Ankara’da Kurtuba! Kızılay’ın ortasında. Kurtarılmış bir mekân.
Ankara’nın kışın ayazı, yazın sıcak geceleri karanlıklar içinde bir ışık beklemekten yorgun argın eve dönerken Kurtuba’ya da uğrar. “Orda kimse var mı”, “ne olacak bu memleketin hali” sorularına gelecek bir cevaptan medet umanların uğrak yeri.
Ankara’da yaşayan milyonların arasından, sonsuzluğa akan bir boşluktan sıyrılmaya çalışanların mekânı. Kurtuba’ya bir tünelden geçerek sığınanlar, zamanın ötesinden sınırlı bir özgürlük ortamına girerler.
Büyük şehrin çalılıklarından, dikenlerinden, çukurlarından yaralandıkları halde Kurtuba’ya ulaşanlar, sözün ilkyardımı’na kavuşurlar. Kurtuba sakini; çevresindeki kaos toprağından emin bir beldeye ulaşmış gibi ansızın ferahlar; tanıdık birini aramanın telaşlı bakışıyla çevreyi kolaçan etmeye başlar.
Üç nesil bir arada Kurtuba’da
Temizliğe, temiz olmayana, nezih ve necise bulaşan herkese; sarhoş eden bir koridordan geçip gelen gençlere, genç olmayanlara, ölümlülere ve ölümlü olmayan her şeye bir sığınak Kurtuba. Birbirine eklenmiş sarmaşıkların masa ve sandalyelere yerleşmiş hali; kötüye kullanılan hayatı yenisiyle değiştirmeye, bir şans daha yakalamaya hazırlar sanki. Kendini aşmak için, kendi kendisinin üzerine yükselebilmek için üç katlı Kurtuba’dan yer beğenmeye çalışırlar. Sigara içenler için dış avlu, kitap ve sohbetle haşır neşir olmak için giriş kat, gözlerden ırak bir muhabbet alışverişi için üst kat ve sohbet toplantıları için alt kat. Kurtuba’nın her katına sözün ve düşüncenin, sevginin ve düşmanlığın, iyinin ve kötünün asılı kaldığını; bu kadar eylemi, öznelliğin terazisinde yargılamak için her şeyin hazır olduğunu görür, siz de karışırsınız aralarına.
Rasim Özdenören, steril bir gençlik kuşatması altında korunmuş bir alana geçip gözden kaybolur. Mehmet Ragıp Karcı, Farisî heveslisi gençlerin ortasında kürdili hicazkâr gazeller okur. Bayram Bilge Tokel, yeninde sakladığı sazı ile damlar. Necmettin Turinay, milli mücadele odaklı yazılarını dinleyicilerine sunarak son şeklini vermek üzeredir. Şükrü Karaca’yı, hâlâ burada “anestü nâra”nın ateşi içinde görürüz. Kemal Kelleci, Saatçi Musa, hatıraların salıncağına binecek hevesli aramaktadır. Celil Güngör, Mustafa Şahin “darbeler raporu”nu okumadan fikir beyan edenlerin mavalını dinler. Üç nesil bir arada, aynı teknenin içinde ilerlemese de sözün dalgaları ile yalpalanıp bir ivme kazanma muradındadır.
Kadim Bilgelik Sofrasından zamanımıza ne kalmışsa…
Çevrenin kötücül seslerinden, bedenlenmiş zaaflardan ve üzüm suyunda teselli arayanların donuk hüznüne şahit olmaktan kurtarılmış bir mekândır Kurtuba. Birbirine değmeden aynı nehirde, sözün gürültülü sularında yıkanıp duranları görürsünüz. Türküleri içkilerine meze yapanlar ile türkülerin bağlamından kopmuş yüreklerin çarpıntısı birbirine karışır. Zamandan koparılmış, silinmiş bir hafızadan geriye ne kalmışsa masalarda servis edilip durmaktadır. Kadim Bilgelik Sofrasından zamanımıza ne kalmışsa, Ankara’nın ve kaderin pençesinden kurtarılmış ne varsa birbirine ikram edip duranların mekânıdır.
