Enver Baytan: 'Yüce Allah bizden başlıca iki şey istiyor: Doğru bir iman; iyi, doğru, güzel, yararlı ameller'

Enver Baytan Hoca ile Abdi Kuloğlu’nun mezheplerin telfiki konusundaki söyleşi, Ahmed Davudoğlu'nun "Din Tahripçileri" kitabından alıntılanarak istifadelerinize sunulmuştur.

Enver Baytan: 'Yüce Allah bizden başlıca iki şey istiyor: Doğru bir iman; iyi, doğru, güzel, yararlı ameller'

Hocam Diyanet İşleri Reisliği “Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” adlı bir kitap neşretti. Duydunuz mu, bilmiyorum?

Evet, biliyorum efendim. Bende Arapçası var. Ayrıca Ahmed Hamdi Akseki merhum tarafından tercüme edilip, 1332 Dârü’l-Hilâfe baskılı nüshasından tedkik etmiştim.

Siz aslından da tedkik buyurduğunuza göre işimiz çok daha kolaylaştı demektir. Efendim malûmunuz bu kitap Mısırlı Şeyh Abduh’un tilmizlerinden Reşid Rıza tarafından yazılmış. Sonra merhum Ahmed Hamdi Akseki tarafından Türkçeye tercüme edilmiş ve milâdi 1914 tarihinde Ahmedî Matbaasında 407 sahife olarak tab’edilmiş. Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı Sayın Hayreddin Karaman’a vazife vermiş ve bu kitabı Ahmed Hamdi Akseki'nin tercümesinden sadeleştir demiş. O da öyle yapmış ve kitabı şimdi elimizde. Bendeniz kitabı okudum. Eser, malûmunuz mezheplerin birleştirilmesi görüşünü savunuyor. Zaten Hayreddin Karaman takdim yazısında “Kitap İslâm birliği ve hurâfe ve bid’atler, İslâm birliğini bozan mezhep ve zümre taassubu” gibi mevzuları incelemektedir diyor... “İslâm birliğini bozan mezhep ve zümre taassub” ibaresinden anlaşıldığına göre, Sayın Hayreddin Karaman mezhepler telfik edilip birleştirilince bu bozukluğun giderileceği fikrindeler... Hocam bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz, bu mezheplerin terfiki, yani birleştirilip bir noktaya cem’i hangi kaynaktan besleniyor, bunun menşei nedir, asırlardır gelen bu kadar allâme “Mezheplerin İslâm birliğini bozduğunu” niye görememiş; bu mezheplerin birleştirilmesi mevzuu olunca neden buna karşı çıkmışlardır?..

Evvelâ bu işin kaynağı nedir, bunu lutfeder misiniz?

Efendim Hicri 661’de dünyaya gelen ve bilhassa 680 tarihlerinden itibaren “İbn-i Teymiyye” namıyla şöhret salan zeki bir şahıs zuhur etmişti.-İleride neşredilmek üzere yazmakta olduğumuz eserde gerek şahsı gerek yersiz içtihatları hakkında etraflıca bilgi vereceğimiz, bu zat, bazı itikadî ve amelî meselelerde büyük müçtehitlere, hatta sahâbeye başkaldırmıştı. Fakat “Takiyyü’d-Dîn Sübki”, “Şihabüid-Dîn ibn-i Hacer-i Heytemi” gibi devrin ileri gelen birçok âlimleri ilmî tenkitlerde bulunarak, bu hususta hatalı yollar saptığını, bunlardan rücu’ ve tövbe etmesi gerektiğini ispat etmişlerdir. Böylelikle kendisine haddini bildirmişler, o ilmine mağrur olarak dikleşen başını eğdirip hizaya getirmişlerdi.

Daha sonra bu başa “İbn-i Kayyim el-Cevzi”, “Muhammed İbn-i Abdu’l-Vehhâb”, Mısırlı “Muhammed Abduh”, Efganlı “Cemâleddin” gibi şahıslar zamanla eklenerek - İslâm âlemini kuşatma tehlikesi gösteren-bir zincir teşkil etmişlerdi.

Hatta bir ara -hatırladığıma göre 1948 yılları sırasında, yine “İbn-i Teymiyye’nin görüşlerine dayalı olarak, Mısır’da bazı âlim geçinen şahsiyetlerin iştirakiyle ve “İslâm birliğini yeniden kurmak” iddiasıyla bir cemiyet kurulmuştur. Kahire'de kurulan bu cemiyetin adı: “İslâm Mezheplerini Birbirine Yaklaştırma Cemiyeti”dir. Bu cemiyetin başkanlığına “Abdü’l-Mecid Selim” adında biri seçilmiştir.

Cemiyetin kurucuları arasında Mısırlı “Allube Paşa”, Filistin başmüftüsü “Emin el-Hüseyni”, İmam-ı Şişler ulemasından “Muhammed el-Kummi”, Zeydî Şiîlerden Yemen'in mümessili “Seyyid Ali bin el-Muayyed”, İran Şislerinden “Mihde Refi’ Bey”, hulâsa muhtelif mezheplere mensup şahsiyetler bulunmaktadır.

Bu cemiyet kurulduktan sonra çalışmalarına başlamış, cemiyetin niçin kurulmuş olduğunu anlatan ve cemiyetin anayasasını ihtiva eden bir risaleyi bastırıp bazı İslâm memleketlerine göndermiş, kuruluş gayelerini destekleyen bazı makaleler, eserler neşretmiştir. Aksekili Ahmed Hamdi merhumun “Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” adı altında dilimize çevirdiği eser de bu gayeyi, yani İbn-i Teymiyyeci zihniyeti destekleyenlerden biridir.

Söylediğiniz gibi bu eserin asıl yazarı, Şeyh Muhammed Abduh’un talebelerinden Mısırlı Şeyh Muhammed Reşid Rıza el-Hüseynî’dir.

Netice, bu İbn-i Teymiyye zincirinin sonunda bir halka daha eklendikçe, İbn-i Teymiyye’ye başkaldırmış ve devrin ulemasını -cevap vermek mecburiyetinde bırakarak, hayli meşgul etmiştir. Günümüzde de aynı dava-ayan beyân-baş göstermiştir. Bazı safdil kimseleri, safına çekme istidadını gösterecek derecede ciddiyet kazanmıştır. Sizi ve bizi şu anda bu mevzulara eğilmeye sevk eden de bu oluyor. Yoksa tarihe karışmış şeyleri; ehlince gereği gibi cevaplar verilerek saf dışı edilmiş mesnetsiz, çürük kanaatleri, bayatlamış nesneleri -temcit pilâvı gibi tekrar tekrar, artmaya çıkarmağa, şu derdi başından aşymış necîb milletimizin derdini arttırmağa yahut tazelemeğe hevesli olanlardan değiliz.

