Necip Evlice: Kafasını karıştırmayan, çarpmayan, suya sabuna dokunmayan eserlerden ne alabilir ki insan?

Usta/çırak ilişkisinin temelde bir “edep” boyutunun olduğunu kabul etmemiz gerekir. Onun için usta/çırak dediğimizde, bir işi öğrenmekten çok, insanın kendini terbiye etmesini, eğitmesini, derinleşmesini anlarız. Görerek, gözlemleyerek, izleyerek, örnek olarak öğrenme boyutu da ayrıca önemlidir. Necip Evlice, İkra Harmancı'nın sorularını cevapladı.

Necip Evlice: Kafasını karıştırmayan, çarpmayan, suya sabuna dokunmayan eserlerden ne alabilir ki insan?

Şair ve Yazar olarak tanıdığımız Necip Evlice meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Meslekî kimlikten kastınız “Şairlik ve Yazarlık” ise, ben mesleğime şair ve yazar diyemiyorum. Bu iki nitelik, benim için meslek olmaktan daha çok, özel ilgi alanları olarak tanımlanabilir. Eğitimini aldığım meslek kütüphaneciliktir ama çalışma hayatım boyunca da kütüphanecilik yapma şansım olmadı. Yani herhangi bir kütüphanede çalışmadım. Ancak matbaacılık ve yayıncılık alanını fiilî meslek olarak kabul edebiliriz. Bunların dışındaki Necip Evlice’yi biraz gezgin, biraz fotoğrafçı olarak tanımlayabilirim. Asıl uğraşı alanlarımın dışında severek yaptığım şeylerin başında fotoğraf çekmek ve mümkün olduğu kadar değişik coğrafyalara seyahat etmek var. Yeni yerler görüp, yeni keşifler yapmak, karşılaştığım yeni ve farklı şeylere şaşırmak bana çok iyi geliyor.

Büyüdüğünüz, yetiştiğiniz ortam nasıl bir ortamdı? Aklınızda kalan birkaç hatıra varsa dinleyebilir miyiz?

Ben de Nuri Pakdil gibi Maraş doğumluyum. İlkokul eğitimim bitinceye kadar doğduğum yer olan Andırın ilçesinin Kabaklar köyünde yaşadım. Zor bir çocukluktu. Kuş uçmaz kervan geçmez cinsinden bir köyümüz vardı. Mevsimlik işler için ailecek Çukurova’ya çalışmaya giderdik. O yıllar benim için derin anlamlar barındıran hazinelerle doludur. Çukurova’da, çadırlarımızın arasında sivrisineklerden geçilmeyen akşamlarda, çevresine toplandığımız ateşin başında köyümüzün büyüklerinden Ali Amcamızın anlattığı ve pür dikkat dinlediğimiz fantastik hikâyeleri, Kaf-ı Küf dağlı, Zümrüd-ü Anka’lı, dipsiz uçurumları, ateşten nehirleri, dalları yerde kökleri gökyüzünde ağaçları olan masalları hiç unutmadım. Modern zamanların fantastik filmi Avatar’ı izlerken, âdeta Çukurova’da, bir pamuk tarlasının kenarında çadırlar arasında yanan ateşin başında tüm çocuklar toplanmış Ali Amcayı dinliyor gibiydim.

Ortaokul ve liseyi Kahramanmaraş’ta okudum. Maraş Lisesi mezunuyum. Lisede okuduğum yıllarda, hatta ortaokuldayken de hasbelkader şiirler yazmaya çalışıyordum. 1976 yılında Kahramanmaraş Lisesi’ne başlamıştım. O yıl, okul içinde yapılan şiir yarışmasına yakın olduğum bir sınıf arkadaşımla birer şiir yazarak katılmıştık. Benim şiirim mansiyon almıştı. O şiirimi kaybettim ama efsane edebiyat öğretmeni Mustafa Atatanır’ın mansiyon ödülü olarak imzalayıp verdiği Yahya Kemal’in Eğil Dağlar kitabı kütüphanemde hâlâ durur. İşte bu vesileyle, edebiyat-sanatla uğraşan bir grup arkadaşla şair dostum Duran Boz aracılığıyla tanıştım ve onlarla birlikte olmaya, zaman geçirmeye başladım. İlk ciddî okumalarım bu dönemde başladı. Yerel bir gazete olan haftalık Işık gazetesinin bir sayfasını “Sanat-Edebiyat” sayfası olarak hazırlıyorduk. Bir süre sonra “Kelam” adında bir de aylık dergi yayımlamaya başladık. İşte bu süreçte Edebiyat dergisini ve Edebiyat Dergisi Yayınları’nı da takip ediyorduk. Yeni yayınları da takip ediyor, temin ediyor, okuma ve kritik etme eylemlerini arkadaşlarla birlikte yapıyorduk. Edebiyat dergisini, Nuri Pakdil’in kitaplarını da bu dönemde okudum. Nuri Pakdil’le gıyabî tanışmam bu şekilde oldu ve bu gıyabî tanışıklık lise bitinceye kadar devam etti. Lise yıllarım, 12 Eylül 1980 Darbesi’nin hemen öncesi yıllara denk geldiği için zor ve sıkıntılı yıllardı. Okumak, düşünmek, anlamak gibi kavramları içinde bulunduğum arkadaş grubuyla birlikte geliştirip içlerini doldurmaya çalışıyordum. Bu çalışmaların hayatımın ilerleyen dönemlerinde çok önemli faydalarını gördüğüme inanıyorum.

