Neyzen Doç. Dr. Süleyman Erguner Beyefendi’yle ney'in manevi dünyasına dair röportajımızda sanat abidesi merhum dedesi Süleyman Erguner’in, merhum babası Ulvi Erguner’in hayatlarına ve ney'in tarihine dair konuştuk. Ney'in mübarek tarihi içinde insan-ı kâmil olunduğunu fark ettik.
Ney sakin mekânların feryadıdır ve bilhassa mevlevihanelerin. Ney'i günümüz koşullarında değerlendirdiğimizde gelenekle arasındaki bağı nasıl değerlendirirsiniz?
Evet, aslında mekânla birlikte ahenk konusudur; her ne kadar sadanın ona uygun bir mekânda feryadı orada bulunanları sarar ve manevi etkisi altına alırsa da Ney’in feryadı gönüllerin feryadıdır, vatanından ayrılanların üzüntüsünün feryadıdır. Tabii, ney'in müzik aleti olarak kültür tarihimizde Orta Asya’ya kadar olan süreçte var olduğunu; Hz. Peygamber (SAV) zamanında ney'in meclislerde üflendiğini, Resul Aleyhisselamın ney ve bendir dinlediğini aktaran kaynaklar var. Hz. Mevlâna’nın Mesnevi'sine “Dinle Ney’den” diye başlaması bu tarihi akışın neticesidir. Mevlâna’nın meclislerinde ney üflenmesi, gazeller eşliğinde ney üflenmesi ve sema edilmesi, Mevlana’nın gazel söyleyerek sema etmesi, ney'in Mevlevi tarikatında ön planda olmasını sağlamıştır. Öyle ki ney ve sema bir olmuştur. Ney’in feryadı, insan-ı kâmilin feryadıdır. Ben bu feryadın üzüntü ifade etmesinin yanında; sevgilisine kavuşan insanın, gülüne kavuşan bülbülün, Allah’a kavuşma heyecanında olan insan-ı kâmilin bundan duyduğu neşe ile feryat ettiğini düşünüyorum veya böyle hissediyorum.
Ney'in ait olduğu coğrafya düşünüldüğünde akla ilk gelen Anadolu oluyor. Malumunuzdur ney'i tekkeden, mevlevihaneden bağımsız düşünemeyiz. Ney'i tasavvufi bir enstrüman olarak düşündüğümüzde Hindistan’ın da Anadolu gibi ney'e aşinalığı var mıdır?
Mevlana’dan sonra ney'in var olduğu mekânların başında mevlevihaneler gelmiştir. Konya’da Mevlana Dergâhı’ndan yayılan mevlevihane anlayışı, Afyon, Kütahya, Gelibolu, İstanbul’daki mevlevihanelerle ve Osmanlı İmparatorluğu’nun büyümesiyle kuzeyden güneye, doğudan batıya imparatorluk toprakları içinde zaman içinde 101 mevlevihane açıldı ve başta Mevlevi kültürü, dini ve tasavvufi hayat, diğer bilimsel ve sanatsal konuların işlenmesi bu kültür-ahlak-tasavvuf-sanat-dini eğitim potasındaki değerler, tüm coğrafyada vücud buldu ve kendisini geliştirdi. Kahire, Tebriz, Kırım, Peç mevlevihaneleri, İstanbul ve Anadolu’daki mevlevihanelerle her türlü ilişkiyi sürdürerek faaliyette bulunmuşlardır. Rahmetli hocamız Prof. Dr. Süheyl Ünver, mevlevihaneler için ‘Mevlevi Akademisi’ tabirini kullanırdı.
Ney, sema töreninin nefesidir. Mevlana’nın ve sonraki Mevlevilerin ney'i ‘nây-ı şerîf’ diye ifade etmesi, onların ney'e verdikleri önemi ortaya koymuştur. Böylelikle yegane nefesli enstrüman olarak, daha doğrusu Allah aşkıyla dolu nefeslerle ses veren bir kamış olarak, Anadolu’yu aşarak doğuya, batıya, her yere ulaşmıştır. Neyzen lafzında yer alan ‘zen’ kelimesi doğunun tasavvuf anlayışının kısaca ifade edilmesidir. Hindistan ve Japonya’da ney gibi kamıştan yapılarak ney gibi feryad eden enstrümanlar Doğunun tasavvuf yolunun önemli elemanları olmuştur. Hindistan’ın ney'e ilgi duymasını, orada mesnevi okunmasının sebebi, Müslümanların yıllarca Hindistan’ı yönetmesi, Farsça’nın yaygın olmasıdır. Diğer taraftan, Mevlâna’nın babası sultânü’l-ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled, Necmeddin-i Kübrâ’nın talebesidir ve dolayısıyla Mevlevilik Kübrevî tarikatıyla ilgilidir ki Nakşibendîliğe çok yakın olmasıyla ve Hindistan’daki yaygınlığıyla bilinmektedir.