Hocam demek ki “Mezâhibin Telfiki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” adı altında, piyasaya Diyanet Başkanlığı eliyle çıkarılan ve “mezheplerin İslâm Birliğini Bozduğunu(!)" inceleyen ve “İslâm Birliği’ni savunduğunu sanan bu eser, İbn-i Teymiyye ekolünün bir müdafaanamesi oluyor. Fakat Ahmed Hamdi merhum bu eseri niye tercüme etsin?

Çünkü merhumu, bendeniz eserlerinden tanınım. İlmihal kitaplarında olsun diğer eserlerinde olsun “Mezheplerin birleştirilmesi” gibi bir fikrine rastlamadım. Bilakis bu fikirlere cephe almış olduğu kolayca anlaşılır. Çünkü "İslâm Dini” adlı eserinin Güzel Sanatlar Matbaasında 1954’te yapılan tab’ında İmam-ı A’zam hakkında şöyle yazıyor: “Hapiste o kadar dövdüler ki, bunun tesiriyle hapishanede secdede iken 70 yaşında Rahmet-i Rahman’a kavuştu (Rahmetullahi aleyh). Cenaze namazında hazır bulunan cemaat, 50 binden ziyade idi. 6 defa namazı kılındı. İşte mezhebinin müessisi imam-i a’zam nu’man bin sabit’in kısaca tercüme-i hâli. Ebû Hanife’nin mezhebi en evvel takarrür eden, en kuvvetli, en sahih, en açık, Kitap ve Sünnet’e en muvafık, sahâbe mezhebine uygun olan bir mezheptir.” (Sahife: 69) İşte hocam, bir tarafta Ahmed Hamdi merhumun herkes tarafından okunup bilinen şu satırları; öteki tarafta da tercüme ettiği “Mezheplerin Telfîkı” (birleştirilmesi) nam Reşîd Riza’nın kitabi... Şimdi Ahmed Hamdi Akseki imzası hakkında ne düşüneceğiz, bunu istirham edelim.

Bu hususta, -yanlış bir anlayışa meydan vermemek için, oldukça eski bir hatıramı nakledeyim. Bu hatıram (her zaman hürmetle andığım ve büyük hizmetlerinden dolayı kendilerine pek minnettar bulunduğum, çok değerli âlimlerimizden) Aksekili Ahmed Hamdi Efendi ile alakalıdır. Şöyle ki:

Allah’ın vâsi, rahmetine kavuşan bir üstadımız, bize, fıkıh kitaplarından “Meraki’l-Felâh” adındaki eseri okutuyordu. Ders bittikten sonra bazen sohbet ederdik. Fırsatı ganimet bilerek hocamıza mühim meseleler sorardık. Bu cümleden olarak ben bir gün Hoca Efendiye; telfîk-ı mezâhibin, yani mezhepleri birbirine zemmetmenin, toplayıp bir arada birleştirmenin caiz olup olmadığını sordum. Bunun da sebebi, o günlerde rahmetli Aksekili Ahmed Hamdi Efendinin “Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” isimli bir tercüme eserini okumuş olmamdır. Merhum Hocamız kısaca:

“Mezhepleri birleştirmek caiz değildir” buyurdular. Benim, bir sapık zihniyete kapılmış olmamdan şüphe edercesine üzerime gözlerini dikerek:

“Ne olmuş, bunu niye soruyorsunuz?” diye âdeta bir telaş gösterdiler. Ben kemal-i edeple sözlerime devam ettim:

Efendim, birkaç gündür Ahmed Hamdi Efendi merhumun, vaktiyle tercüme etmiş olduğu “Mezâhibin Telfîkı ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” adlı kitabını okuyorum. Gerçi bu kitapta yer alan fikirleri asla aklım almıyor, bu kitap acayip ifadelerle doludur, boş davasını pek gayri makûl, -ilmî yönden-pek gülünç lâflarla müdafaaya ve ispata çalışıyor. Kısaca, vakit öldürmek için yazılmış yegâne eserlerden biridir. Kanaatim bu merkezdedir. Fakat Ahmed Hamdi gibi

Ehl-i Sünnet ve ehl-i edepten bir hoca efendi nasıl olmuş da böylesi ölçü dışı bir kitabı tercüme etmiş, buna da aklım ermiyor, dedim.

Bunun üzerine rahmetli hocam derin bir nefes aldı, üzüntülü bir tavırla:

“Oğlum, yanılan sade o değildi ki” dedi. Bu arada dini yıkmağa matuf birtakım teşebbüslerden bahsetti. İbn-i Teymiyye’den, ibn-i Kayyim’den, Muhammed Abduhü ve peyrevlerinden, daha sonra

İzmirli Hakkı’lardan, falanlardan, filânlardan, bunların fikir ve gayelerinden uun uzun söz etti ve işi Aksekili Ahmed Hamdi’ye getirerek:

“Ahmed Hamdi Efendi, o eseri toyluk zamanında yani henüz talebe iken tercüme etmiştir. Ancak, seviyesi yükseldikten, ilimce kemâl bulduktan sonra hatasını anlayarak, tercüme ettiğine çok pişman olmuştur. Çünkü yazarının, sakat fikirliler silsilesinden olduğunu ve makbul bir niyete bağlı bulunmadığını sonradan fark etmiştir. Hatta tekrar neşretmek isteyenler olmuş ve müsaade etmemiştir. Bu itibarla, siz yine Ahmed Hamdi Efendi’ye olan hürmetinizi devam ettirin. O, hatada ısrar edenlerden değildir" buyurup sözlerine nihayet verdi.