Üniversitede Kütüphanecilik bölümünü seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Bu alanda okumamış olsaydınız hangi alanı seçerdiniz?

Lise bittikten sonra üniversite eğitimi için Ankara’ya geldim ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Kütüphanecilik bölümüne başladım. Aslında ilk üç tercihim edebiyat fakülteleriydi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi de ilk tercihimdi. Ancak dördüncü tercihim olan Kütüphanecilik bölümü geldi. Bu bölümü tercih etmemin yegâne sebebi, kitaplarla ilgili bir bölüm olmasıydı. Bir de, Yedi Güzel Adam’dan biri olan şair Erdem Beyazıt’ın, lisede okuduğum yıllarda Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi’nde Yönetici olması ve sık sık onu ziyarete gitmemiz bu bölümü seçmemde rol oynamış olabilir. Kütüphanecilik olmasaydı, kuşkusuz edebiyat bölümlerinden birini okumak isterdim.

Ankara’daki ilk yılımda Edebiyat Dergisi’nin Akay Yokuşu’ndaki bürosuna sık sık giderdim. Bazen okuldan arkadaşlarımı da götürürdüm. Nuri Pakdil, o yıllarda İstanbul’da yaşıyordu ve her ay Ankara’ya gelip dergiye girecek yazıları ve yayımlanacak kitapları belirleyip dönüyordu. Kaldığı süre içinde de ziyaretine gelenlerle kısa sohbetleri oluyordu. Bu gelişlerinden birinde bölümden bir arkadaşımla Edebiyat’ın bürosuna uğradık. Sanıyorum yalnız oturuyordu. Arkadaşımı tanıştırdım, okulunu ve okuduğu bölümü sordu. Kütüphanecilikte birlikte okuduğumuzu duyunca; “Beyler, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük lider Mao Zedung’un kütüphaneci olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Birbirimize baktık. Ayrıca “Mao Zedung’un uzun yürüyüş”ünü bilip bilmediğimizi de sormuştu. Tabi ki bilmiyorduk. Okuduğumuz bölüm birden daha önemli bir hale gelmişti sanki.

Merhum Nuri Pakdil’in Onurlu bir insan olabilmek, ancak, ciddi olarak antikapitalist ve antifiravunist olmakla mümkündür.” sözünü nasıl anlamamız gerekiyor?

Bu soruya, kuşkusuz çok uzun uzadıya cevaplar verilebilir. Ancak en doğrusu, Nuri Pakdil’in kendi verdiği cevap olmalıdır. Kendisine, “nasıl bir devrimci olduğu” sorulduğunda, yukardaki alıntıda yer alan vurgudan sonra:

Benim devrimciliğimin temelini bu ilkeler bağlamında İslâm dinine olan sarsılmaz bağlılığım oluşturur. Bununla da gurur duyuyorum, onur duyuyorum. Kirli mülkiyete karşı, kara siyasaya karşı, şeytanî iğvalara karşı Müslümanların devrimci savaşı kesintisiz sürecektir.

Çünkü İslâm dini özgürlükçüdür, ilericidir, devrimcidir, bağımsızdır, sömürünün her biçimine karşıdır. Başta kapitalizme karşıdır, başta yabancılaşmaya karşıdır. Bu din, insanın yalnızca ‘emeğinin karşılığını yiyebileceğini’ vurgular.