Ney ile neyzenin ilişkisini “Ney neyzenin dudağına esir olmalıdır” diyerek açıklıyorsunuz. Pekâlâ, ney ile semazenin ilişkisine dair neler söylersiniz?
Evet, ney, semaın sesi, semazenin nefesidir. Semazenin sema ederken duyduğu manevi duygulara, yok olmaya eşlik etmektedir. Neyzenin olduğu kadar, sema eden dervişin de feryadıdır. Muhakkak ki neysiz, kudümsüz bir sema olabilir; semazenin aşka gelip sema etmesi, cehren zikr eden bir dervişin zikri gibi olabilir, kalbîdir, sırların tezahürdür. Allah aşkıyla dolu dervişin zikr etmesidir sema… Ney, bu noktada, bu manevi döngünün sesi oluyor.
Ney’in neyzeninin dudağına esir olması aslında musiki tekniği açısından da değerlendirilebilir, burada maksat neyzenin ney'e hakim olması olduğu kadar, dudağın fonksiyonu ve içten gelen aşkla dolu nefesin “Hudâ Hudâ” diyerek ney'in içine üflenmesidir. Maksat, nota çalmak değildir, Allah aşkıyla üflemektir. Mevlana’nın Mesnevi’sinde geçer: “Ger bulaydım hemdem ü demsâzımı/ Ney gibi ifşâ ederdim râzımı” (Ney gibi ben de dudağına alıp busesinin yakıcı nefesiyle beni yakacak bir yâr bulaydım, bu sır bende kalır mı idi, ney gibi çağlar inlerdim.) İşte bu çağlayan ney'in sırrını duyabilen semazenin seması, sâliklerin semaı oluyor.
Ney üfleme, Allah’ın ruha üflemesi… Bu benzerlikten yola çıkarak insanı mı yoksa ney'i mi merkeze alıyorsunuz?
Ney ile insan veya aslında insan-ı kâmil arasında fark olmadığına göre; ney'in merkezden bağlamında ney'in ruh olduğu ne kadar mümkünse, vahdet-i vücut olmuş veya olmak isteyen insan-ı kâmilde, büyük yaratanı görebilmek, Allah’ın sevgili kulu olarak, sur-u israfile üfleyebilmektir esas olan, davamız bu olmalıdır. 1806 tarihli bir yazma eser olan ve yazarı bilinmeyen, Edvâr-ı İlm-i Musiki’de ney isminin harfleriyle (nun ve ye) Yasin Suresi’nin harflerinin ebcedle aynı hesaba geldiği (nun ve ye toplam 60), bu maksadın Hz. Muhammed (SAV) demek olduğunun bilinmesiyle, erbablarınca ney'den maksadın Hz. Muhammed Aleyh’i-selamın ism-i şeriflerine işaret olunduğu açıktır. Aynı şekilde Adem ile Havva’nın ebced hesabıyla 60 adet olması göz önüne alındığında ney'den maksadın Adem ile Havva olunduğuna işaret edilmiştir. İşte, ney'in merkezde olmasının tarihsel ve manevi işaretleri.
Ney bir ayin midir? Ney üflediğinizde üzerinize çöken “hal”i nasıl ifade edersiniz?