Bu üstadımı çok severdim. Dört hak mezhebin fıkhını iyi bilir, hem usûl hem furu’larında yed-i tûla (derin bilgi) sahibi idi. Bunun içindir ki pek mütevazı ve edepli idi. Dolu başak misali, müctehidlerin manevi huzurunda boynu eğikti. Onlara sonsuz hürmet gösterir: “Onlar olmasaydılar, muazzam hizmeti yapmasaydılar, bizim gibi âcizler bugün ne yapabilirdi” derdi. İçi boş bir başak gibi başı dik kimselerden değildi. O derece âlim idi ki: Bugün İbn-i Teymiyye kafilesinde olanları hepsini, bilaistisna yirmi sene okutur da yine ka’bina varamazlar, kanaatindeyim. Zira memleketimizde son yarım asır içinde yapılmakta olan tedrisâtın kifayetsizliğini, yetişenlerin ise eskiye-meselâ Ahmed Naim Beye, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a- nispetle ne derece yetişebildiklerini biliyoruz.

Demek isterim ki hangi mezhepten isek o mezhebin itikadı ve ameli meselelerini iyi öğrenip amel etmeğe, vakit elverdikçe başkalarına öğretmeye çalışalım, kıymetli vakitlerimizi bu yolda harcayalım. Buna bile yetmeyen şu ömrümüz içinde, akıntıya kürek çekmekle vakit geçirmeyelim. Seçtiğimiz yolun bize neler getireceğini veya bizden neler götüreceğini çok iyi düşünelim. Bizden önce gelip geçen âlimlerden -galip tarafı tutanlardan ayrı, mağlûp tarafı tutanlardan aynı- ibret dersi alalım. Onların içinde her türlü ders almak mümkün olan zatlar mevcuttur. Kimi durmadan hayırlı hizmetler yapmış, dinî ölçüler içinde yaşamış, kimi de “leyte-lealle” ile, boş iş ve sözlerle vakit öldürmüş, ilminden kendisi de başkaları da fayda görmemiş ve belki zarar görmüştür.

Meselâ Mısırlı Abduh ve üstadı Cemâleddin-i Efgâni’ nin masonluğu malûm ve meşhurdur. Hatta Ahmed Davudoğlu Hocamızın "Din Tahripçileri" adlı eserinin birinci sayfasında, Efgâni’ nin “Şarkin Yıldızı Locası”na kayıtlı olduğununum vesikalarını bile görebiliyoruz. Gene aynı eserin 76. sayfasında Şeyhülİslâm merhum Mustafa Sabri Efendinin “Mevkifu’l-Akli ve’l-ilmi” nam eserinden şu satırların alındığını görüyoruz: “Şeyhi Cemâleddin Efgânî vasıtasıyla Ezher’e masonluğu sokan odur. Nitekim Mısır’da kadınların açılıp saçılmalarını tervic hususunda Kasım Emin’i teşçi’ eden de odur...”

Ayrıca gene aynı sayfada şu satırları okuyoruz: “Ezher mecellesinde okuduğuma göre Mısır’da ilk masonluk locasını Şeyh Muhammed Abduh kurmuştur.”

Hâl bu olunca, şimdi siz Abduh’un tilmizi olan Reşid Rıza hakkında ne buyuruyorsunuz?

Esasen Reşid Rıza’nın vermiş olduğu eserlerinden zaman zaman yazmış olduğu makalelerinden ne türlü bir itikat ve düşünceye sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İlerideki tehlikeleri görme kabiliyetinden oldukça mahrum bir zat olarak tanınma. Bu hususta en büyük şahidim yine kendi eserleridir.

Hocam, bu “İslâm Birliği” perdesi altında mezheplerin telfiki, yâni birleştirilmesi gibi cereyanların altında dış tesirler bulunamaz mı?

Dış tesirler her sahada olduğu gibi bu gibi dinî meselelerde de nüfuz etmeye çalışabilirler.

Meselâ, ben ara sıra bu gibi şeyleri işittikçe veya herhangi bir kâğıt üzerinde okudukça, Müslümanca adı-kendi ifadesine göre, Kemal olan, fakat gerek şivesinden ve gerek diğer hâllerinden, mükemmel bir İngiliz misyoneri olduğu anlaşılan adamcağızın sözleri aklıma gelir.

Bu adamla, bundan 13-14 sene kadar önce bir dişçinin muayenehanesinde karşılaşmıştım. Benimle alâkadar oldu; adımı, vazifemi sordu. Konuşuyorduk; münasebetli, münasebetsiz şunları tekrarlıyordu:

“Canım Enver Bey! Peygamber zamanında mezhep var mıydı, ben düşünüyorum: Din birdir, mezhebe ne lüzum var, Kur’ân meydandadır, hadisler ortadadır. Gerçi hadislerin çoğu uydurmadır ya, neyse onları geçelim. Eski müçtehitlerin içtihatları vadesini doldurdu kanaatindeyim, artık yeni içtihatlara doğru gitmek lâzım. Malûmdur ki, zaman değişince ahkâm da değişir. Fakat bazı hoca efendilerimiz bunu düşünemiyorlar. Tabiî haklıdırlar, çünkü akılları ermez cahildirler. Ancak, Enver Bey, sizi çok uyanık buldum, siz zemin ve zamanı düşünürsünüz, zamanın ihtiyaçlarını bilirsiniz. Eğer cesaretle bu “yeni içtihatlar”a teşebbüs eder, mezhep taassubunu ortadan kaldırmağa çalışırsanız, maddî ve manevî her türlü yardımı yapmağa hazırım yeter ki Müslümanları bugünkü durumdan kurtaralım...”

İşte böyle, dişçide hem sıramızı bekledik hem de tahminen bir saat kadar konuştuk. Fikirlerini ve vazifesini iyice teşhis ettikten sonra bu sinsi adama, şu kısa cevabı vermiştim:

“Ben bu kanaatte değilim. Benim ahlâkî ve ilmî terbiyem-buna müsait değildir. Başımdan büyük işlere karışmam, kaldı ki buna lüzum da yoktur." Bizden bu cevabı alır almaz manalı manalı baktı ve sözlerine şunları ekledi:

“Enver Bey, sizinle gerçi yeni tanıştık, fakat sizi çok sevdim, bu kanaatinizi değiştirmenizi rica ederim. Unutmayınız ki yirminci asırda yaşıyoruz, asrın icaplarına göre yeni içtihatlar yapmak şarttır ve bu mutlaka olacaktır...”

Arz etmek istiyorum ki bu türlü lâflar, böyle sakat fikirler yerli malı değil, ithal malıdır. Ve öteden beri ara sıra hortlatılır, lâyık olan şamarı yedikten sonra “....” üstü oturur.

