İslâm düşüncesinde hüzün

"İslâm düşüncesinin maddî kayıplar konusundaki yaklaşımında, niyet ve rızık kavramları önem arz eder. Ehl-i Sünnet düşüncesine göre kişinin bu dünyadaki sahip olduğu her bir nimet onun rızkıdır, değiştirilemez ve ne olursa olsun kişinin rızkı onu bulacaktır." Hüma Dergisi'nden Merve Altıntaş yazdı.

İslâm düşüncesinde hüzün

Dertli ne ağlayıp gezersin burada/Ağlatırsa Mevlam yine güldürür/

Nice dertli kondu göçtü burada/Ağlatırsa Mevlam yine güldürür

Yunus Emre

İnsan, âna hapsolmuş bir varlıktır. Çünkü insanın kendilik idraki ândan bağımsız düşünülemez. Âna bağımlı olan insanın ise o ânın getirisi olarak bir duygu durumu olmak zorundadır. Mutlu, huzurlu, yeis hâlinde, acıkmış, şaşkın, mutsuz veya hüzünlü gibi. Açıkçası zaman da hissedilen bir şeydir. Aslında insan olmak biraz da “hissetme” meselesidir.

İnsanın nefes aldığı ilk andan itibaren varlığının özü olan kendilik bilinci oluşur. Bu kendilik bilinci saf bir bilmeden ibaret olmasa gerektir. Çünkü insan varlığını bilmekten ziyade hisseder. Bir başka ifadeyle bu bilme eylemine iştirak eden asıl unsur, hislerdir. En son yaşadığın sevinç anını tahayyül et. O an iliklerine dek hissettiğin, varoluşuna iştirak eden yegâne şey mutluluktur. Bu açıdan hisler bir orkestraya benzetildiğinde zihnin bilme/düşünme faaliyeti, solist rolündeki kişi olarak düşünülebilir. Şarkıyı şarkı yapan asıl, solistin söylemesidir fakat orkestradaki her bir enstrümanın birbiriyle uyumu şarkıyı daha asıl şarkı yapan şeydir belki.

Hislerimiz bu kadar hayatımızın içindeyken ve bu kadar “biz”ken onların ne kadar farkında olduğumuz da ayrı bir tartışma konusunu teşkil etmekte. Hislerimizle o kadar iç içeyiz ki çoğu zaman onların farkına varamıyoruz. Buna rağmen yine de psikolojide hislerimiz olumlu ve olumsuz hisler olmak üzere ikiye ayrılır. Olumlu hisler bizim daha iyi hissetmemizi sağlayan duygular olarak tanımlanabilir. Örneği ise sevinç, hoşnutluk, huzur, ümit, memnuniyet, minnettarlık gibi duygulardır. Olumsuz hisler ise mutsuzluk, keder, mahcubiyet, mağduriyet, hayal kırıklığı gibi kişinin iç huzurunu olumsuz yönde etkileyen duygu durumlarıdır. İnsan olumsuz duygu durumlarından kaçınmak ister fakat bu hayatının her anında mümkün değildir. Bu noktada aklımıza şu soru gelir; olumsuz addettiğimiz hisler gerçekten kötü müdür? Kişi yaşamında sık sık olumsuz duygulara maruz kalır. Olumsuz duygular hissetmek kişiyi salt olarak kötü mü etkiler, diğer bir deyişle olumsuz duygulardan kişinin kaçınması mı gerekir? Gelin bu sorunun cevabını hep beraber olumsuz bir duygu durumu örnekleminde İsâmî ilimler literatürünün konuya yaklaşımında tarayalım.

Hüzün, en genel anlamda kişinin maddî veya manevî kaybı karşısında hissettiği üzüntü olarak tanımlanır. Bu tanımı daha ayrıntılı inceleyecek olursak tanımın mahalli olan insan, olan ve eyleyen bir varlıktır. Böylece ya bir şey olduğu/olmadığı ya da bir şey yaptığı/yapmadığı için kaybettiğini kabul eder. Kayıp denilen unsur ise maddî veya manevî olabilir. Kişi, manevî kayıpları karşısında doğal olarak üzüntü duyar. Peygamberimiz de sevdiklerini kaybetmek suretiyle manevî kayıplar yaşamış ve hüzünlenmiştir. Oğlunu kaybettiğinde gözyaşı dökmüş, ağladığını gören sahabeye “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten gerçekten üzgünüz.”1 demiştir. Bu örnekte dikkat çekilmesi gereken durum Peygamberimizin hüznünün de ağlamasının da diğer tüm duygularının tezahürü gibi vakarlı ve mutedil oluşudur. Buna ek olarak Hatice’yi (Radıyallahu Anha) ve amcası Ebu Talip’i kaybettiği sene de “hüzün senesi” olarak adlandırılmıştır.