Düşüncenin nehrine herkes dağarcığındaki suları, bardakla, maşrapayla, kovayla, tankerle boşaltıp bir akış oluşturmak ister. Akmayan nehir, kirlenir. Zamanla tükenir. Müktesebatında olanı bu nehre boşaltanların çabası takdire şayandır. Kuşatılmış nehrin, pınarlardan beslenemeyince insanların mayasındaki ilk çamurun her yana sıçradığı bir alanda; üflenen nefesin oluşturduğu küçücük bir habbeye dönüşüne şahit oluruz. Habbe bu; durduğu yerde durmaz; sürekli genişleme azminde, kubbe olmaya niyetlenip genleşir.
Sözün yayı çekildikçe çekilmekte, Türkiye’nin yörüngesi genişlesin diye hançereler avaz avazdır. Ne eteklerinde bir mera, ne çiçekler ne de su şırıltısı olmayan çıplak bir dağın yamaçlarına yapışmış bir çadır gibi rüzgârda dalgalanıp durur. Zorlanıp yırtılması an meselesidir. Sanki seslerle yapıştırılmış dış cephe; yırtılması durdurulabilirmiş gibi habire sözün gücüyle kat kat sıvanmaktadır.
Bilgiden ve hiçlikten gelen korkuların karışımını insan en çok burada hisseder
Herkesin zorla doldurulduğu hayat gölünün derinliklerinden çıkıp gelenler, ciğerlerinin havasızlığına geçici çözümler aramak, havasız kalıp ölmemek için sudan çıkan balık gibi sürekli ağız açıp nefeslenmektedir. Göle dalan kim varsa, yüzeye çıktığı Kurtuba’da yeni bir nefes almaya çabalar haldedir.
Özgürlüğün peşinde koşmaktan eve gitmeyi unutmuş, oyuna dalıp zamanın geçtiğinin farkında olmayan çocuklar gibidir ahali. Annelerden azarlanmak korkusu çeken bu çocukların, acele içinde, hep birlikte konuştuğundandır ki ortada bir vaveyla vardır. Yaygara da denebilir ama kelimelerin ağırlığı, fikirlerin inceliği ve gözlerin masumiyeti burayı zamanın karanlığı içinde bir kandile çevirir.
Hiçliğin uçurumlarına yuvarlanmamak için bulabildiği son dala tutunmuş olanların; ölümle hayat arasında, korkuyla ümit arasında, susmakla konuşmak arasında, gitmekle kalmak arasında bir tereddütün romanını yazmakla meşgul olduklarını görürüz. Havaya asılmış aforizmalar, görkemli fotoğrafları ile duvara yapışmış ünlüler, susuzluktan çeşme aradığı halde hâlâ bir bardak suya ulaşamamış olanlar bir arada… Hasılı bir gerilim ortama egemendir.
Çevreyi kuşatan sarhoş efelenmeleri, iktidar onanması, muhalefet itirazı, gençlik atakları, ihtiyarlık mırıldanmaları arasında, herkesin hayat tarzının koyun koyuna dizildiği bu mekânlar; insanlara acı çektirmenin ve ümit vermenin, sevinç aşılamanın, ümitsizliğe düşürmenin bin bir yolu olduğunu anlatır durur. Karmakarışık konuşmaların heyecan ve hüznünden, düşüncenin buharı tüten tazeliğini, burunları kıran bayatlığını, bilgiden ve hiçlikten gelen korkuların karışımını insan en çok burada hisseder.
Son kale gibi Kurtuba, sığınanlara bir kapı açmaktadır
Çılgınca koşuşturan şiirlerin, ağır-aksak yürümeye çalışan düşüncelerin, küçücük bir mekanı bir şehre, ülkeye, yeryüzüne, evrene genişletmek için hep birlikte asıldığı yayın kopup kopmayacağına, harcanan nefeslerin bu işe yetip yetmeyeceğine bahse bile girebilirsiniz. Sanki Everest’e tırmanma yarışı başlamış; en dayanıklı olan zafere ulaşacak ve bize müjdeli bir haber getirecek zirveden. Herkes o kadar yoğunlaşmış, söze abandıkça abanmış bir halde yan yanadır.