Şirke teslim olmamış bütün vicdanlar, sömürü düzenine karşı, sömürü düzeninin simgelerine karşı bir cephe oluşturmalıdır. Dikkatini, enerjisini bu karanlıkla savaşa yoğunlaştırmalıdır. Karanlıklar ancak böyle çıkacaktır aydınlığa.

Ve tüm sorun, ‘Benim karnım tok, sırtım pek olduktan sonra…’ cümlesinin arkasını getirmemek ve değişmeyen yasayı unutmamaktır: Cüz’î kurtuluş yok; kurtuluş: küllî.”dir, der.

Nuri Pakdil ile 40 yıldan daha öncesine dayanan tanışıklığınız/yoldaşlığınız nasıl başlamıştı? Kendisi ile unutamadığınız bir anınızdan bizlere kısaca bahseder misiniz?

İçinde “Maraş olayları”nın da olduğu zor geçen bir üç yılın ardından lise bitmişti ve üniversite hayatımızın eşiğine gelmiştik. İşte böylesi bir zamanda, liseyle üniversite arasındaki yaz aylarında, yani 1979 yılının yaz aylarında liseyi yeni bitiren birkaç arkadaşla Ankara, Eskişehir, Kütahya, Sakarya ve İstanbul’a uzanan bir seyahate çıktık. Bir yıl önce üniversiteyi kazanıp İstanbul’a giden Duran Boz, bizi İstanbul’da bekliyordu. Bizi hem İstanbul’da gezdirecek, hem de Nuri Pakdil’le tanıştıracaktı.

İlk olarak Ankara’ya gittik ve birkaç gün kaldık. Edebiyat’ın yönetim evine, Mavera Dergisi’ne, Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılara uğradık. İlk kez Maraş’tan çıkıyorduk ve bu büyük şehirde birçok yazan, okuyan, düşünen abiyle tanışıyorduk. Bizler için inanılması güç ve bir o kadar da büyülü bir süreçti bu. Eskişehir’de Gazve Kitabevi’ni, Atasoy Müftüoğlu ve arkadaşlarını, Kütahya’da Osman Can’ı, Sakarya’da Osman Sarı ve İsmail Kıllıoğlu’nu ziyaret etmiştik. Yani, gıyabî olan tanışıklıkları böylelikle vicahiye çevirmiştik.

Nihayet İstanbul… Adalara gitmiştik, boğazda zikzak yapan vapurla Anadolu Kavağı’na kadar gidip gelmiştik. Onu tanıyan arkadaşlardan duyduğumuza göre Nuri Pakdil, adalara gitmeyeni, Kanlıca’da yoğurt yemeyeni ve boğazda zikzak yapan vapura binmeyeni İstanbul’a gelmiş saymıyordu. Bir de Beyazıt Meydanı’nda durup, İstanbul Üniversitesi’nin o görkemli kapısına bakmayanı. Herkes gibi Sultan Ahmet, Ayasofya, Gülhane, Sirkeci, Eminönü, Karaköy, Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş, Taksim, İstiklal Caddesi derken günler hızla geçmiş ve Nuri Pakdil’le tanışacağımız akşam gelip çatmıştı. 12 Eylül 1980 Darbesi öncesiydi. Nuri Pakdil, o dönem Erenköy’de oturuyordu. Randevulaşmıştık, evine gidecektik. Randevu saatine yakın bir saatte mahalledeki bir kahvehaneye girip oturduk. İstanbul’da yaşayan arkadaşlarla buluşup hep birlikte Nuri Pakdil’in evine gidecektik. Yanımızda kitaplarımız, gazetelerimiz, çantalarımız vs. vardı. Bizim için okumanın yeri ve zamanı yoktu. Her yerde ve her zaman okunabilirdi; öyle öğrenmiştik, öyle davranıyorduk. Bir yandan çay içiyor, bir yandan kitap-gazete okuyup kahvehanede vakit geçiriyorduk. Bir arkadaşımız da Cumhuriyet gazetesini çıkarmış okuyordu. Bir grup gelip arkadaşımızın etrafını sardı ve aralarından biri (Arkadaşımızın arkasında duruyordu.) gazeteyi çekip aldı elinden. Bazıları da bizim karşımıza dikildi ve sorgulamaya başladılar. “Kimsiniz siz? Ne arıyorsunuz? Ne yaptığınızın farkında mısınız? Bu gazetenin burada okunamayacağını bilmiyor musunuz?” vs. Dedik ki, “Arkadaşlar, bu bir gazete sonuçta. Biz her gazeteyi okuruz. Diğer gazeteleri de okuruz. Bunda ne var?! Yapmayın, etmeyin.” desek de işe yaramıyordu, inanılmaz sert sözler söylüyorlardı. O tarihlerde yayımlanan ve seviyeli bir gazete olan Yeni Devir gazetesini göstermemiz de işe yaramadı. “Bu arkadaşımız İmam Hatipli, biz Nuri Pakdil’i ziyarete geldik.” dedik ama “Ben kimseyi tanımam arkadaş, çıkartın kimliklerinizi göreceğim!” dedi biri. Arkadaşımız kimliğini çıkartıp gösterdi; İmam Hatip’li olduğunu anlayınca yumuşadılar biraz. Cumhuriyet gazetesini yırtıp attılar, ondan sonra kahvehaneden çıkıp gittiler.