Manevî kaybın bir diğer türü de kişinin Allah’ın emrine karşı gelmek suretiyle günaha düşmesi ve O’nunla arasındaki rahmet bağını kaybetmesi anlamındaki kayıptır. İnsanın tek dönüş yeri Rabbi olması sebebiyle bu kayıp en büyük kayıp addedilmiş ve hüznün en tasvip edildiği nokta ise burası olmuştur.

Rızkın gelir, seni bulur

İslâm düşüncesinin maddî kayıplar konusundaki yaklaşımında, niyet ve rızık kavramları önem arz eder. Ehl-i Sünnet düşüncesine göre kişinin bu dünyadaki sahip olduğu her bir nimet onun rızkıdır, değiştirilemez ve ne olursa olsun kişinin rızkı onu bulacaktır. Eğer bir şey kişinin rızkı değilse kişi ne yaparsa yapsın o şeye sahip olamayacaktır. Bu duruma göre kişinin kazandığı şeyi elde tutma çabası veya sahip olmadığı şeyler için üzülmesi oldukça yersizdir. Kişi daima rızkını arayıp nimetler için Allah’a şükretmeli ve elinden çıkan maddî şeyler için hüzünlenmeyi bırakmalıdır.

İslâmî ilimler literatürü incelendiğinde ise hüznün iki ayrı disiplinde inceleme konusu olarak yer aldığı görülür; ahlâk ve tasavvuf. Ahlâk literatürü İslâm felsefesinin bir alt branşıdır. İlk İslâm filozofu kabul edilen Kindî hüznün nasıl defedileceği konusunda müstakil bir risale kaleme almış; hüzün konusuna yaklaşım, İslâm felsefesi cihetinden bu ana kaynak üzerinden şekillenmiştir. Kindî’nin yaklaşımına göre insan oluş ve bozuluş dünyasındaki maddî kayıplara dair hüzünlenmemelidir. Zira dünyada oluş ve bozuluştan kurtulmak mümkün değildir ve maddî unsurlara da sonsuza kadar sahip olmak imkânsızdır. Kişi felsefe yapmak suretiyle değişmeyen erdemlere sahip olup saadetini ahlâkı ile elde etmelidir. Kısmen stoacı yaklaşımlardan etkilenen bu görüş İslâm felsefesinde kabul görüp geliştirilmiştir.

Mevzubahis tasavvuf olduğunda ise İslâm düşüncesinin hüzne yaklaşımı kemal noktasına ulaşır. Tasavvufa göre kişinin hüznü de mutluluğu da Allah’ın onda sabit kıldığı şeylerdir. Kişi mutluluğunda da hüznünde de O’nu anmalı, O’na yönelmelidir. Kişi iki duygunun da Allah’tan olduğunu hakkıyla idrak ettiğinde işte o noktada hüznüyle mutluluğu eşitlenir çünkü bu duygu durumu O’nun Allah ile arasındaki bir iletişim aracına dönüşür. Rabbi onu hatırlamış ve o aracı hüzün de olsa mutluluk da olsa kendisine çekmiştir. Böylece hüzün ve saadet aslında Hakk’tan gelmesi açısından eşitlenmiş olur. Bu eşitlikten ziyade hüznün tasavvufta mutluluktan daha önemli bir yeri vardır.

Hüzün, kişinin kalbinin uyanık kalmasına vesile olur. Hüzünlü olan kimse içindeki huzursuzluk sebebiyle Allah’la olan ilişkisinde daima teyakkuz hâlinde olur. Bu da kişinin Allah’la olan ilişkisi için daha geliştiricidir. Ayrıca hüznün kaynaklık ettiği ümitsizlik hâlini tasavvuf, kişi için bir özgürlük aracı olarak kabul eder. İbn Ataullah İskenderî, Hikem’inde bunu “Ümitli olduğun her şeyin kölesi, ümit kestiğin her şeyden azade ve hürsün.” hikmetiyle ifade eder.

Tasavvufta kişilerin hüzne verdikleri tepkiler de farklılık arz eder. Mübtedîler için hüzün normal seviyede olur. Sâliklerin ise ilmi ve irfanı genişledikçe hüznü artar çünkü kişi manevî mesafe kat ettiğinde kendi aczini ve hakkın kudretini temaşa etmektedir. Müntehî olan kimseler ise rıza makamına ermiş kimselerdir. Onlar için ne bir hüzünlenme ne de bir mutsuzluk söz konusudur. Gelen her bir hâlin Hakk’tan olduğunun farkına vararak olanı olduğu hâl üzere kabul ederler. Bu hâl kişinin hüznünün asıl saadeti olduğu hâldir. Kişi gelen tüm duygu durumlarını Hakk’tan bir mesaj olarak kabul eder. Bu noktada hüzün, kalbi diri kılması sebebiyle mutluluk dediğimiz duygudan öne geçirilir. Kişi hüzünden ve mutsuzluktan kaçamayacağı için asıl saadeti de bu hüznünde aranmalıdır.

Merve Altıntaş

YORUM EKLE