Bir zaman bu fikirleri Babanzâde merhum Ahmed Naim Bey de şamarlamıştı. Bir zaman Şeyhülİslâm rahmetli Mustafa Sabri Efendi hem de gereği gibi şamarlar atmıştı. Rahmet canlarına Ermenaklı Saffet Efendi ve daha bazı zatlar -lüzum ettikçe-bu sakat fikirleri tokatlamağa devam ederek hadlerini bildirmişler, vazifelerini yapmışlardı. Ve her vakit bu sakatlar sinmeğe mecbur kalmışlardı.

Oyun bilmez bir yalancı pehlivan ne kadar cüsseli ve gösterişli olursa olsun -görünüşte çelimsiz de olsa, yetişkin bir hakikî pehlivan karşısına... Çıkıverince yerlere serilmeğe mahkûmdur.

Gerçek odur ki böyle sakat zihniyete hizmet edenler-eskiden beri mağlup olup hüsrana uğradıkları gibi bundan sonra da mağlûbiyete, hüsrana uğramakta devam edeceklerdir. Çünkü zaten mağlup tarafı tutuyorlar. İki kere iki daima dört eder, hiçbir zaman üç veya beş etmez. Beş eder diyenin mağlup olacağı muhakkaktır.

“Bâtil hemişe bâtıl-ı bîh” dedir veli Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhûr ede.”

Ne var ki,bazı genç kardeşlerimizin böyle akıntıya kürek çekmelerine gönül razı olmuyor. Bu arkadaşlar kafalarını böyle faydasız hayaller uğrunda yoracaklarına ilim ve irfanlarını arttırmağa ve asâr-ı İslâmiye’yi gereği gibi anlamaya çalışsalar kendileri için daha iyi olmaz mı?

Hocam bir de size şu hususları sormak isterim: 1- İbadet sırasında her millet Kur’an’ı kendi diliyle okusun deniyor, 2- Bazı hadislerin sahih olduğu ve pek çoğunun da uydurma (mevzu’) olduğu ileri sürülüyor. 3- Ayrıca, müçtehitleri taklide lüzum görmeyenlere, herkes kendi içtihadıyla amel etmelidir diyenlere rastlıyoruz. Böyle birtakım mezheplere lüzum yoktur diyenler de oluyor. Bunlara ne buyuruyorsunuz?

Efendim, dikkat etmelidir, dinimizin düşmanları onu yıkmak ve hiç değilse harap etmek için zaman zaman şu çarelere başvurur ve şu teklifleri ileri sürerler:

1- İbadet sırasında her Müslüman millet Kur’ân’ı kendi diliyle okumalı.

(Çünkü direkt olarak Kur'an'a dil uzatmağa veya onu tahrife cesaret edemezler. Ancak meal hâline getirdikten sonra bunları yapabileceklerine inanırlar.)

2- Esasen şu kadar yüz-meselâ 300, 400 hadis vardır, gerisi hep asılsızdır, uydurmadır, onlara itibar etmemelidir.

(Zira bilirler ki hadis külliyatını yok edebilirlerse pek çok ahkâm ortadan kalkar ve zaten Kur'an-ı Kerim de onlarsız iyi anlaşılamaz, onun ahkâmına da halel gelir.)

3- Müçtehitler de kim oluyormuş, onları körü körüne taklide lüzum ve ihtiyaç yoktur. Herkes, delillerinden, kendi anlayışına göre içtihat ve amel etmelidir.

(Bilirler ki, bu yola gidilirse ortaya bir curcuna çıkar, bir perişanlık alır yürür.)

4- Efendim, din birdir ve birlik dinidir. Bu kadar mezhebe ne lüzum var! Bütün mezhepleri birleştirip bir tek yoldan yürümeli.

(Bilirler ki hak mezhepler Kur’ân-ı Azimüşşan’a ve hadis-i şeriflere tamamen uygundur, dinin en sağlam kaleleridir. Bunlar yıkılır ve ortadan kalkarsa mesele biter. Artık her türlü reformu, yeni ve modern içtihatları yapmak mümkün olur. Bu sayede, yeni İslâm müçtehidi olmak isteyen, bedbahtlar, birtakım sapık mezhep taraftarları ve nefis adamları söz ve-aradıkları, şöhret sahibi olurlar.)

Esasen hak mezhepler arasında bazı içtihadı ihtilaflar vardır. Bu yüzden amelî mezhepler görünüşte dörde ayrılmışlardır. Bin küsur sene önce bu dört mezhebin hak olduğu ve geri kalan fırkaların şayan-ı kabul olmadığı ilmen tespit ve kabul edilmiştir. Böylelikle bu hak mezhepler yerleşmiş; mesele kökünden halledilmiş, artık üzerinde duracak bir hâl kalmamıştır. Bunu yeniden kurcalamak İslâmiyet’e yeniden bir fitne kapısı açmaktan başka bir işe yaramaz.

Türkiye Cumhuriyeti halkı -pek azı müstesna tamamıyla Ehl-i Sünnettir. Ehl-i Sünnet dört mezhepten mürekkeptir: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî. Dünyanın 700 milyon İslâm milletinden ortalama 600 milyonu Ehl-i sünnettendir. Geri kalanı da Ehl-i

Sünnet haricinde kalan “ehl-i bid’attir. Bunlara avam lisanımızda “Beşinci Mezhep” derler. Eğer mezhepleri birleştirme diye bir şey düşünülse, en azından bu beşincilere bir beşinci daha ilâve edilmiş olur.

İkincisi, ne kadar beşinci mezhep varsa, bunlar da aynı iddiada bulunacaklar, her biri: "Mezhebim hak, yoğurdum ak!” diye bağrışacaklardır.

Üçüncüsü ise Müslümanlar farz-ı muhal hiçbir mezhep ve müçtehit tanımayıp veya tek mezhep saliki olmaktan çıkıp şer'i delillerle baş başa kalınca her kafadan, âmiyâne bir tabirle “Kimin çaldığı, kimin oynadığı belli değil” bir hâle geleceklerdir.

Birincisi acı bir tebessüm, ikincisi kahkaha, üçüncüsü de büsbütün makaraları koyuvermek gibi bir gürültü manzarası arz edecektir.

Hocam müsaadenizle bir sual daha soralım. Bizim gibi genç ve tecrübesiz bazı kardeşlerimize tavsiyeleriniz olacak mıdır?

