Bosna’da attığımız ilk adım dağlara olmuştu, gökteymişiz hissi veren dağlara. Uçsuz bucaksız Nezuk’ta başı sonu belli olmayan kaç yokuş çıkılmıştı, o yokuşlarda ne kadar gözyaşı dökülmüştü, birbirinin dilini bile bilmeyen kaç insan birbirine yardımcı olmuştu, kaç kapı ardına kadar açılmıştı dünyanın öbür ucundan gelmiş insanlara sorgusuz sualsiz ve kaç “ah” yükselmişti Srebrenitsa katliamı için. Marş Mira ile başlayan yolculuğumuz Potoçari’deki binlerce mezarlığın orada son bulunca Bosna’da artık benim için görülebilecek bir yer olmadığı kanaatine varmıştım. “Beni artık ne sıkıntı ne rahatlık haylamaz” denen o yerde olduğumu düşünmüştüm. İddiamızdan vurulmak bizim en güzel zaafımız. İnsan aczini anlıyor, her an diri bir ibretle yaşıyor böylece. Barış Yürüşü’nde geçen o günlerden sonra gezmek, tarihi güzellikleri keşfetmek yoktu gözümüzde. Bir hedefimiz yokken dünyanın bir ucunda, bir zikre davet edilmiştik ve İstanbul’da bir yerden bir yere gidecekmiş gibi bir rahatlıkla kabul etmiştik bu daveti. Akşamı beklerken, hüznümüzü dağıtmayı başaramayan bize bir ses bir nefes verilmişti Gazi Hüsrev Bey Türbesi’nde: Asım Gültekin ve Güray Süngü. Asım Hocam, mekanı cennet olsun, hemen tanımıştı bizi. Dergicilikle uğraşan arkadaşlarla arşiv gezisi yapacakları esnada karşılaşınca bizi de belgesel[1] gösterimine davet etmişti. Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi’nde Hamza Laviç Bey bize savaş zamanında yazma ve nadir eserleri nasıl şartlarda koruduklarını anlattıkça bir parça da olsa dağılan hüznümüz yeniden yerleşmişti yüreğimize. İnsanın nasibi yanı başında yürüyor işte. Bosna’da o telaşenin içinde bile bize kitap ve dergi hediye etmişti Asım Hoca. Kütüphanelerimiz konusunda taşıdığı hüznü, Muhammediye okuma önerisini, dergilere olan sevgisini anlatmıştı yine. Biz de kendisini akşam olacak olan zikre davet edip ayrılmıştık yanlarından.
Zikir için gideceğimiz tekke Başçarşı’nın en uzun caddesi olan Sarači’deydi. Arapça “serc” kelimesinde türeyen “saraç”, at takımları, eyer ve koşum yapan veya satan kimselere verilen isimdir. Katılacağımız zikir de yine bu isimden türeyen sıfatla anılan Saraç İsmail Camii’nde yer alan Nakşî tekkesindeydi. “Sarač Ismailova Džamija” olarak bilinen cami de bir yokuşun sonundaydı ki aramazsanız denk düşeceğiniz bir yerde değil. O yüzden denk gelmeyi beklemeyin, Bosna’ya gelip de burayı görmeden gitmeyin. Caminin o küçük kapısından girince içeride Meytaş Nakşbendî Tekkesi ve Eşref Kovaçeviç Mektebi bulunuyor. Cami, Balkanların en eski camii olarak biliniyor. Mevcut kaynaklara göre caminin 1515'ten önce, büyük olasılıkla 1495 ile 1505 yılları arasında inşa edildiği söyleniyor. Bu dönemlerde caminin haziresinde böyle bir tekke olduğuna dair bir bilgi bulunmuyor. Bu konuda Samir Vildiç’in Bosna Hersek’te Nakşbendî Tarikatı başlıklı doktora tezinde 1994/1995 yıllarında Halid Hacımuliç’in inisiyatifiyle caminin avlusunda tekkenin yeniden inşa edildiği bilgisi yer alıyor.
Meytaş Nakşbendî Tekkesi, Saraybosna'daki dervişlerin en büyük toplanma yeri olarak bilinmektedir. Halil Brzina da tekkenin şeyhidir. “Kolordu komutanı olarak emekli olduktan sonra Saraç İsmail Camii yanında tesis ettiği tekkenin postnişinliği vazifesini yürütmüştür.”[2] İstanbul’a döndükten sonra Halil Brzina’nın Bosna ordusunun komutanı olduğunu ve İgman Dağı’nı savunduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Seyahate çıkmadan önce Balkanlarla ilgili epey bir kitap okumuştum ancak Halil Brzina adına rastlamamıştım. İgman Dağı’nı ise merhum Âkif Emre’den öğrenmiştim. Çizgisiz Defter kitabında: “Balkan tekkelerinde yaşadığım en çarpıcı olan deneyim ise İgman Dağı’nın zirvelerinde, ormanın derinliklerindeki bir yaz gecesi yapılan zikirdi… İgman Dağı’nda verilen savaşın en şiddetli olduğu bölgede kurulan cami ve tekke; gariplik duygusunu, hakikatin yalnızlığını o kadar sarsıcı biçimde hissettiriyor ki…” diyerek bir dağı hafızalara kazımıştı Âkif Emre. Bosna’nın başka dağlarını aşıp da yokuşlar bitti artık dediğimiz yerde yeni bir yokuşu çıkıp, o yokuşun sonunda da İgman Dağı’nın komutanı ile zikir yapacağımızı tahmin edemezdik.
