Eylemlerinizle fikirlerinizin çatıştığı durumlarda kazanan kim oluyor?

Binlerce farklı teorisyenin yorumları, sınıflandırmaları ve anlama çabaları ışığında insan, o veya bu şekilde yaşadığı ikilemlerle, iniş çıkışlarıyla dinamik bir varlıktır. Bu hayat yolculuğunda nasıl bir ömür geçirdiğini sorgulamak, davranışlarının sorumluluğunu almak, kendi kimliğine yönelik belli bir farkındalığa sahip olmak da yine insana has olan kıymetli erdemlerdendir. Nasıl bir çevrede yaşadığımızı ya da insanlardan nasıl muameleler gördüğümüzü her zaman biz seçemesek de nasıl bir insan olmak istediğimize biz karar veririz. Hafize İhtiyar yazdı.

Eylemlerinizle fikirlerinizin çatıştığı durumlarda kazanan kim oluyor?

Hayatın akışı içinde kimi zaman kendinizi sıkışmış hissettiğiniz, içinizden geldiği gibi davranamadığınız, adeta zoraki bir kimliğe bürünerek yaşadığınızı düşündüğünüz anlar oldu mu? Bu durum, sosyal hayatı sürdürmenin olağan bir parçası gibi mi görülmeli, yoksa gerçek benliğinizle vedalaşmanın izleri olarak mı? Eylemlerinizle fikirlerinizin çatıştığı durumlarda kazanan kim oluyor? Bu sorulara, alışılmışın aksine bir kadın psikanalist olan Karen Horney’in yaklaşımı üzerinden cevap arayalım.

Hepimiz, insan olarak birbirinden farklı özellikler taşıyan, içinde bambaşka potansiyeller ve renkler barındıran bir tohum gibiyiz. Büyüyüp serpileceğimiz, özgürce dallanıp budaklanacağımız bir toprak, köklerimizi salacağımız bir yaşam alanı ararız. Kimimiz daha şanslı ve elverişli bir ortamda dallarını gökyüzünün erişebildiği noktaya dek uzatabiliyorken, kimimiz ise daha kısıtlı bir çevrede, verimsiz ve kurak yerlerde yaşamak için mücadele eder. Yine de şartlar ne olursa olsun, sahip olduğumuz o potansiyel güç, açığa çıkmak için en uygun anı bekler durur. Öte yandan, çeşitli engellerle içimizde hapsolan bu potansiyeller zamanla kişinin yaşadığı içsel çatışmaları arttırarak ruh sağlığını olumsuz şekilde etkilemeye başlar ve Horney’in tabiriyle nevroza yol açar.

Horney, nevrozu, kişinin çevresel baskılarla kendi gerçek özüne yabancılaşması olarak tanımlamıştır.[1] Kişinin gerçek özüyle kastedilen şey, mizaç, yetenek gibi sahip olduğumuz içsel potansiyellerdir. Bu açıdan psikoterapiyle birlikte bireyin kendisine temas etmesini sağlamak ve günlük yaşantısındaki spontanlığını kazanmasına yardımcı olmak amaçlanır. Peki, bu kendine yabancılaşma sürecinde aslında neler olmaktadır?

Nevrotik eğilimler

Hayallerimize giden yolda ilerlemeye çalışırken hepimizin en temel gereksinimlerimizden biri, kendini güvende hissetmektir. Bu güven arayışıyla birlikte atacağımız adımlarda ya da aldığımız kararlarda yaşanan kaygı, davranışlarımızın şekillenmesinde önemli rol oynar. Destekleyici bir çevrede olmak, kişinin kendini kabullenmesi ve özüyle barışık yaşaması yönünden olumlu bir etkiye sahipken, benzer şekilde tutucu, engelleyici ve baskıcı tutumlara maruz kalmak ise kendimizle kurduğumuz sağlıklı ilişkiyi sekteye uğratır. Bu insanlar kendilerini daha güvensiz, tedirgin hissederler ve dolayısıyla başkalarına kıyasla daha kaygılı ve nevrotik bir kişiliğe sahip olurlar. Sonrasında yaşanan kaygıdan kurtulmak için işlevsel olmayan baş etme yollarını kullanarak savunmacı bir strateji geliştirirler. Horney, nevrotiklerin sürekli bir biçimde kullandıkları savunmacı yaklaşımları neticesinde bir kısır döngüye sürüklendiklerini savunur. Bu sayede günlük yaşantılarındaki çatışmaların üstesinden gelmeye çalışırlar. Kısa süreli çözümler zamanla uzun vadeli sorunların oluşmasına zemin hazırlar.