Evet, genç kardeşlerimizden bilhassa ricam şudur:

Yaptığınız işlerde daima istişare edin. Sırf kendi aklınızla hareket etmeyin. O işte tecrübe sahibi büyüklere danışın. Bazı insanlar gençken -dalından kopmuş-kavak yapraklarına benzerler. Hafif bir rüzgâr bile onları lâlettayin bir çukura itebilir. Siz de onlardan olmayın. Çünkü size kendilerini fark ettirmeden sokulacak, sizin tecrübesizliğinizden istifade etmek isteyecek bazı vazifeliler vardır. Bunlar size gayet ustalıkla yaklaşırlar, koltuklar verirler, şu şu işlerin, şöyle şöyle yapılması lâzım, bunu da ancak sizler yapabilirsiniz. Çünkü siz mücahitsiniz, şöyle ilimle mücehhezsiniz, böyle mücehhezsiniz, derler. Sizleri altından kalkamayacağınız işlere, zararlı mecralara sokabilirler. Hem kendiniz zarar görürsün, hem -az da olsa, başkalarına zarar vermiş olabilirsiniz. Ve biliniz ki: Ehli ile istişare etmeden, gereği gibi düşünmeden yapılan iş kaybolmuş demektir.

Şayet, şu genç yaşınızda mutlaka fikir mezarlığına girip yatmak niyetinde iseniz, bari mensup olduğunuz yerleri (gazeteyi, mecmuayi, müesseseyi... Artık neresi ise) beraberinizde mezara sokmayınız, onların yakasını bırakınız. Çünkü bunların hepsinde -sizin şu tutumunuzu tasvip etmeyen-Ehl-i Sünnet Müslümanlarının emeği vardır...

Nelere ve nasıl inanacağız?

Yaratıcımız olan Allahû Teâlâ (Yüce Allah) bizden başlıca iki şey istiyor: 1- Doğru bir iman, 2 İyi, doğru, güzel, yararlı ameller, yâni işler.

İnanılacak ve yapılacak bu şeyler İslâm dininde güzelce anlatılmıştır. Selâhiyetli din âlimleri, inanç ve amel bilgilerini Kur’ân-ı Kerim'den, Peygamber hadislerinden çıkarıp kitaplar yazmışlar ve din hükümlerini ümmete bildirmişlerdir.

Sahih (doğru) ve makbul inançların neler olduklarını iki büyük din önderi, çok yüksek ve kavrayışlı iki İslâm âlimi Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden derleyip bu ümmete anlatmışlardır:

1- İmam Ebû Mansur Mâturidi,

2- İmam Ebû’l-Hasen Eş’ari.

Bu iki büyük zat, Müslümanların itikat (inanç) meselelerinde hocalarıdır. Esasta birdirler. Sadece bazı inceliklerde ve teferruatta aralarında ufak içtihat, fikir ayrılıkları vardır. Bu iki yol, inançta Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yoludur. Yani yüce Peygamberin ve mübarek sahâbelerinin yoludur. Bunların dışında kalan Mûtezile, Cebriye, Kaderiye, Bâtıniyye, Karmatiyye, Vehhabiyye ve diğer fırkaların inançlarında hatalar, bozukluklar, bid’atler vardır.

Bu devirde yaşayan her Müslüman, inanç meselelerinde ya Mâturidî, ya Eş’arî mezhebini takip ve taklit etmelidir. “Benim mezhebe ihtiyacım yok, ben Kur’ân ile Sünnet’e bakarım...” yollu konuşanlar büyük hata işlemektedirler. Bin seneden beri nice büyük âlimler, mürşitler, kutuplar, sâlihler, arifler bu iki imamdan birine tâbi olmuşlardır. Bu mevzuda bin küsur yıllık bir icmâ-yı ümmet vardır. Bu mezheplerden ayrılan bilgisizler sapıtmış ve sapıttırmışlar; Ehl-i Sünnetin dışına çıkmışlardır. Kimisi müteşâbih âyet ve hadisleri yanlış tefsir ederek “mücessime”lik uçurumuna düşmüş; kimisi kabir taşlarını kırmakla şirke savaş açtığını sanmış.

Kimisi, kendisi gibi düşünmeyen bütün Müslümanları müşrik ilân ederek Allah'tan korkmadan kanlarını dökmüş, mallarını yağmalamış, İslâm birliğini yıkmıştır.

Selahiyeti olmayan, seviyesi müsait bulunmayan kimselerin Kur’ân-ı Kerim’i ve hadisleri indî ve şahsî reyleriyle tefsire tâbi tutup onlardan hüküm istihraç ve istinbatina (çıkarmağa) kalkışmaları büyük saygısızlık, büyük had-nâşinasliktir. (Kendini bilmezliktir.) Cahiller veya az ilimlilere düşen vazife; büyük mezhep imamlarına tâbi olmak, onların dediklerini kabul etmektir. Akıl, mantık, vicdan, şuur bunu gerektirir.

Amel meselelerinde mezhep

Peygamber ve sahâbeler devrinden sonra İslâm dünyasında birtakım “mutlak müçtehitler" yetişmiş, bu büyük zatlar Kur’ân âyetlerini ve Peygamber hadislerini mükemmel bir şekilde inceleyerek, dinimizin bütün amel meselelerini büyük bir vukufla açıklamışlar, hükmettirmişlerdir. Bu mutlak müçtehitlerden dört kişinin mezhebi, İslâm dünyasında kabul edilmiş ve yayılmıştır. Teferruatta bazı ufak meselelerde birtakım fikir ve anlayış ayrılıkları olmuştur ki, ehemmiyeti yoktur. Bu mezhepler şunlardır:

1- İmam-ı A’zam’ın kurduğu Hanefî mezhebi,

2- İmam-ı Mâlik’in kurduğu Mâlikî mezhebi,

3- İmam-ı Şâfiî’nin kurduğu Şâfiî mezhebi,

4- İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel’in kurduğu Hanbelî mezhebi.

Diğer mutlak müçtehitlerin mezhepleri devam etmemiş; Ehl-i Sünnet Müslümanlan, yukarıda saydığımız dört mezhepte birleşmişlerdir.

Mutlak müçtehid ne demektir?

Dinde içtihat yapabilmek için bir kimsede şu on şartın bulunması gereklidir:

1- Kur’ân-ı Kerim’in ahkamına dair âyetlerini lûgat (dil) ve Şeriat yönünden bütün mana ve hükümleriyle bilmek. Yâni, Kitabullah’ın sözlerinin, Şer’î istilah ve Arap dili yönünden ilmine bütün incelik ve teferruatı ile sahip olmak.

