Toplumdan soyutlanmış bir grup kimsenin yüksek sesle Allah Teâlâ’yı zikrettiği yer neresidir diye sorulsa aklımıza gelen ilk cevap “Tekke” olur. Oysa tekkeler medeniyet tohumunun taşıyıcılarıdır, hayatı toplumun kılcallarına ulaştıran müstesna kurumlardır. Yani bir soyutlanma alanı değil, bizzat toplumun ruhu olan mekânlardır.
Künye
Tekke kelimesinin kökeni tam olarak bilinmesede “dayanacak yer” anlamına geldiği düşünülmektedir. Kelime, Osmanlı Türkçesi’nde “tekye” olarak telaffuz edilirken 15. yüzyılda yazılı metinlerde “tekke” hâliyle de kullanılmıştır. Arşiv belgelerinde “Tekye, Zaviye, Hanhâh ve Dergâh” kelimelerinin birbirleri yerine kullanıldığı da görülmektedir. Bunun sebebi bahsedilen kurumların toplumda kabaca aynı işlevi görmeleridir. Bu kurumları bir ağacın irili ufaklı dallarına benzetebiliriz. O ağacın can özü ise tasavvuftur.
Tekkelerin eğitim müfredatını oluşturan tasavvufî düşüncenin bir Müslümana öğretilebilmesi için o Müslümanın dinin temel kurallarını bilmesi şart koşulmuştur. Kur’an-ı Kerim ve sünnet bilinciyle yaşamayan bir şeyhin ilmi ise geçersiz görülmüştür. Bu noktada ilk dönem sufilerinden Ebu Muhammed Ceriri’nin tasavvufu nasıl tanımladığına bakmakta fayda vardır: “Tasavvuf her nevi güzel huyla bezenmek, bütün kötü huylardan arınmaktır.”
“Din güzel ahlaktır.” sözünü de hatırlayarak tekke-tasavvuf geleneğini Mescid-i Nebevi ve Ehl-i Suffe’ye dayandırmamız mümkündür. Pek çok tasavvuf ekolü ise şeyhler silsilesini Ebubekir’e dayandırmaktadır. Buna rağmen bildiğimiz manada tasavvufun Resulullah döneminde mevcut olmadığını kabul etmemiz gerekir. Ancak bu durum fıkıh, kelam gibi ilimler için de geçerlidir. Tasavvuf, İslâm’ın ruhu ise fıkıh da bedenidir, biri kalbî pratiğin/bâtının izindeyken öbürü teorinin/zâhirin peşindedir. Bu ilimler Resulullah’ın vefatından sonra ortaya çıkan maddî ve manevî boşluğun doldurulmasına hizmet etmişlerdir.
Alperen
Yıllar içinde Müslümanların sayısı artmıştır. İslâm devletinin hakim olduğu topraklar da genişlemiştir. İslâm dünyası coğrafî olarak genişlerken fikrî ve ilmî birikimi de bu topraklardaki kültürlerle harmanlanmıştır. İlk tekkenin bu zenginliğin hangi noktasında filizlendiği tartışmalıdır. Bazı kaynaklara göre ilk tekke 8. yüzyılda Filistin’de inşa edilmiştir.2 İlk tekkenin aynı yüzyılda Basra’nın Abadan bölgesinde kurulduğunu iddia edenler de mevcuttur. Bu ihtilaf tasavvufun maddeden ziyade manayla ilgilenen yapısıyla hoş bir uyum sergilemektedir.
10-11. yüzyıllara gelindiğinde tasavvuf düşüncesi daha sistematik bir hâl almıştır. 11. yüzyıl İslâm’ın çeşitli devletlerin bayrağı altında hükmünü icraa ettiği bir dönemdir. Bağdat’ta Abbasiler, doğuda Büyük Selçuklu, Mısır’da Fatımiler, Endülüs’te Emeviler hakimdir. İmam-ı Gazali, Ebu’l Hasan el-Harekani, Yusuf el-Hemedani gibi nice mutasavvıf da bu maddî ve manevî çeşitlilik çağında yaşamışlardır. Yine bu asırda tekkeler, Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarafından Anadolu’nun Türkleştirilmesi sürecinde İslâm’ın öncü birlikleri olarak görev yapmışlardır. Allah Teâlâ’ya kul olma bilinciyle yetiştirilen erenler, orduların ilk çarpışmalarından seneler evvel fethedilecek topraklara yerleşmişlerdir. İslâm’ı yaşayışlarıyla o toprakların insanlarına tanıtmış ve güzel ahlâklarıyla halkın gönüllerini fethetmişlerdir.
Tekkelerin gönül fethinin ne kadar isabetli bir siyaset olduğuna en güzel delil ise Fetret Devri’nde karşımıza çıkmıştır. Fetret Devri’ndeki iç karışıklıklardan dolayı Osmanlı, Anadolu’da toprak kaybederken Balkanlar, Osmanlı’ya bağlılıklarını sürdürmüştür.
