Arkasından edeple yaklaşıp: ‘Efendim...’ dedim. Dönüverdi. Çok heybetli bir zat idi. Zaten hastalıklı bir şişmanlığı olup boyu da uzun olunca çok heybetli görünüyordu:

‘Ben hastayım. Bana dua edin’ dedim. Bana şöyle bir baktıktan sonra:

‘Sen çorba içtin?’ dedi. Yani sen çorba içtin mi?

Canım sıkılmıştı. Ben hastayım, dua et diyorum, o bana çorba içip içmediğimi soruyor.

‘Hayır’ dedim.

‘Git çorba iç’ dedi ve işine döndü.

Saçmalık karşısında canım sıkılmıştı ama içimden: ‘Velidir. Bir bildiği vardır. Madem sordun dediğini yapmalısın’ dedim. Benden en zor şeyi istemişti. Açtım. Bunu benden istemeseydi iki gün daha aç kalabilirdim. Yeter ki benden bunu istemesindi. O hor gördüğüm halkı, köylüyü itekleyip kendime yer açarak, ayakta, tahta kaşıkla onlarla birlikte kaşık sallayacaktım. Ben Üstad, Ağabey… Beni bu halde eski tanıdıklardan biri görse…

Ve birkaç kaşık çorba...

İş bu dedim ve kalabalığı yararak eğilip o çorbadan bir kaç kaşık aldım. Doğrulduğumda payandalarım yoktu. Anında. Kendimi boşlukta, boş ve hiçbir şey olarak hissettim. İçimde kimi saraylarım, kâşanelerim gümbür gümbür yıkılmıştı. Ve sanki seslerini duydum, depremini yaşadım. Ne biçim bir kibrim varmış Ya Rabbi! Yıkılan saraylarım, kâşanelerim bunlardı, bu kibrim, bu benliğim, bu nefsimdi.

Malatya’ya döndüm. O günden sonra ruhum cennete girdi. Bütün ilaçları savurup attım, artık ihtiyacım yoktu. Ama bu kez dur durabilirsen… Tekrar gitmeliyim… Hep gitmeliyim…

Andığım, sadrımdaki boğulma hissi kaybolmuştu. Çocuklarımın babası, eşimin kocası, mütedeyyin bir adamdım. Hayatım boyunca olmadığım kadar huzurluydum. Bizim  o usçu tarikatimizden, manâya en saygılı olacağını umduğum (ki yanılmıyordum) Çetin(Necati) Önal’ı alıp bir daha Menzil’e gittim.

Bir rüyanın hikmeti

Bu kez yatsı namazından sonra biz ‘acemi’ler tevbe alacaktık. (Önemlidir: bunun tarikata girmek olduğunu bilmiyordum.)

Mübareğin marazi bir şişmanlığı vardı ve sürekli sancı duyuyor olmalıydı ki O, bize öpelim diye elini uzatırken birileri sürekli bacaklarını ovuyordu. Yorgun, biraz bıkkın bir hal ile uzatıyordu elini ve kimseyi dinlediği de yoktu. Sadece bazı şeyleri (tevbe makamında) söylüyor, tekrarlatıyordu. Onu öylece gören biri, kırk yıldır aynı işi yapan, aynı işten bıkkınlık getiren bir emekçiye benzetebilirdi.

Bense O’nun söylediklerini  tekrarlarken nedense gözlerim yaşardı. Bir de o an şu hisse kapıldım: Meğer Allah her, ama her suçumuzu biliyormuş da bilmezlikten geliyormuş. Gözlerim dolmuştu.

O köy için oldukça büyük caminin altı yatakhane. Hani eski askerim ya. Biliyorum; çok benziyor. Fark, ranza yerine döşekler, battaniyeler. ‘Yatsı kılındı. Hadi yataklara. Marş marş.’ Çavuşlar (Raşid Efendi’nin çavuşları) bu sözcükleri kullanmıyorlardı ama dedikleri buydu. ‘Bu gece göreceğiniz rüyayı yarın Seyda Hazretlerine anlatacaksınız.’

Gördüğüm rüyayı hayra yormadım, son derece de sıkılarak ertesi gün Seyda’ya anlattım:

‘Efendim! Birtakım insanlara sizin gibi tevbe veriyordum.’

O ise ’sıradaki…’ der gibi savdı beni hamdolsun.  Bu olaydan yaklaşık 10 yıl kadar sonra insanlara (vekâleten) ders (tevbe) vereceğimi nerden bilebilirdim.

Bu bölümün sonu

Bu bölümün sonu: Hasan Başçavuş’un konu ettiği, benim ‘söyle kim iseler bulalım’ dediğim,  O’nun samimi olursan onlar seni bulur’ dediği , benim bir gece sabaha kadar  ‘beni bulsunlar’ diye dua ettiğim velilerden biri, beni Malatya’nın tam orta yerinden alıp kendisine getirmişti.

Hafızamın ihanetiyle karşı karşıyayım.  Girişte Avni Baba bölümünde, O’ndan sonra ruhumda gerçekleşen neşat ile iş bu Raşid Efendi neşatını tam olarak anımsayamıyorum. Gerekçemin biri şu: Bu büyük zatlarla ardı ardına, hatta içiçe tanışmış olmam. İkincisi şu ki bunu önemsiyorum. O günler ettiğim, hiç unutmadığım bir söz: ‘Raşid Efendi beni mümin yaptı, Avni Efendi Müslüman.’ Bunu söylediğimden eminim. O zaman herhalde pek fazla zaman geçmeden Avni Baba’ya intisab etmiş ve amel etmeye başlamışım. Çünkü benim literatürümde iman imandır, İslam ise amelleri imler.

Özrüm budur. Burayı ayrımsayamıyorum. Söylediklerimin hepsi gerçektir lakin kronolojik kusurlar herhalde var. Bu anılarda can sıkıcı tek nokta budur.

İcbar edildiğim son sözler

Bilgisayarda bunları yazarken tam okuduğunuz son tümceden sonra, son bir başlık atmıştım: “NUREDDİNEYN”. Yani iki Nureddin.  Birini yazıp bitirmiştim. İkincisini de yarılamıştım. Çalışma az sonra bitecekti.  Zaten anlatmak istediğim son iki kişiydi bunlar.Ama tam o sırada bütün yazdıklarım, tuhaf, anlaşılmaz bir şekilde bilgisayarımdan silindi. Ehillerini bulduk. Bilemedik dediler. Rasim Abi (Özdenören) ‘Ankara’ya gönder ben hallettiririm’ dedi. Aklıma (bu arada Asım) müsveddeleri gönderdiğim kişiler geldi. Ve Gönderilmiş postalardan okuduğunuz kadarını kurtarmış olduk.

İmdi: Raşid Efendi’den sonrasının yayınlanmasına izin olmadığı kanaatine vardım. Çünkü kurtarılan bölümler tam da Raşid Efendi’nin anlatıldığı bölümün sonuydu.

On sekiz yıl önce ne olduysa şimdi de o oldu: Kısmen erdemlerime, zorunlu olarak değinmiştim. Şiirlerimin esasen izinli olduğunu vs. anlatacaktım. Meğer izin yokmuş. (Oysa erdemlerimden bahsetmek zorunda kaldığım paragraflar ilgisiyle Şeyh’imden izin de almıştım; kerameti kendinden menkul olmayayım diye. O: ‘tahdis-i nimettir; yaz’ demişti.

‘Ne yapsalar boş; göklerden gelen bir karar vardır.’

Murat Kapkıner tarihçe-i hayatını tamamladı