İbrahim Elkoca

Tarihin kara sayfası: Hocalı’ya adalet!
Tarihin kara sayfası: Hocalı’ya adalet!
İçeriği Görüntüle

Her dönem, alimlerin zihinlerini meşgul eden önemli ve özgün sorunları beraberinde getirir. Bu sorunlar, sadece dönemin entelektüel yapısını şekillendirmez, aynı zamanda ilmi faaliyetlerin yönünü de tayin eder. Bu süreç, alimlerin sorunlara yaklaşımı, yöntem ve bakış açısı bakımından kendi içinde önemli farklılıkları barındırır. Sözgelimi 8. yüzyılda yaşamış çok yönlü Müslüman bir alim olan Cabir b. Hayyan, Resâil Cabir Bin Hayyan adlı eserinde, maddenin dönüşümü ele alırken, bu dönüşümün insanın ruhi tekamülü için bir ilham kaynağı oluşuna dikkat çeker. Bu yönüyle, Ortaçağ’da kaleme alınan kimi eserlerin, ruhun tekamül sürecini ve kişinin manevi dönüşümünü esas alışını, ilgiye mazhar bir mesele olarak değerlendirmek gerekir.

İlahi kudretin varlığını ve birliğini akli ilkeler üzerinden temellendirme gayreti, erken dönem alimlerinin hareket noktalarından birini oluşturur. Bu ise, dönemin teolojik bilinçle harmanlanmış tartışmalarını, daha dikkatli bir gözle okumayı gerektirir. Bu süreçte, doğa felsefesi tartışmaları incelendiğinde varlıkların cisim-cevher-araz kavramsal çerçevesi ışığında alemin nasıl meydana geldiğinin anlaşılmaya çalışıldığına tesadüf ederiz. Klasik dönem doğa felsefesi, doğayı yalnızca fiziksel bir nesne olarak değil, varlık, insan ve evren arasında kurulan bütüncül bir ilişki çerçevesinde değerlendirir. Kendi içinde bir düzene ve hikmete sahip olan tabiat, bu yönüyle insanın yaşadığı çevreyle uyumlu yaşamasına alan açan bir zemine  sahiptir.

Erken dönem klasik metinlerde tesadüf ettiğimiz hususlardan bir diğeri, ilahi kudretin varlık ve birliğini işaret etmek suretiyle, evrende süregelen hassas işleyişin nasıl okunacağı sorusudur. Daha da detaylandırmamız gerekirse, alemin başlangıcının olması, alemin belli bir düzen içinde işlemesi, cisimlerin sınırlılığı vb. hususlar, evrendeki düzen kadar, bu düzeni tesis eden yüce kudretin varlığını ve birliğini bilmeyi de gerektirir. Peki bu kudret, cisimlerin kendi yapılarında yer alan bir kuvvet midir; yoksa cisimlerin bu kuvvete sahip olmaları, onların kudretlerinden de öte, daha üst bir kuvvetin varlığını mı gerektirir? İşte tüm bu sorular, klasik doğa felsefesi tartışmalarında akli ilkelerin neden esas alındığını anlamamıza kapı araladığı gibi, hakikat arayıcısı konumundaki alimin bilgisel faaliyetlerle ilgilenme saiklerini de ortaya çıkarır. Bu durum, alimlerin evrendeki düzen ve işleyişe ilişkin alternatif teoriler geliştirme motivasyonlarını da besleyen bir husustur.

Klasik dönem tabiat felsefesinin tartışma konularının günümüz tartışmalarıyla irtibatlandırılması, bir gereklilik olduğu kadar kendi içinde de değerli bir edime karşılık gelir. Ancak daha önemlisi, erken dönem klasik dönem tartışmalarını entelektüel anlamda kendi içinde referans gösterecek bir konuma yükseltmektir. Çünkü bu aşamaya geçebilmek, bu birikimden layıkıyla yararlanmak için önemli bir aşamayı simgeler. Unutulmamalıdır ki, entelektüel üretimin itici gücü, zihinsel meşguliyeti olan âlimlerin mevcut bilgi birikimiyle meseleleri yeniden ele alabilme yetkinliğinde saklıdır.

Erken dönem tabiat tartışmalarını günümüzle irtibatlandırma fikri, yalnızca entelektüel bir merakla sınırlı kalmayıp, modern dönem bilimsel yaklaşımların sınırlılıklarının fark edilmesine de katkı sunacak özelliktedir. Dolayısıyla bu tür bir karşılaştırmalı okuma biçimi, bizi sadece geçmişin bilgisiyle tanıştırmakla kalmaz, aynı zamanda geçmişin düşünsel tecrübesini bugünün meselelerine çözüm ararken daha bütüncül teoriler geliştirmede de bir imkân olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan, erken dönem doğa felsefesi tartışmalarına, dönemin yüksek zihinlerini meşgul eden ontolojik, epistemolojik ve etik meseleleri dikkate alarak bütünlüklü bir şekilde yaklaşmak gerekir. Böyle bir yaklaşım, bir yönüyle hem güncele dair problemleri daha sağlam bir zeminde tartışılmasına, hem ihtiyaç duyduğumuz bir kazanım olan disiplinlerarası bir bakış açısı geliştirmeye hem de karşılaştığımız teorik açmazlara yönelik bir dizi imkan sunacaktır.

Sonuç olarak, günümüzde anlam krizine maruz kalan bireylerin doğayla ilişkilerini yeniden düşünmelerine alan açan klasik felsefi birikim, varlığı ontolojik bir temelde ele almak suretiyle insanı yaşadığı çevreye karşı daha duyarlı ve sorumlu kılmaktadır. Bu yönüyle klasik felsefe, insanın varoluşsal arayışına ışık tutan bir düşünce rehberi olmanın yanı sıra, bugün de değerini koruyan köklü bir entelektüel mirası temsil eder. Bu nedenle, geçmiş ile kuracağımız ilişki biçimi, onu olduğu gibi tekrarlamak yerine, geçmişin kavramsal özünü benimsemek suretiyle, bugünün düşüncesine anlamlı katkı sunacak yeniden inşa çabasına dayanmalıdır.