Tabii ki ney başlı başına bir ayin değildir; ancak bir ayinin sesidir, sembolüdür, güzelliğin, birliğin, ahlâkın, kısacası insan-ı kâmilin yani bütün bu değerleri taşıyan ve yaşayan insanın sembolüdür. Sorunuzda, “ney üflediğinizde” diyorsunuz, bu ifade tamamen ney'e yüklenen, ney'den beklenen, ney'de görülen derin maneviyattır, tasavvufi bakıştır. Tasavvufta “hal ehli”, “hal olma”, “hemhal olmak” gibi deyimler vardır. Bu durum, kişinin Allah sevgisi ile hallenmesi; en önemli işinin bu olması ve böyle hallerle yaşadığı her anın göstergesidir, şimdiki zamandır. Mevlevi âyinlerinin 2. ve 4. selamlarında çok geçen şu beyit, neyzenin ney'e üflemesini, ruha üfleniş gibi zikreder. Ney diyor ki neyzene “bana üflersen canlanırım”: “Sultân-ı menî, sultân-ı menî, ender dil ü cânîmân-ı men/ Der men bedemî men zinde şevem; yek cân çî şeved sad cân-ı men” (Sultanımsın sultanımsın gönlümde canımda îmanımsın/ Bana üflersen ben canlanırım; bir can da nesi, benim bin canımsın) İşte bu hal içinde bir köşeye çekilip ney'imle hemdem olduğumda nây-ı şerîfi üflediğimi hissediyorum, zikr-i ney oluyorum.
Bunun dışında, eğer bir musiki eserini icra etmek gibi gayemiz varsa, musiki yapıyoruz, Neyzen Emin Efendi ve şakirdi neyzen Dr. Emin Kılıçkale’nin de söylediği gibi “sanat” yapmaya çalışıyoruz, ney çalıyoruz… Ben, her zaman nây-ı şerifi üflemeyi tercih ediyorum, ondan zevk alıyorum. Hatta eskiden mevlevihaneler açıkken sadece şah ney üfleniyormuş, ben de çocukluğumdan beri şah ney'i elimden düşürmemeye çalıştım. Şükür olsun, 1995’te ilk ve hâlâ tek olan “Şah Ney” albümümü gerçekleştirdim.
51 yıllık ömür;bir sanat abidesi hafız, müezzin, neyzen ve 11 yaşına kadar annesini, babasını yitiren, yalnızlığını sanatla bütünleştiren güzide bir sanatkâr olan dedenizin ölüm yıl dönümüydü 1 Aralık. Dede Süleyman Erguner’in toplumumuzdaki karşılığı nedir? Ne ifade ediyor?
Evet, Dede “kutb-ı nâyî” Süleyman Erguner’i, toplumumuzdan önce, Erguner Ailesi açısından ele almamız lazım. Ben, büyükbabamı büyük bir su kaynağına benzetiyorum, şelale gibi gürül gürül akmış ve sonrakilerle akıyor. Dediğiniz gibi 11 yaşından itibaren kendini yetiştirdiği gibi, ney'de bile kendi kendinelik var. Yani, sadece ney'in muhteşem sesine gönlünü ve aklını kaptırmış; babası Hafız Hasan Efendi’den ve çevresindeki üstadlardan almış olduğu hafızlık ve musiki bilgisiyle hızla ilerlemiş, genç bir neyzen olmuştur. Dedemin bu hali çok gizemlidir benim için; ben yine de o dönemlerde faaliyette olan Yenikapı Mevlevihanesi’nden ve oradaki üstadlardan meşk etmiş olduğu düşüncesindeyim.
Tekel Tütün Bölümündeki memuriyeti dolayısıyla, Anadolu’da gittiği Çarşamba, Burdur, Kütahya gibi yerlerde ney üflemiş, neyzenler yetiştirmiş, ney ve musiki kültürümüzü, Mevleviliği buralarda yaymıştır, ney misyoneridir bu anlamda ki cumhuriyetin 1940’lı yıllarını düşünürseniz, musikimizin göz ardı edildiği bu dönemlerde çok önem taşır bu çalışmaları. Kütahya’da ün kazanan neyzen ve ressam Ahmet Yakuboğlu ve birçok neyzen, dede Süleyman Erguner’in talebeleridir, buralardaki “şah ney üfleme” geleneği dedemden kalmadır.
İstanbul’a dönüşte, Fatih-Sultanselim’deki köşk denebilecek kadar büyük evlerinde Salı akşamları musiki meşkleri yapılırmış; dönemin edebiyatçısı, şair, musiki üstadları, ney ve musiki talebeleri bu evde yetişmişlerdir. Hatta Dr. Alaeddin Yavaşça, Dr. Nevzad Atlığ, Niyazi Sayın gibi üstadlar dede Süleyman Erguner’den feyz almışlardır.