2- Kur’ân-ı Kerim’i ve bilhasa onun ahkamla ilgili kısmını tefsir eden ve Kur’an’daki manalarla ilgili bulunan bütün hadisleri ve sünneti bilmek. Ashâb-ı Kirâm’ın Kur’ân âyetleri hakkındaki görüşlerini ve Kitabullah'tan hangi yolla hüküm ve mana çıkardıklarını iyice tedkik edip öğrenmiş bulunmak.

3- Hadislerin metinlerini, bize nasıl ulaştıklarını, nakil ve rivayet eden kimselerin adalet ve kuvvetlerini, hadislerin söyleniş sebep ve şartlarını ve “usûl-i hadis” ve “hadis” ilimleri mevzuunda daha birçok incelikleri iyice kavramış olmak.

4- Nâsih ve mensûh meseleleriyle ilgili ilme vakıf olmak.

5- Kesinleşmiş bütün icma’ hükümlerini bilmek.

6- Kıyas ile ilgili ilme ve ihtisasa sahip olmak.

7- Son derece zeki, kavrayışlı, sezişli olmak.

8- Muttaki, müteverri’, âbid, sünnete mütemessik, adil, afif ve manevî derecesi yüksek olmak.

9- Bilhassa İslâmî sahada büyük kültür sahibi olmak.

10- Asrinin genel kültürü ile mücehhez olmak.

Mezhep kurucusu olan dört büyük imam, bu şartlara sahip büyük âlimlerdi. Ayrıca Asr-i Saadet’e çok yakındılar. Takvaları, faziletleri, vera’ları, dindarlıkları, salâbetleri çok yüksekti.

Onlardan sonra mezhep kurmak, mutlak içtihat yapmak yolu kapanmış, o devir geçmiştir. İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî, İmam Gazâlî, İmam Süyûtî gibi allâmeler, müceddidler bile bu yola girmemişken, zamanımızdaki birtakım akıl ve ilmi azların, mezhepleri yıkmak ve müceddidlik taslamak yolundaki şaşkınca faaliyetlerine ancak gülünür.

İmam-ı A’zam’ın yolunu bırakacağız da adam kıtlığında Abdurrahman Çelebilik taslayan nevzuhûrların peşinden mi gideceğiz?.. Aklımızı yitirmedik çok şükür!

Mezhep zaruridir

Bu devirde bir Müslümanın mutlaka bu saydığımız Sünni mezheplerden birine bağlı olması lâzımdır. Yukarda belirttiğimiz gibi itikatta iki, amelde dört hak mezhep vardır. Bunlar Ehl-i Sünnet mezhepleridir.

Bir Müslüman, hangi mezheptense, sadece ona bağlanır, ona uyar. Mezheplerin hükümlerini karışık şekilde tatbik etmek, dinî hükümleri oyuncak etmek demektir.

Cahiller ve az ilimlilerin içtihat yapmağa kalkışması, mezheplerin aleyhinde bulunmaları, Ehl-i Sünnet Müslümanlığına ve şu perişan ümmete büyük kötülüktür.

Ey temiz Müslüman!

Mezhebine sarıl, tam tatbik et. Mezhep düşmanlarının yaldızlı lâflarına kanma. Onlara bakarsan seni Asr-ı Saadet’in, Selef-i Sâlihîn’in saf İslâmlığına götüreceklerdir... Nasıl yapacaklarmış bu işi?.. İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b. Hanbel’i bıraktıracaklar ve böylece Müslümanlara doğru yolu bulduracaklarmış. Fesubhanallah!..

Mezhep fikrini yıkmak, Ehl-i Sünnet’i yıkmak demektir. İçinde bulunduğumuz şu felaketli, buhranlı, karanlık, zilletli, fetret devrinde dinimizin sâfiyetini ve varlığını koruyabilmek için Ehl-i Sünnet kalesine sığınmalıyız. Bu kalenin dört sağlam burcu vardır: Dört mezhep.

İç ve dış düşmanlar dinimizi yıkmak için içten ve dıştan kalemize saldırıp duruyorlar. Bu kalenin kapıları içtihattır. Onları, bu tehlikeli devirde açıp kullanmak cinnet olur. Zira selâhiyetsiz cahiller, akılsız gafiller, kötü niyetliler, hatta düşmanlar bile içtihat kapısından bize saldırır ve dinimizi bozarlar, Ehl-i Sünnet İslâmlığını dejenere etmeğe çalışırlar, reform yapmağa kalkışırlar.

Büyük âlimler mezhepsizdik aleyhinde değerli eserler yazarak ümmeti uyarmışlardır. Bunlardan birkaçının isimlerini veriyorum.

1- el-Lâmezhebiyye: Ahtar bid’a teheddid eş-Şeri’a el-İslâmiyye. Yazan: Dr. Muhammed Saîd Ramazan el-Buti.

2- Eşeddü'l-Cihâd fî ibtâl da’ve’l-ictihad. Yazan: Şeyh Dâvud el-Bağdadi.

3- Baraetü'l-Eş’ariyyin’ an akaidi'l Muhâlifin. Yazan: Ebû Hâmid.

4- Makalât Zahid el-Kevserî.

5- el-İctihad ve’l-Müctehidûn. Yazan: Ahmed İzzedddin.

6- ed-Dürer es-Seniyye fir-Red sale’l Vehhabiyye. Yazan: Şeyh Dahlan.

Bu mevzuda, daha yüzlerce ciddî ve ilmî eser verilebilir. Zerre kadar akl-ı selimi ve insafı olanlara şu altı eser yeter de artar.

Aziz din kareşlerim! İtikatta ve amelde Ehl-i Sünnet mezhebini bırakırsan yanarsın, ahiretine zarar verir, ebedî saadetini tehlikeye atarsın. Mezhepsilik, mezhepleri telfîk (birleştirme), Selefîlik, Vehhâbîlik gibi cereyanlar âlem-i İslâm’ı birleştirmez, bilakis perişan ederler. Nitekim manzara meydandadır.

Aziz kardeşim! Unutma: İnançta Mâturidî veya Eş’arî, amelde Hanefî veya Mâliki veya Şâfiî veya Hanbelî olacaksın.

