İstanbul’la bir şekilde ünsiyet kuranların yolu mutlaka Süheyl Ünver ismiyle kesişmiştir. İstanbul’un neredeyse son yüzyılını iğne ile kuyu kazarcasına, notlarla, fotoğraflar ve çizimlerle kayıt altına alan bu isim, yaşadığı dönemler olan 1898-1986 yıllarına dair çok önemli notlar ve defterler bırakmıştır. Sayısı kimisi için “yok canım” dedirtecek sayıda ve evsaftadır. Şu an sadece Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan (çünkü kızı Gülbün Mesara Hanım'da da özel arşiv olduğunu biliyoruz) Süheyl Bey’in kayıtlı defter sayısı 1116’dır. Ayrıca 453 adet dosya mevcuttur.

Bunların kaç tanesi yayınlandı derseniz, üzülsek mi sevinsek mi kabilinden komik rakamlarla karşılaşabiliriz. Adı Karacaahmetnâme, Üsküdarnâme, Çiçeklernâme gibi defterlerin yanı sıra Edirne, Konya ve Bursa defterleri de yayınlandı. Bir vesile ile karıştırdığım İSMEK’in (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meslek Edindirme Kursları) çıkardığı El Sanatları dergisinde gözden kaçırdığım bir Süheyl Ünver defterciğine rastladım. İsmi Sünbül Efendimnâme… 13 varaklık defter Gülgûn Uyar tarafından hazırlanmış. O bildiğimiz Süheyl Ünver üslubuyla notlar alınmış, notlar fotoğraflarla, beyitler ve krokilerle desteklenmiş. Süheyl Bey’in sağlığında çok önem verdiği Koca Mustafa Paşa civarı ve Sünbül Efendi Türbesi, 1963-1968 yılları arasında neredeyse defterde yeniden dile gelmiş.

Kibar ve İstanbul’a yakışır vakarlı bir geçit olmadı”

İstanbul şehirlerden bir şehir değildir. Hususiyetleri ve hassasiyetleri vardır. Bu şehre sıradan nazarlarla bakanlar gaflet içindedirler. Bunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Süheyl Bey’in defterleri bize bu hususta çok şeyler söyler. Bir kere Haseki’de doğup büyüyen Süheyl Ünver için Koca Mustafa Paşa semtinin ve Sünbül Efendi’nin çok ayrı bir yeri vardır. Öylesine benimsemiştir ki bu durumu, “Sünbülüm”, “Sünbül Efendim” der burada medfun zata. Koca Mustafa Paşa ile öyle ünsiyeti vardır ki, bu bölge, Yahya Kemal için Üsküp, kendisi ve babasının doğduğu Tırnova ne ise, öyledir. Aynı zamanda bölge fethin nişanelerini üzerinde barındırmaktadır.

Kendisi müdakkik, titiz bir zat olan Süheyl Bey, gezip dolaştığı yerleri zahiri suretlerine bakarak resmetmemiş. Onların ruhunu kavramaya, mezar taşları ile konuşmaya çalışmış. Ne ki kimileri bu durumu hurafecilikle değerlendirsin, mühim değil. Geçmişin izini sürmek salt sayfalar arasında dolaşmaktan geçmiyor, sahaya inmekten ve ruhunu teneffüs etmekten geçiyor.

Metin aynı zamanda İstanbul’da yaşamanın dahi bir kültürü ve âdâbı olduğunu gözümüzün önüne koyuyor. Süheyl Bey, bir gelin alayı geçişi olurken kulakları yırtan korno sesiyle geçenleri şöyle tarif ediyor: “Gelinin ailesi veyahûd damat tarafı herhalde ya bir celeb veya bir gecekondu veya havadan kazanan biri olmalı dedim.” Ardından ekliyor: “Kibar ve İstanbul’a yakışır vakarlı bir geçit olmadı.”

Ah İstanbul sen neler gördün, neler!

Koca Mustafa Paşa’da yol boyu gözlemlerini aktarır. Hekimoğlu Ali Paşa Medresesi'nin devamında zarif bir çeşme yıkılmış. Yerine “adi bir terkos çeşmesi” yapmışlar. Yol boyu yıkılan ya da yerinde hatıraların kaldığı eserlere ah ü vah eder Süheyl Bey.

