Selahaddin'in yaşadığı on ikinci yüzyılda çocuklar, yetişkinliğe çok daha hızlı bir şekilde adım atardı. Hükümdarların ve politikacıların arasında yetişen Selahaddin, henüz küçük yaşta devlet işlerinin idaresi ile ilgilenmeye başladı. On beş yaşına bastığında fen, matematik ve hukuk öğrenimini başarıyla tamamlayan ve askere yazılan Selahaddin, burada Sultan Nureddin'in öncülüğünde, amcası Esâdüddîn Şirkuh'tan askeri eğitimini aldı.
Birkaç yıl içinde generallere ve diğer askerlere savaş meydanındaki kabiliyetlerini ispatlamayı başaran Selahaddin'in kılıç kullanma kabiliyeti ve aldığı zekice kararlar komutanları tarafından fark edildi. Selahaddin, onurlu davranışları, adaleti ve mertliği ile âdeta orduda nam salmıştı; zira bunlar o dönemde herkeste bulunan özellikler değildi. Askeri yaşantısına sıradan bir erbaş olarak başlayan bu genç asker, kısa sürede saygı duyulan bir komutan oldu ve amcasının ölümünün ardından ordunun başına geçti.
Dönemin hükümdarı son nefesini verirken ülkenin yönetimini on bir yaşındaki oğlu Salih'e bırakmıştı; ancak yeni kurulan hükümdarlık oldukça güçsüzdü. Pusuda bekleyen düşmanlar yeniden hain planlar yapmaya başlamışlardı bile. Salih'in hükümdarlığını zayıf düşürmek istiyor ve yönetimi ele geçirmek için her fırsatı değerlendiriyorlardı. Önceki hükümdar Nureddin'in ölmeden önceki son isteği Müslüman ülkeler arasındaki anlaşmazlıklara son vererek İslâm dünyasını bir bütün kılabilmekti; fakat ülkenin dört bir yanında savaşlar patlak verirken oğluna miras bıraktığı hükümdarlığın çökmesi an meselesiydi. Selahaddin ise bu esnada kendisine büyük bir ordu kurmuştu ve tahtı ele geçirmek için var gücüyle savaşıyordu. Savaşta ön cephede yer aldı, ordularını büyük bir ustalıkla kumanda etti ve geçtiği yerlerde halkın takdirini kazandı. Sonunda da Müslüman dünyasını biraraya getirmeyi başaran kahraman bir savaşçı oldu.
Ülkenin yeni hükümdarı olan Selahaddin'in ilk icraatı Müslüman hanedanlıklarının kontrolünü ele geçirmek oldu ve Suriye, Mısır ve iki ülke arasında kalan geniş çöllerde yaşayan Müslümanların lideri hâline geldi. Daha sonra da gözünü Kudüs'ün kutsal topraklarına dikti. Bu, onun gelmiş geçmiş en tehlikeli fethi olacaktı çünkü yüzyıllar boyunca pek çok farklı dinden hükümdar kutsal toprakları ele geçirmeye çalışmıştı.
O dönemde Kudüs, Haçlı Seferlerini gerçekleştiren Avrupalıların kontrolündeydi. Bu nedenle Selahaddin'in kutsal toprakları fethetmek ve korumak için çok sağlam bir fetih planı hazırlaması gerekiyordu.
Haftalarca planı üzerinde çalışan Selahaddin, nihayet planın ilk adımını uygulayarak düşmanlarına bir tuzak hazırladı. Selahaddin ve askerleri, Haçlıların kontrolündeki eski Tiberya şehrine saldırdı. Bu saldırı karşısında küplere binen Haçlılar, hemen kılıçlarını ve mızraklarını kuşanıp kalabalık bir orduyla Tiberya'ya doğru yola çıktı. Haçlıların gelişi Selahaddin'i korkutmamıştı. Aksine, gelmelerini istiyordu. Düşmanları yemi yutmuştu.
Selahaddin, kendi ordusu ile Haçlılar arasındaki arazinin çöl olduğunu biliyordu. Tam tahmin ettiği gibi düşman ordu, çöl iklimine hazırlıksız yakalanmıştı. Haçlılar çok geçmeden susuzluk çekmeye başladı, kızgın güneşin altında bitap düşmüşlerdi. Selahaddin, ordusuyla zayıf düşen düşmanlarının etrafını sardı ve saldırıya geçti. Düşmanlarını yenilgiye uğratan ve hedefine çok yaklaşan kumandan, kutsal topraklara doğru harekete geçti ve Kudüs tamamen düşene kadar kenti kuşattı.
Kara haber tez yayılmıştı. Avrupalılar, kutsal toprakların kontrolünü kaybettiklerini duyar duymaz derhâl daha kalabalık Haçlı birlikleri toplayıp, onları Kudüs'e gönderdi. Yüzlerce çarpışmanın galibi olmayı başaran Selahaddin ilk kayıplarını vermeye başlamıştı. Ancak hanedanlığı saldırı altında olmasına rağmen Kudüs'teki hâkimiyetini var gücüyle korudu ve kutsal topraklardan vazgeçmeyi tüm gücüyle reddetti. İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard'ın bizzat savaşa katılıp, Kudüs'ü Selahaddin'in elinden almaya çalışma çabaları da sonuç vermeyince ateşkes yaptılar. Selahaddin, Kudüs şehrinin yeni koruyucusu oldu ve kentin kontrolünü elinde tuttu. Karşılığında ise Hristiyan hacıların hiçbir şekilde zarar görmeden kentten geçmelerine izin verdi. İngiltere kralı Avrupa'ya dönmeden önce Selahaddin'in askerî becerilerini, cesaretini ve iyiliğini resmî olarak tanıdı ve onu İslâm dünyasında hüküm süren gelmiş geçmiş en büyük Müslüman prensi ilan etti.
İlginç bilgi:
Selahaddin'in asıl adı, "Yusuf'un oğlu Eyüp" anlamına gelen Yusuf bin Eyyüb'dü. O dönemde İran'da erkek çocuklarına babalarının adının verilmesi yaygın bir gelenekti ve "bin", Farsçada "oğul" anlamına geliyordu. Yusuf, büyük bir savaşçı olarak kendini kanıtladığında ona "dinine bağlı, imanlı kimse" anlamına gelen Selahaddin unvanı verildi.
Kaynak: Dünyayı Değiştiren Sıradışı Müslümanlar