“Neyi bastırdıysan göğsüne, göğünde soludukça büyüyen odur.”[2]

Nevrotik bireyler, kaygıyla baş etmek için çevrelerindeki güçlü insanlara sığınarak uysal olma (insanlara yönelen tip), başkaldırıp saldırganca davranma (insanlara karşı olan tip) ya da diğerlerini yaşamlarına dâhil etmeyerek soyutlanıp insanlardan kopuk olma (insanlardan uzaklaşma) şeklinde üç temel yola başvururlar. Bu tutumlar, nevrotik eğilimler olarak adlandırılır ve sık kullanıldıklarında bir süre sonra, kişinin kendi özüyle temasını engelleyen bir duvar oluşturup yabancılaşmaya yol açarlar.

Kimim ben?

Kendine yabancılaşan insan, tutunacak bir kimlik arayışı içindedir ve bu boşluğu, idealleştirilmiş bir benlik imgesi oluşturup ona sığınarak kapatmaya çalışır. Kişi, baş edememenin yarattığı o değersizlik ve yetersizlik duygularını ödünlemek için hayalinde sınırsız güçlerle donattığı, yüceltilen becerilere sahip bir benlik imajı kurgular. Bu ideal kimliğe ulaşmak için çeşitli yollar dener. Aslında hem kendini hem de çevresindekileri, hayal ettiği o kişi gibi olduğuna ikna etmeye çalışır. Gerçek benliğinin ihtiyaçlarını ve önceliklerini yok sayarak, aslında olmadığı biri gibi davranmaya başlar. Özünde olduğu esas benliği ile yapmak zorunda hissettikleri arasında sıkışıp kalmış biri ortaya çıkar. Bu durum, kaçınılmaz olarak kişinin kendisiyle sürekli bir savaş ve çatışma halinde olmasına yol açar. Böylece kendi eliyle kendine dayattığı “Zorunlulukların zulmü” içinde insan, mutlu olmak umuduyla boşa kürek çeker durur.

Yolda olmak, yolunu bulmak

Binlerce farklı teorisyenin yorumları, sınıflandırmaları ve anlama çabaları ışığında insan, o veya bu şekilde yaşadığı ikilemlerle, iniş çıkışlarıyla dinamik bir varlıktır. Bu hayat yolculuğunda nasıl bir ömür geçirdiğini sorgulamak, davranışlarının sorumluluğunu almak, kendi kimliğine yönelik belli bir farkındalığa sahip olmak da yine insana has olan kıymetli erdemlerdendir. Nasıl bir çevrede yaşadığımızı ya da insanlardan nasıl muameleler gördüğümüzü her zaman biz seçemesek de, nasıl bir insan olmak istediğimize biz karar veririz. Her etkinin doğuracağı tepkiyi biz seçebiliriz. Ne derece kullandığımız tartışmalı olsa da insan, özgür iradeye sahip bir varlıktır. Bu nedenle davranışlarımızın gerekçesini, dayanağımızı belirlememiz son derece kritiktir. Peki, bizim için ideal olanın, hayal ettiğimizin ya da ulaşmaya çalıştığımız hedefin mutlak doğru olup olmadığı belirleyen şey nedir? Zorunluluklar hep zulüm müdür?

Bana sorarsanız, bizler birer Müslüman olarak, eylemlerimizi bizi bizden daha iyi bilen sonsuz ilim sahibi Allah Teâlâ’nın emir ve yasakları ışığında tayin etmeyi şiar edinmeliyiz. İdeal olarak hedeflerimize ve örnek aldıklarımıza atfettiğimiz özelliklere yön veren popüler akımlar, kişisel zayıflıklarımızdan kaynaklanan, doyurulmayı bekleyen zaaflar değil de, Peygamberimiz (s.a.) olduğunda, şüphesiz bu zorunlulukların bir zulme değil rahmete ve kâmil insan olmaya yol açacağı aşikârdır. Çünkü biz inanıyoruz ki: “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”[3] ve bizim Peygamberimiz (s.a.) insanların en güzel ahlaklısı ve en idealidir.

Hafize İhtiyar

Sabahattin Zaim Üniversitesi- KLİNİK PSİKOLOJİ ANABİLİM DALI


[1] Kişilik Kuramları, Pegem Yay., 2015.

[2] İsmet Özel

[3] Ebu Davud, Libas, 4/4031

YORUM EKLE