Özellikle, büyük oğlu, merhum babam “kutb-ı nâyî” Ulvi Erguner’i ney ve musikide yetiştirmiştir ki, bugün ney'de “Erguner tavrı”, “Erguner ekolü” sözü ediliyorsa, dedemde başlayıp babamla devam eden ney üfleme tarzıdır bu oluşum. Babamın da ne yazık ki 50 yaşında vefatıyla bu zincir ciddi bir kırılma noktası yaşamışsa da bizlerin çocukluğumuzdan beri ney çalışmamız, babamızdan meşk etmemiz bu kırılmayı önlemiştir hamdolsun. Çapa’daki evimizde 5 yaşlarımda ney üflediğimi ve gittikçe ilerlettiğimi söyleyen mahalle komşularımız var, onlar benden daha çok hatırlıyorlar bu dönemleri.
İlkokulda okurken ney'imi de okula götürüp bir köşede üflerdim. Ortaokul ve lisede artık etkinlik-dinleti yapma durumuna gelmiştim. İlk Mevlevi ayini törenine 1973’te 16 yaşında katılmıştım. Böylece, Dede Süleyman Erguner ve Ulvi Erguner’in önemi ortaya çıkıyor. Ayrıca, 1 Aralık 1953 tarihli gazetelerde dede Süleyman Erguner’in vefatı sürmanşet çıkmıştır. Yani ilk sayfada büyük puntolarla ifade ediliyor. “Neyzen Süleyman Erguner vefat etti” haberi, bize dedemin toplumuzun kültür ve sanat alanındaki yerini ve önemini çok güzel gösteriyor. Aynı şekilde babamın vefatı da 17 Kasım 1974 tarihli gazetelerde baş haber olarak verilmişti ve dedemin cenazesi gibi babam da Fatih Camii’nden Edirnekapı Şehitlik’e kadar eller üstünde ilahiler, tekbirlerle uğurlanmıştı. Allah, herkese böyle tören nasip etsin.
Dedeniz Süleyman Erguner’i günümüzde yaşatacak çalışmalar var mı? Bu çalışmalar tatmin edici mi sizce? Örneğin Kültür Bakanlığı'nın bu konuda çalışmaları oluyor mu?
Şahsen, zaman zaman, vefat yıldönümlerinde anma etkinlikleri yapıyorum; bunlar konser şeklinde, panel veya sohbet gibi toplantılarla yapılıyor. Tabii benim dışında da bu çalışmalar yapılıyor, hatta 2013 yılındaki dedemin vefatının 60. yılı dolayısıyla Kubbealtı Fetih Cemiyeti’nce bir program yapılmış. Bunun dışında, radyoda anma programları oluyor. Özel radyo ve televizyonların musikimizle ilgilenmediğini biliyoruz. Bu gibi radyo-tv programları TRT’de yapılıyor. Bazen de hem konserlerde, hem radyolarda, hem de albüm gibi yapımlarda dede Süleyman Erguner’in eserleri seslendiriliyor ve yayınlanıyor.
Bu noktada dedemin bir bestekâr olduğu, hatta kudretli bir bestekâr olduğu herkesçe bilinmektedir. Sözlü eserleri, saz eserleri icra edilmektedir. Meselâ, sözleri Yahya Kemal’e ait olan “Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler” diye başlayan rubaisini dedem Uşşak makamında bestelemiştir. Bugün, Türk musikisini öğrenen herkesin öğrendiği ilk eserlerdendir kısaca “Erenler” diye geçen bestesi… Yine, sözleri Hacı Bayram Veli Hazretlerine ait olan “Noldu bu gönlüm, noldu bu gönlüm” adlı ilahisini Uşşak makamında bestelemiştir. Bu eser de, yurt içi ve yurt dışında dini ve tasavvufi toplulukların, mevlid törenlerinin başta gelen eserlerindendir. Dedemin ve babamın hayatının, yaptığı çalışmaların, eserlerinin bir arada bulunması maksadıyla “Neyzen Erguner” diye bir kitap yayınladım. Bu kitap, 1900-1974 tarihleri arasındaki iki neyzenin sanat çalışmalarını, mücadelelerini, Mevlevilik ile ilgili hatıraları bulunduruyor. Çok şükür, baba ile oğlu bu kitapta bir araya getirdim. Aslında, bu kitaptan çok güzel bir belgesel yaratılabilir. İnşallah, özel veya resmi imkânlarla yapmaya gayret edeceğim.