Bunları bırakanlar bid’ate saplanırlar. Kaş yapayım derken göz çıkartırlar. Sapıtırlar, sapıttırırlar. Kimisi Mûtezile mezhebine, kimisi mücessime taifesine -bilerek veya bilmeyerek- katılır, ortalığı karıştırırlar.

“Bir Müslümanın külliyen yâni toptan, bütünüyle Şâfiî mezhebinden Hanefi’ye yahut Hanefi’ den Şâfiî’ye geçmesi Şer’an caizdir. Lakin -meselâ- Şâfiî mezhebinde bilâvat hullenin cevâzı gibi bir meselede, Hanefiyye'den birinin, sadece o meselede Şâfiî olmasına asla mesâğ-ı Şer’ î yoktur.” (Kunye)

Altı Ehl-i Sünnet imamı (önderi) ki, ikisi itikatta, dördü amelde imamdırlar; bu yüksek şahsiyetler Allah'ın Müslümanlara bir lütfudur. Onlara tâbi olmak bizler için büyük şeref ve nimettir. Onlar Allah'ın kitabini, Peygamberin sünnetini, zâhir ve bâtın bütün ilimlerini hepimizden iyi biliyorlardı. Hepsi veli idiler. Az uyurlar, az yerler, az konuşurlardı. İşleri güçleri İslâm'ın hükümlerini öğrenmek ve öğretmekti. Allah korkusu, Peygamber sevgisi, din aşkı ile gönülleri dopdoluydu. Abdestsiz yere basmazlardı. Gündüzleri sâim, geceleri kâim idiler. Dünya için zalimlere asla boyun eğmediler. İmam-ı A’zam zalimlere hizmet etmediği için ihtiyar hâlinde hapse atıldı, kırbaçlana kırbaçlana can verip şehit oldu. İmam Mâlik, bir içtihadı ve bir fetvası yüzünden Medine sokaklarında dövülerek gezdirildi. Sopa darbeleri altında yine de “içtihadımdan dönmüyorum” diye sesleniyordu. İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel Mûtezile mezhebinden sapıklara baş eğmediği, Kur’ân mahlûktur demediği için o kadar kırbaçlandı ki, etleri döküldü, yine de Ehl-i Sünnet yolundan taviz vermedi. (Kırbaç yaralarından şehiden vefat etmiştir.)

Yazıklar olsun ki şu devirde birtakım az ilimli, az akıllı, az anlayışlı bilgiçler çıktılar ve Ehl-i Sünnet’in kalesi olan mezheplere çatmağa başladılar.

Aziz din kardeşim! Mezhep meselesinde ne kadar yazsam azdır. Mezhepsizdik cereyanı öyle bir fitne, öyle bir bid’attir ki, İslâmiyet'i içinden yıkmağa çalışıyor.

Cenâb-I Hak milletimizi bundan ve öteki bid’at ve fitnelerden korusun. Amin.[1]

Tabakat-i Fukâha

İslâm’da fıkıh âlimleri yedi tabakaya ayrılır. Bunu öğrenmekte büyük faydalar vardır. Bu mevzuda, Seyişehirli Mahmud Es’ad Efendinin “Tarih-i İlm-i Hukuk”[2] adlı eserinin 235-236’ıncı sayfalarındaki bilgiyi aşağıda naklediyorum:

“1’inci tabaka ricaline “müctehid fi’ş-Şer” denilir ki, min gayri taklid Kitap ve Sünnet ve icma’ ve kıyastan kavaid-i asliye-yi vaz’ ve te’sir ve ahkam-ı fer’iyyeye istinbat eylemişlerdir. (Yani, birinci tabakadaki fakihler mutlak müçtehit, mezhep kurucusudur. Bunlar, başka âlimlere tâbi olup onları taklit etmeksizin Kitap, Sünnet, icma’ ve kıyas kaynaklarından temel kaideleri ortaya koymuşlar ve İslâm’ın amele ait hükümlerini çıkarmışlardır. Dört büyük imam bu tabakadandır.)

2’nci tabaka ricaline “müctehid fi’l-mezheb” denilir ki,üstadları olan birinci tabakadaki fakihler vaz' ve tesis ettikleri kavaid üzere edille-i şer’iyeden ahkam-ı fer’iyyeyi

İstibat ederler. Bunlar füru’da üstadlarına muhalefet etseler de usulde onları taklide mecburdurlar. Hanefi ulemasından İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed bu tabaktandır.

3’üncü tabaka ricaline “müctehid fi’l-mes’ele” denir. Bu ulema gerek usulde gerek füru’da sahib-i mezheplerine muhalefet etmezler. Belki sahib-i mezhepten sarahat olmayan vukuatta

üstadlarının bast u takrirleri; usul ve kaideleri veçhile istinbat-ı ahkâma muktedir olurlar. Ulema-i Hanefiyye’den Ebu Cafer Tahavi, Şemsü’l-Eimme el-Halvani, Şemsü’l-Eimme es-Serahsi, Fahrü’d-Din Kaadihan bu tabakadandır.

4’üncü tabaka ricaline “Ashab-ı tahric” denilir. Bunlar ictihada mezun değillerdir. Sahib-i mezhep tarafından vaz’ ve tesis edilen usul ile, iş bu usulün mehazları bunların mazbutu olduğundan sahib-i mezhepten veya sahib-i mezhebin ashabından menkul olup iki veche muhtemil olan mücmelleri usul ve kavaid-i mezkureye nazar ederek ve füru'dan nezairine kıyas eyleyerek tafsile iktidarları vardır. Tahric-i Kerhi, Tahric-i Razi bu kabildendir.

5’inci tabaka ricaline “ashab-ı tercih” denilir. Sahib-i mezhepten muhtelif rivayetler olduğu halde, işbu rivayattan bazısını baı ahar üzerine tercih ederler. “Şu rivayet evladır, bu rivayet essahtır, şu nasa erfaktır, bu kıyasa evraktır...”derler. Ulema-i Hanefiyye’den ve mukallidinden

Kuduri ve Hidaye sahipleri bu tabakadandır.

6’ncı tabaka ricaline “ashab-ı temyiz” denilir. Bunlar akval-i fukahadan kavi olanları zayıf olanlardan, zahir-i mezhebi ve rivayat-ı aifeyi kitaplarında zikretmezler. Ulema-i

Hahefiyye’den “Kenz”, “Muhtar”, “Vikaye”, “Mecma” sahipleri bu tabakadandır.