Süheyl Bey'in bu notları aldığı tarihte söyledikleri hakikaten yürek burkuyor. Acaba şimdileri görse ne derdi? AVM’ler, gökdelenler eşliğinde betonlaşan şehri görseydi hangi izi nereden sürecekti acaba…

Devam ediyor, dış kapıdan avluya her yer evliya dolu… Bir rivayetle bir zât –bâlâ ricalinden (müşir yani mareşal)- Cuma günleri türbeyi süpürürmüş. Ama Allahım! Şimdi bu işle vazifeliler bu işi yapmaktan imtina ediyorlar! Sonrasında Süheyl Bey şunları söylüyor: “Ah İstanbul! Sen ne[ler] gördün geçirdin. Milyonda birini bu defterde toplarsam ne mutlu bana.” Binlerce defter bırakan Süheyl Bey kendisini bir noktada sanki vazifesini yapamamış sayıyor. Ya bizler?

Defterin en can yakıcı yeri: Nereye gideyim?

“Şerefü’l mekân bi’l mekîn” denir ya, elbette eserlerin ruhaniyeti sizi bağlar ama o eserleri sesiyle, nefesiyle dolduran insanlar, dostlar olmazsa ne önemi var yaşanılan mekânların? İstanbul dost nefesini, sohbetini de kaybetti maalesef. 1960’larda yazılan bu defterde mekâna sığmayan bir zat var. Çünkü mekânları da anlamlı kılan dostlar birer birer şehri terk etmişler/ ufûl eylemişler… Bakalım Süheyl Bey bu hissiyatını nasıl kelimelere dökmüş:

“Şunu düşündüm: Haseki’de artık oturamam. Orası benim hatıralarımın haziresi, türbedarlıklarını yapmaya tecessür kudretim yok. Çınarda oturamam. Zira orada Kuşadalı Hazretleri mübarek halifesi Veli Efendi[nin] mezarını Halk Partisi halkevi yapacağım diye kaldırdı. Lakin prestijini ve mevkiini kaybetti. Cerrahpaşa’da oturamam. Tahsin Bey ve Nazmi Efendiler yok.

Koca Mustafa Paşa yol boyu için hayır. Zira eski âşinâlar kalmadı ki önden gitsin. Samatya’da rumikolor kokar. Oradan ruh kaçmış, olmaz. Bayezid’de enîs-i rûhum, azizim [Abdülaziz] Mecdi Tolun [1895-1940] yok. Onun geçtiği yollar ağlama yerlerim olur ve oturamam.

Cağaloğlu geçmiş hatıralarımla dolu. Hiç biri kalmadı, gönlüm üzülür. Sâkin olamam. Beşiktaş’a gidemem. Hayri Bey yok. Üsküdar da olmaz. Ressam Rıza Bey Hocam (1858-1930) yok. Taşkasab’da bizim yerimiz vardı. Orayı ne kadar sevmiştim. Fakat felek onu da çok gördü. Ondan da olduk. Sağlık olsun ne diyeyim. Şehremini taraflarına çıkamam. Fındıkzâde çok sıkışık ve dolu. Âşinâ-yı kalbîlerim yok. (…) bak arkalara ve katlara, vazgeç.

Aksaray kalmadı. Lâleli Baba’sız olmaz. Divanyolu’nda divâne olamam. Çarşıkapısı’nda iş yok. Vezneciler de kalmadı. Vefâ olmaz. Zira orada [Türbedar] Amîş’im [1807-1920] ve [Ahmet] Naîm’im [1870-1934] yok. Bilmem ki diğer semtleri de sayayım mı? Çi fâide. Ben de şimdi orasını görür 'olmaz' derim, burada 'hayır' der dolaşırım. Orası olmaz, burası olmaz. Neresi olacağını yazarım ama okuyanlar üzülür diye meskût geçeyim. Haydi bakalım hayırlısı.”

Neresi olduğunu siz tahmin etmişsinizdir. Dostların gidip de bir türlü dönmediği yer… Bu metinden sonra İstanbul’u yaşanmaz kılan onca sebebe kızıp kahırlanırken bir de İstanbul’u İstanbul yapan gönül insanlarının yokluğuna da hayıflandım, içerledim, durdum. Sonra dedim ki; iyi de bu kadar olmazlar içerisinde ya biz nereye gidelim merhum Süheyl Bey Üstadımız?

Kâmil Büyüker, kayıp İstanbul’u yazdı