Şimdi, bu yukarıda anlattığım tüm çalışmalar yeterli gibi görünse de, bunlar bireysel gayretlerle yapılıyor. Bu bakımdan benim için yeterli olmuyor, bu noktada devleti, Kültür Bakanlığı'nı ve diğer resmi kuruluşları da anma ve yayma faaliyetlerinde görmek istiyorum. Ne yazık ki, resmi devlet destek ve ilgisinin daima aynı kişiler üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. Bu durum anlamsız olmakla birlikte, zaten sınırlı olan imkânların boşa gitmesidir.
5 yaşındaki bir çocuğun babasına “neyzen olacağım” demesi… Babanız merhum Ulvi Beyefendi’nin ney'e yönelmesinde merhum dedenizin elbette etkisi vardır fakat merak ettiğim bu yönlendirme ne şekilde olmuştur?
Bu konuyu yukarda ifade ettim, 5 yaşında “neyzen olacağım” diyen çocuk bendenizim. Benim ney'e yönelmem sanırım içgüdüsel oldu. Farkında olmadan, doğal bir meylediş ney'e. Çünkü, her gün evde saatlerce babanız ney üflerse, olacağı bu… Daha sonraları herhangi bir engel ve veya baskı olmadı; kendiliğimden ben de saatlerce ney üflemeğe başladım. Hatta üflerken çok zaman uyuyakalıyormuşum.
Meşklerimizde genelde ben sorarak başlıyordum; yemekte, akşam çay içerken, babam ney üflerken hem kendisini dinliyor, izliyor ve soru soruyordum. Bazen bütün gün süren bir haldi. Nâyî Osman Dede’nin Uşşak Âyin’ini çalışıp akşam babam geldiğinde ona icra etmek büyük bir heyecan olduğu kadar zevkti. Bazen de konular hakkında uzun sohbetler yapıyorduk.
Ney'in radyoya getirilişi, merhum Ulvi Erguner ve oğulları Kutsi ile Süleyman Erguner’in yetiştirilmesi kadar değerli bir hizmettir. Bu hususta dedenizin bu çalışmasının ayrıntılarını anlatır mısınız?
Bu soru da çok önemli. Cumhuriyet öncesinde ve sonrasında farklılık vardır ney ve Mevlevilik tarihinde. Düşünebiliyor musunuz, bir gün verilen kararla bütün mevlevihanelerde yaşayan insanlar kapı dışarı edildiler ve bu tarihi, akademik, manevi ahlaki, ilmî, eğitici mekânların kapılarına da kilit vuruldu. Ne yapsın bu dervişler; okuduğumuz, duyduğumuz kadarıyla çoğu gariban şekilde, parasız, zor şartlarda ortalıkta kalmışlardır. İşte, suyu kesilmiş bir musluk gibi, biraz önce gürül gürül su akan musluk hiçbir işe yaramıyor; çünkü yapabileceği şey sadece o bereketi akıtmak… Bu üzücü halin birçok yansıması birçok konuda olmuştur, biz ney ve musiki konusunda baktığımızda, buralarda yapılan musiki ve günümüzde yanlış kullanılan “tekke tavrı” diye bilinen ney icrası da kesilmiş hale geldi…
Efendim, günümüzde bazıları “Ergunerler tekke tavrı çalıyor, falanca kişi ney'e yeni bir tarz getirdi, daha modern çalıyor” filan diye laflar ediyor… Bu tamamen saçmalık; ney, neydir, dergâhta, ayinde, Dede Efendi’nin Bestenigâr Mevlevi Âyini’ni nasıl çalıyorsan, Dede Efendi’nin Nevâ Kâr’ını nasıl çalıyorsan ney aynıdır. Yoksa, “Batı” müziği denilen fakat şahsen Avrupa Müziği dediğim müzikte geçen legato, kromatik, vibrato vs. gibi nüanslarla ney üflemeye kalkarsan git o zaman flüt çal kardeşim… Dede Efendi’nin eserlerine bunları uygulamaya kalkarsan da böyle bir şey yapmaya hakkınız yok, tıpkı Sultanahmet Cami-i Şerif'ine çivi çakamayacağınız gibi. Eğer “ney'de bu nüansları çalalım, ney'e teknik getireceğim” dersen hodri meydan, al ney'ini, Bach’ın, Mozart’ın vs. eserlerini çal!