Yokuşu hesap edemediğimiz için biraz gecikmiş, yer olmadığı için beylerin en arka safında diğer hanımlara eşlik ederek katılmıştık zikre. Zikir bittikten sonra her sene Bosna şehitlerini anmak için okunan Mevlid-i Şerif, Türkçe ve Boşnakça olarak okunmuştu. Türkçe duyunca birbirimize bakıp şaşırmıştık ama dualara amin dedikçe İslâm’ın öngördüğü hayat tarzını eksiksiz olarak yaşayan insanların aynı dili konuşmamalarının bir önemi olmadığını bir kez daha anlamıştık.
Küçücük bir camiydi Saraç İsmail. Allah, Muhammed, Ali, Ömer, Ebubekir, Osman, Hasan, Hüseyin yazılı hatlar süslüyordu duvarlarını. Kapılar, camlar, hutbe, minber ahşaptan yapılmıştı. Zikre katılan ve tekkede devamlı öğrenci olduğunu sonradan öğrendiğimiz gençler gelenekleri üzere Osmanlı fesi takıyorlardı. Dervişler ise yeşil sarık sarmışlardı. Bazı dervişlerin yeleklerinde Srebrenitsa Çiçeği[3] takılıydı. Biz de göğsümüzden çıkarmaya kıyamamıştık çiçeklerimizi. Göğsünde çiçek takan bir biz değildik. Caminin bahçesinde de rengarenk çiçekler ve üstü açık küçük taş bir şadırvan vardı. Cami avlusunda bir tarafta beyler diğer tarafta hanımlar zikir sonrası kendi aralarında sohbet ediyor bir yandan da sigara içiyorlardı. Gündüz Başçarşı’da geçirdiğimiz vakitte bile sigara yasağı olmayışına ve kültürel olarak kadın erkek herkesin sigara tükettiğine o kadar şaşırmıştık ki daha şaşıramayız derken yine iddiamızdan vurulmuştuk. Balkan gezimiz boyunca en unutamadığım şey bu görüntü olmuştur.
Cami içinde yer alan Eşref Kovaçeviç Mektebi’ne ismini veren Eşref Bey ise savaş öncesinde Bosna’nın bilinen en meşhur hattatlarından. Gazi Hüsrev Bey Medresesi’nde İslam Hat Sanatı Profesörü olarak çalışmış. Savaş esnasında yazdığı Mushaf-ı Şerif, vefatından sonra onun anısına IRSICA tarafından bastırılmış.[4] Mevlid-i Şerif’i büyük bir titizlikle Boşnakçaya çeviren Eşref Kovaçeviç’in mezarlığı da Saraç İsmail Camii hareminde bulunmaktadır. Caminin iç kısmındaki hatları yazan ve boyama işlerini yapan ünlü hattat ve ressam Prof. Dr. Hazim Numanagiç de Eşref Kovaçeviç’in öğrencisidir.
Cami duvarının dışında da 1995 tarihli Niksiç Mirsad adına bir çeşme bulunmakta ancak vakıf mülkiyetine dair üzerinde herhangi bir bilgi bulunmamakta.
Bosna’da gördüğümüz bütün çeşmelerden su içmiştik ki bir daha gitmek nasip olsun. Bir daha gitmek nasip olur mu, çıkılan yokuşların sonu her zaman böyle güzel yerlere varır mı bilinmez ama istikamet iyilik oldukça hayır da bizimle olur diye umut ediyoruz. Tıpkı Umut Tüneli’nin ucunun İgman Dağı’na vardığı gibi…
Büşra Yıldırım
Dipnot:
[1] Ljubav prema knjigama: Priča o Sarajevu
[2] Sema Özkul, “Tekkeler Şehri Saraybosna’da Nakşbendî İzleri”, Keşkül, Sayı: 20, 2011 Güz, s. 115.
[3] Srebrenitsa çiçeğinin beyaz rengi masumiyeti, yeşil rengi umudu ve İslamiyet’i, 11 yaprağı da 11 Temmuz 1995 katliam gününü sembolize etmektedir.
[4] Balkanlar'da İslâm Medeniyeti : Uluslararası üçüncü sempozyum tebliğleri, Bükreş, Romanya, 1-5 Kasım 2006, Balkanlarda Hat Sanatı, Hilal Kazan, 2011, s. 515.