Bilginin ve düşüncenin kelimeleri, sokağın cehennem kazanına serpilen baharat gibi yüzeyde salınırken, çamurun vahşetinden ruhun rahmetine bir koşuya dönüşmek üzeredir. Sesler insanı avlamak ve acı çektirmek için sadaklardaki son oklar gibi gerilen yaylarla fırlatılmakta, son kale gibi Kurtuba, sığınanlara bir kapı açmaktadır. Okların yoğunluğu Kurtuba’yı şemsiye gibi sarar. Sakinleri arasında, yağan oklara, şiddetli yağmura rağmen ıslanmadan ve yaralanıp berelenmeden evine dönenler bile görülmüştür.
Kafa kafaya vermiş insanlarla süslenen masalar, farklı renklerde ışıklarla hâlelenmiş gibidir. Bir tek çiçek bulunmayan Kurtuba’da, düşüncenin tohumları o kadar çok ekilir ki, yem bolluğundan acıkmaya bile imkân bulamayan Yeni Cami güvercinlerine dönersiniz. Tarlanın yüzölçümünden büyük harmanı, ambarlara sığmayan hasadı vardır. Bu bolluğa alışanlar başka her yerde fikrin açlığına düçar olur, muhabbetin kerbelâsına düşer, konuşma özleminden kavrulur, terkedilmiş ruh haline bürünür.
Her şey tarih olur; hatıralar hariç…
Arada ikram edilen çaylar da olmasa, dudaklar ve sabır taşı çatlayacak, susuzluğa çare diye çeşme arayanlar kaybolacak, ortalık gerilimden mayınlı bir araziye dönüşecektir. Neyse ki raflarda kitaplar bıyıkaltı bir gülümseme ve ince bir alayla bakışmakta, kendisine uzanacak el aramaktan çaresiz bir derviş gibi kımıldamadan durmaktadır.
Masalardaki adisyonların çizikleri arttıkça hesabı kimin ödeyeceği tahminleri ortama esrarengiz bir soru salar, metafizik gerilim son hadde varır dayanır. En sonunda cinayeti işleyen cenazeyi de kaldırmak zorunda kalır. Cenaze namazı farz-ı kifayedir ne de olsa. Herkesin iştiraki gerekmez.
İç dünyalardaki sesler, dış dünyanın gürültüsünü bastırır. Işıklar dayanılmaz bir parlaklığa ulaşır, saatlere bakan gözler faltaşı gibi açılır ve sıradan hayatlara geç kalanlar acele bir telaş içinde mutlu yuvalarına aldatıcı bir güven ve maraton koşusunu andıran bir çeviklikle fırlayıp giderler.
Kurtuba, eski ihtişamlı günlerin özlemiyle ufuklara bakar durur. Bu kadar gelenler arasından Ahmet Yesevî, İbn-i Rüşd, İbn-i Arabî aramaktan başı döner. Bulamasa da adları geçen bilgelerin resmi geçidine şahit olur. Hiç kimseyi reddetmez. Her gelen kendince bir yer bulur. Çevresini saranlar manevi bir açlıktan olmasa da meraktan dinleyici olmak üzeredir.
Kurtuba, sabahın ilk ışıklarında çıktığı yollardan; İspanya’dan, Mağrip, Tunus, Kahire, Şam ve Bağdat’tan, Horasan, Tebriz ve Moskova’dan, Washington, Londra ve Berlin’den yorgun argın Ankara şehrine, Kızılay semtine geri döner. Bugün de kayıp bir gün diye sızlanmaz ama gaip imam aramaktan ve çevreye yayılan anasondan sarhoş olmuştur.
Derken ezan okunur.
ve ışıklar söner; “hangi günü gördün akşam olmamış” diye bir türkü mırıldanır; takvimden bir yaprak eksilir.
Endülüs'ten kalan: La Galibe İllallah...
Her şey tarih olur; hatıralar hariç.
La mevcude illallah.
Mustafa Everdi yazdı
Kızılay'dan kaçış için girdiğimiz bu mekanda maalesef bazen pop, bazen arabesk müzikler kafamızı patlatıyor. Bazen tv de açık olan number one tv göze çarpıyor. Garsonların umursamazlığı ve genel müşteri kitlesinin yaşantısından uzak insanlar olmaları burayı alalade bir yer haline getiriyor