Bu cümleden olarak, 2014 Mayıs’ında Cemal Reşit Rey Senfoni Orkestrası’yla solist olarak konser verdim ve bizim musikimize ait eserlerin yanında Bach, Debussy gibi bestecilerin eserlerini icra ettim. Tabii, değişik bir durum, ney'in bunu nasıl yapabildiğini görünce şaşıranlar oldu, benim çok hoşuma gitti bu şaşırmalar... Sorular filan oldu, cevabım şöyleydi; “ney muhteşem bir enstrümandır, onunla dünyanın bütün müziklerini icra edebilirsiniz. Ancak, bu durumda sadece müzik ve sanat yapabilirsiniz. Gerçek ney, nây-ı şerif üflemek başkadır, o kendini taksimde, ilahide, ayinde, bestede, kârda, saz semaisinde, bilcümle bizim eserlerimizde, 'ney üslûbuyla' ifade eder.”
Ney'in tekkelerden dergâhlardan kapı dışarı edilmesinden sonra, o dönemlerde radyo vs olmadığı için halk, gerçek musikiden, ney'den mahrum kaldı, 1925’ten sonra… Bugünkü gibi konser mekanları da yok. Gerçi bu mekanların bugün de çok az olduğunu söylemek lazımdır. Çare evlerde, dönemin ileri üstadlarının, musikiyi seven halkın imkanlarıyla evlerde, köşklerde, yalılarda özel olarak icra edilmeye başlandı. Dini ve klasik musiki, gittikçe yerini fasıl musikisine, şarkı formuna bıraktı. Bu gidişatın içinde ney yerini aldı ancak, dergahlarda üflenen şah neyler, mansur neyler genelde terk edilip, nısfiye dediğimiz ney'in yarı uzunluğunda ve akordunda neyler üflenmeye başlandı musiki piyasasında, gerek taş plaklarda, gerek fasıllarda -ki Şehzadebaşı fasılları çok meşhurdur- 1940’lı yıllarda.
İşte, dede Süleyman Erguner, bu akımda yer almadı ve meşk ettiği musikiyi, şah ney'ini bırakmadı. Gerek kendi evinde, gerek diğer üstadların evlerinde, Üsküdar, Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi’nde şah ney üfleyerek yani nay-ı şerif üfleyerek devam ettirdi gerçek ney üslûbunu… Bu döneme ait hatıra kayıtlar elimizdedir. Bu sıralarda, 1948’lerde Sirkeci’de Postahane’den yapılan radyo yayınlarında ve daha sonra açılan İstanbul Radyosu’nda dede Süleyman Erguner, işte bu gerçek ney icrasını, dergâhlardaki ney'i, nây-ı şerifi, radyo mikrofonlarından halka vermeye başladı. Tabii dönemin diğer ney üstadları da vardı. Enteresandır, Neyzen Emin Efendi’nin vefatı 1945 yılında olmasına rağmen elimizde sadece 1-2 dakikalık Hüzzam taksimi vardır. Bunda bir isteksizlik mi var, ihmal mi var bilemiyoruz. Bu bakımdan dede Süleyman Erguner’in ney'ini alıp radyoya getirmesi ve gerçek, özlenen ney üslubuyla icrası; topluma ney'in kazandırılması açısından çok, çok önemlidir. Rahmetli neyzen Akagündüz Kutbay (ö.1978), bu konular üzerinde konuşurken şöyle demişti bana: “ Süleyman, dede Süleyman Erguner, ney'i musikimize kazandırdı, baban Ulvi Erguner hocam da bana ney'i sevdirdi, ben hep radyo dinliyordum çalışırken, babanı dinliyordum.”
Böylelikle, ney üslûbunun radyodan halka kazandırılmasında, baba-oğul Erguner’lerin önemi ortaya çıkıyor. Allah onlara ve tüm göçmüş neyzenlere rahmet etsin, çalışmalarını, gayretlerini sevap hanelerine yazsın.
Son olarak, birçok öğrencinizi neyzen olarak yetiştiriyorsunuz. Babanızdan emanet aldığınız neyzenliği kime emanet edeceksiniz? Bu usta-çırak ilişkisi devam edecek mi?