7’nci tabaka ricaline “ashab-ı fetva” denilir. Bunlar balada mekur umura muktedri olmayıp yalnız ashab-ı tercih ve temyilerine tabi olurlar. Ulema-i Hanefiyye’nin mukallidinden

Kuhistani, Dürer, Dürr-i Muhtar sahipleri bu tabakadandır.”

 

Aziz din kardeşim! Bundan 60 sene önce İstanbul Hukuk Fakültesinde okutulan bir kitaptan aldığım şu satırlardan anlaşılıyor ki, İslâm’ın fıkıh ilmi son derece muntazam,

tertipli, disiplinli bir yapıdır. Fukaha yedi tabakadır. Birinci derecede mezhep kurucusu mutlak müçtehit vardır. Sonra her tabakadaki alimin selahiyeti bellidir.

Bu din bin seneden beri bu yolla ilerledi, muhafaza edildi. Şimdi bu disiplini bozmak isteyen hafif akıllılar var. Aczlerine, cehillerine bakmıyorlar da kendilerini mutlak müçtehit zannediyorlar. İyi bilmelidir ki, Ehl-i Sünnet fıkhındaki bu ananevi düzen ve disiplin bozulduğu an korkunç bir anarşi başlayacak, sarf ve nahiv bile bilmeyen nice had-naşinasan (haddini bilmezler) bol bol içtihat yumurtlayacaklar, dinde reform yapmağa kalkışacaklardır.

Nasıl ki, bir orduda mareşalden onbaşıya kadar çeşitli rütbeler var, her rütbedeki kumandanın yetkileri var... İşte İslâm fıkhında da böyle bir nizam vardır. Mezhepleri

yıkanlar bilmeden, bin yıllık bir fıkıh düzenini, bir kültür hazinesini, bir irfan şah-rahını tarumar etmek istiyorlar. Cenab-ı Hakk onlara bu fırsatı vermesin. Âmin.

Bazı yaygaracıları peşinen susturmak maksadıyla şunu da belirtmek isterim: İçtihat kapısı nazariyatta kapanmamıştır. Fakat kullanmamak kararı almak zorunda kalınmıştır. Bunda

İcma’ hâsıl olmuştur. Bu devirde iki büyük sebepten dolayı bu kapıyı açmanın tehlikeli olacağını Ehl-i Sünnet uleması beyan etmişlerdir.

1- İslâm âlemi büyük buhranlara ve saldırılara maruzdur. Şimdi içtihat zamanı değil, mevcudu kurtarıp muhafaza etmek zamanıdır.

2- Şu zamanda mutlak müçtehit kalmamıştır.[3]

Ayrıca bu devride fıkhın muamelat, ukubat, münakehat, mufarakat, feraiz, evkaf, hudud, ta’zir ve ahkam-ı sultaniye gibi hükümleri yürürlükte değildir. Halbuki içtihat en çok bu

sahalarda yapılıyordu... Bu devir Müslümanlarına içtihat değil, taklit ve muhafaza lazımdır. Arif olanlara, fazla izahatistemez. Her şeyin zamanı vardır.

Sırası gelmişken İslâm fıkhının temel prensiplerinden birini, yine Mahmud Es’ad Efendinin mezkur eserinin 223’üncü sayfasından naklediyorum:

“Bir müctehid ictihadı, nass-ı Kur’an veya hadis ile tearuz etse, o müctehidin mukallidleri indinde, müctehidin fetvası müreccahtır. Halktan bir kimse için fukahanın kavliyle amel etmek lazımdır. Yoksa Kitap ve Sünnet’e temessük edemez. Ve keza halkın avam tabakası, geçmiş ulemanın kavilleriyle dahi amel edemez, belki kendi zamanının ulemasından mutemed zevatın kavliyle amel eder. Bir ayet veya haber (hadis) fukahanın mezhebine muhalif gelirse mensuh veya müevvel (tevil edilmiş) olduğuna veya tahsıys veya tercih vukuuna hükmedilir. Yoksa fukahaya vasıl olmadığına hamledilemez. Binaenaleyh fukaha nusus üzerine tercih edilir.”

Bu usul-i fıkıh kaidesi kısaca şunu diyor: Halktan din ilminde ihtisası olmayan bir kimse, din aliminin sözünü bir ayete veya hadise aykırı bulursa ne yapacaktır?.. Fakihin yani din aliminin sözüne uyacaktır. Çünkü bilgisiz kişinin gördüğü aykırılık zahirdedir. Alimin hata etme ihtimali azdır. Ama bilgisiz kişi yüzde doksan hata eder. Çok amiyane bir misal vereyim: Cahilin biri bir ayet meali okudu: “Namaza yaklaşmayınız...” diyor. Halbuki fakihler “Beş vakit namaz kılmak farzdır” diye hüküm çıkarmışlar. Şimdi, o cahilin aykırılık sandığı şey, aslında kendi cehaletinin eseridir. Zira ayetin tamamı “Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız” mealindedir!

Bu devirde halka düşen vazife, Ehl-i Sünnet alimlerinin fıkıh kitaplarını okumaktan ibarettir. Kendi kısa ve cahil aklıyla ayetten, hadisten hüküm çıkarmağa kalkanlar, Bektaşi fıkralarına mevzu teşkil edecek maskaraca hallere düşerler. Çünkü cahildirler, selahiyetleri yoktur.

Son senelerde yazılan bir kitapta -maalesef- bu fıkıh kaidesi tepetaklak edilmiş ve “nass ile fukaha kavli arasında aykırılık çıkacak görülürse nassa tabi olunur” manası çıkarılacak bir ifade kullanılarak cahil ve ehliyetsizlerin eline korkunç bir anarşi ve tahrip silahı verilmiştir.

Söyleşi: Abdi Kuloğlu

Kaynak: Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri


[1] Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve yardımına güvenerek mezhep düşmanlarına ve mezhepsizdik bid’atine karşı küçük bir reddiye hazırlamaktayım. Ayrıca intişar edecektir, inşallah.

[2] Hukuk Fakültesinde takrir edilen dersleri muhtevidir. İstanbul, Matbaa-yı Âmire, 1332,379 sayfa.

[3] Suudi Arabistan’da Vehhabi ulemasından ve müçtehit olduğu iddia edilen bir zat, dini bir mecmuada dünyanın küre şeklinde olmadığını ve dönmediğini iddia etmiştir!

YORUM EKLE