze tutarsan topuklarının altında kesintisiz bir zemzemin doğuverdiğine şahitlik edersin. Anlamlı bir durmanın akabinde nereden/ nasıl geldiğine şaşırdığın envaiçeşit rızıklarla rızıklandırılırsın. Âlemlere mümtaz kılınır nice kelimelere gebe olursun. Duyarlı bir duruşun sonucunda adın da hanen de tarihe kazınır, şerefyap olursun. O hâlde dura dura, özümseyerek okumalıyız hayatı. Duraklarımız olmalı ve her bir durakta derin derin nefes almalıyız. Duru bir zihin ile durdurmalıyız dur/a/mayanları, durul/a/mayanları. Bozuk düzeni elimizle, dilimizle ve kalbimizle düzeltmek için durmak zorundayız…
Rabbim! Beni durdur.
Sadece beni değil dur/a/mayanları da durdur.
Beni durult!
Durulmayanları da durult.
Duru bir zihin ver.
Durula köpüklü esvabımı.
Duruşuma duruş kat.
Dura dura okut kâinat kitabını.
Her bir durakta nefesime nefes kat.
Düşmanıma, “karşı bir duruş” sergileme gücü ver.
Dostuma saygı duruşunu öğret.
Rabbim! Eziyet veren her bir engeli yoldan kaldırmak için beni durdur
Bir yetimin başını okşamak için beni durdur
Bir çiçeği koklamak için beni durdur
Uzun soluklu bir yürüyüşü sürdürebilmek için beni durdur.
Durmanın yürümeye dâhil olduğunu fısılda kulağıma.
Büyük duruşmadan duraksamadan çıkart beni felaha…
Harun Sönmez
Düşünen Şehir dergisi, Sayı: 13