Gönül fetihlerinin yanı sıra sıcak savaşa katılan erenler de olmuştur, onlar da “Alperen” olarak anılmışlardır. Alperenler hem savaşçılığı hem de dini bütün olup Allah’ın yarattığı hiçbir kula zulmetmemeyi öngörmüştür. Bu anlayış ile cihanı fethederken arkalarında büyük insanlık medeniyetleri kurmayı başarmışlardır. Böylece toplumdan uzaklaşmış pasif bireyler olmanın tersine İslâm şuurunun ve güzel ahlâkının yayılmasında öncü olmuşlardır. Bu hususun iki güzel örneği Okçular Tekkesi ve Yeniçeri Ocağı’dır. İsmiyle müsemma olan Okçular Tekkesi, okçular için gençlik ve spor tesisi görevini de görmüştür. Ocağ-ı Bektaşiyan ismiyle de anılan Yeniçeri Ocağı ise Bektaşî Tekke’sine doğrudan bağlıydı.
Tekkeköy
Tekkelerin öncü özelliğinin diğer bir örneği ise Tekkeköy, Yukarıtekke gibi isminde tekke kelimesini barındıran köylerdir. Bu isimler köyün tekkenin etrafında oluştuğuna işaret etmektedir. Tekkeler yerleştikleri bölgede, kullanımlarına atanan arazilerde tarım yaparak hem toprağı işlek tutmuş hem de bu sayede elde ettikleri gelirlerle tekkenin giderlerini karşılamışlardı. Bu giderler içinde tekkelerin kamu hizmeti addedebileceğimiz faaliyetleri de bulunurdu. Tekkeler bulundukları bölgede misafirhane olarak da görev görürlerdi. Hatta kimi tekkeler yolcuları ağırlamayı esas vazifeleri addederlerdi. Bunlara örnek olarak Tarsus’taki Türkistan zaviyelerini verebiliriz. Adı geçen zaviyelerin vakfiyelerinde Türkistan ve Asya’nın çeşitli bölgelerinden 84 şehrin ismi zikredilmiş ve buralardan gelen ziyaretçilerin zaviyeden faydalanmaları şart koşulmuştur.3 Bu durum tekkelerin sistematik bir sosyal yardım ağı meydana getirdiğini göstermektedir. Bu dayanışma sistemi, hastalıkları dolayısıyla toplumdan dışlanan bireyleri de unutmamıştır. Cüzzam hastalığından dolayı dış görünüşleri bozulan ve hastalığı taşıdıkları bariz hâle geldiği için toplumdan dışlanan bireylere Miskinler Tekkesi kapılarını açmıştır. Miskinler Tekkesi hem cüzzam hastalığının yayılmasını önlüyor hem de cüzzamlı bireylere insan onuruna yaraşır bir yaşam şansı sunuyordu.
Ahi Tekkesi
Tekke kültürünü birkaç satırda özetlemek mümkün olmasa da Ahi Teşkilatı’nın faaliyetleri tekkeler hakkında fikir verici niteliktedir. Ahi Teşkilatı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda, ilk gazalarda aktif rol almıştır. Osmanlı hükümranlığı esnasındaysa üyeleri olan esnaf ve zanaatkarlar, teşkilatın denetleyicisi olmuştur. Bir marangozun kendi dükkanını açacak ilmî yeterliliğe sahip olup olmadığına karar vermekten bir ayakkabıcının haksız yere fiyat yükseltip piyasada enflasyon oluşturmasını engellemeye kadar toplumun refahını korumak için çeşitli uygulamalarda bulunmuştur. Tekkelerin kolay yoldan para kazanma hırsı, kendini diğer insanlardan üstün görme sanrısı gibi manevî hastalıklara İslâm’ın güzel ahlâk ilkeleriyle tedavi sağlaması Ahi Teşkilatı’nın başarısının sırrıdır.
Yitik miras
Tekkeler, İslâm’ın anlaşılması ve toplumsal hayatta uygulanmasında kilit kurumlardı. Halktan doğmuş ve ne olursa olsun yüzünü halka dönmüşlerdi. Bu yüzden medreselere nazaran daha çok Müslümana ulaşmış ve toplumsal hayatta daha aktif rol almışlardı. Yaşamın zorluklarından bunalan ahaliye psikolojik destek verdikleri de söylenebilir. Ancak Osmanlı’nın son dönemlerine gelindiğinde tekkelerin halk gözündeki yerini suistimal eden davranışlar sebebiyle tekkeler zihinlerde kötü intibalar bırakmaya başladı. Dönemin şartları da göz önüne alınarak 30 Kasım 1925’te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması için kanun çıkarıldı. Bu kanun hâlâ yürürlüktedir. Ancak günümüzde de yüzyıllar süren tekke geleneğinden gelen tarikatlar mevcuttur ve çeşitli vakıflar aracılığıyla eğitim/yardım faaliyetlerini yürütmektedirler. Buna rağmen bugün tekkenin yerini tek başına doldurabilen herhangi bir kurum yoktur.
Zehra Nur Kılıç
Kaynakça:
1 İhya, 3/50
2 Hâce Abdullah-ı Herevî’nin Tabakatu’s-Sufiyye’sine ve Abdurrahman-ı Cami’nin Nefehatu’l-Uns
3 Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Nisan, 2019