Daha lisedeyken okul arkadaşlarıma “gelin size ney öğreteyim” derdim, bende ney öğretme gibi tutku vardı, ney üflemenin yanında. Önceleri Kültür Bakanlığı Devlet Konservatuarı olan ve 1981’den itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde, Türk Musikisi Devlet Konservatuarı adıyla faaliyet yapan okulumuzda 1977 yılından itibaren asistan olduğumdan beri devam eden ney öğretmenliği-eğitmenliği yaklaşık 38 yıldır devam ediyor. Bu zaman zarfında birçok neyzen yetiştirdik. Bu derslerimde hem meşk sistemini, hem de konservatuar eğitim sistemi altında metodik tarzı da bularak, geliştirerek çalıştım. Herkesin konservatuara gidemeyeceğini, herkesin hoca bulamayacağını düşünerek, ayrıca 1986 yılında ülkemizin ilk “Ney Metodu”nu yayınladım.
Tabii ki benden önce, üstadlarımız tarih içinde ney öğretisi hakkında sözlü bilgi dışında yazılı bilgiler de verdiler, hatta bazıları metod adıyla da yazılmış, ancak yayınlanmamıştır. Neyzen Emin Efendi’nin Ney Metodu Osmanlıca olarak elimdedir, keza neyzen Hayri Tümer’in Ney Metodu, Santuri Ziya Bey’in Ney Metodu vardır. Bu metodların ışığında, ilk yayınladığım metodu tekrar ele aldım ve derslerdeki pratikleri de koyarak yeni ve 2 CD uygulamalı Ney Metodu’mu 2002’de yayınladım. Böylelikle, ülkemizde ve dünyanın her yerinde birçok ve tanıyamadığım öğrencim oluyor. Özellikle, konservatuarda 11 yaşından itibaren öğrencim olan, bugün aynı okulda ney hocası olan neyzen Dr. Ali Tüfekçi, çok çalışkan ve her haliyle neyzenliğe yakışır bir öğrencimdir. “Erguner üslûbu”na hayran olmasının yanısıra, kendi tarzını yaratmaya çalışmaktadır. Ayrıca, halen tıp fakültesinde okuyan ve geleceğin çok iyi bir doktoru ve neyzeni olacağına inandığım Mehmet Şerefoğlu da çok sevdiğim ve üzerimizdeki ney tarzını, neyzenlik, musiki kültürünü emanet edebileceğim usta-çırak modelindeki çok sevdiğim öğrencimdir.
2006 yılında TRT’den emekli olunca, Süleyman Erguner Ney Atölyesi’ni açmıştım ve burada ney yapımına daha çok zaman vermiş, ney desleri vermiştim. Burada da çok öğrencim oldu. Halen atölye faaliyetim olmasa da zaman ayırabildiğim ve mekân bulabildiğimde, uygun gördüğüm dostlarla meşklerimize devam ediyoruz. Oğlum Ulvi Murat Erguner ve kızım Neycan Erguner de eğitim hayatlarında vakit bulabildikçe ney üflemeye gayret ettilerse de oğlum mühendis, kızım da mimar olarak ney'lerini baş uçlarında tutuyorlar, kendilerine göre üflüyorlar, profesyonel anlamda neyzen olmanın peşinde olmadılar.
Bir sanatçı, bilhassa bir neyzen ait olduğu toplumun en önemli değerlerindendir, çünkü neyzenin varlığı toplumun zenginliğidir ve bu zengin değerimiz olan şahsınıza bu söyleşi için teşekkür ediyorum. Ney ile neyzenin muhabbetini daha uzun zamanlar yaşatmanız dileğiyle...
Çok teşekkür ediyorum ve sözlerime üstad Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizeleriyle son vermek isteriyorum: “Mesnevî şevkini eflâke çıkarmış nâyız/ Haşre dek hem nefes-i Hazret-i Mevlânâ’yız”
Salih Ağbalık konuştu
Kutbünnayi, yani Neyzenlerin Kutbu Süleyman ve Ulvi Ergüner değil, Niyazi Sayındır. Fanatizm kokmasın bu sözler, ney üfleyen herkese saygım vardır fakat Niyazi Sayın'ın sadâsı bile farklı, neyde bir ekoldür Niyazi Bey...