Bu benim için unutulmaz ve ibretlik olaylardan biri olmuştur. Aynı şeyi karşı taraf da yapıyordu. Bir yandan şu yahut bu iddiada olacaksınız, bir yandan da başka görüşlere kendinizi kapatacaksınız. Olacak şey değil. Eğer sağlam bir fikriniz olacaksa, bütün görüşleri bilmek, her şeyi okumak durumundasınız. Başkalarının ne düşündüğünü ne söylediğini bilmeden olmaz. Onları bilmek-anlamak istemezseniz, yani kendinizi onlara kapatırsanız, sağlıklı bir fikriniz olmaz ve sadece düşman olursunuz. Düşmanlıklar da böyle çıkar ortaya zaten. Esasında böyle davrananlar, bizatihî kendilerinin yer aldıkları siyasî çizginin ne söylediğini de tam olarak bilemezler. Temel birtakım ifadeler dışında, konuya hâkim değillerdir, derinlemesine bilmezler. Kaba-sabalık da o noktada başlar. Meseleyi derinlemesine bilen insanlarda böyle kaba tutumlar pek olmaz veya ender hallerde ortaya çıkar.

O gün böyle bir deneyim yaşadıktan sonra Nuri Pakdil’le görüşüp, tanıştık. Evine gidip misafir olduk. O akşam Edebiyat dergisinde yazıp da İstanbul’da oturan hemen hemen bütün arkadaşlar gelmişti. Nerdeyse 15 kişi vardık. Yeni gelen ve ilk kez tanışan bizler için bu rû-berû tanışma, dönüm noktamız olabilirdi. Nuri Pakdil, herkesle, özellikle ilk kez gelen bizlerle yakından ilgileniyor, sürekli sorular soruyordu. Uzun saatler sohbet edildi ve sonra dönemin hassasiyetine uygun olarak kalabalık biçimde değil, küçük gruplar halinde üçer beşer dakika arayla evden ayrıldık.

Her nasıl olduysa, yeni gelenler olarak bizler en son çıkan grup olduk. Edirnekapı, Mihrimah Sultan Camii’nin bahçesinde bulunan öğrenci yurdunda kalıyorduk. İlk işimiz Erenköy tren istasyonuna gitmek oldu. Haydarpaşa’ya gidip, oradan da Karaköy’e geçecektik. Oradan da Edirnekapı’ya. Erenköy tren istasyonunun bekçisi, son banliyö treninin biraz önce gittiğini, beklemememizi söyledi. Yahya Kaptan Caddesi’nden geçen Kadıköy dolmuşları ikinci seçenekti. Belediye otobüsleri çoktan bitmişti zaten. Yahya Kaptan’da bekleyen birkaç kişi daha vardı. Yaklaşık bir saattir dolmuş gelmediğini söylediler. Derken, bir taksi, Kadıköy’e dolmuş yapabileceğini söyledi. Kadıköy’e indik ama bu sefer de karşıya geçmek için vapur yok. Belki Üsküdar’dan deniz motorları vardır diye, başka bir taksi dolmuşla Üsküdar’a geçtik. Şehir Hatları İskelesi’nin yanında bir sürü motor vardı ama hiçbirinin sahibi yoktu ve artık çok geç bir saat olduğu için karşıya geçme imkânımız kalmamıştı. Gönüllü bir arkadaşı nöbetçi bırakıp, bir motora girip uyumaya karar verdik. Bir saat sonra, nöbetçi arkadaş birimizi uyandırıp, sonra kendisi uyuyacak, daha sonra da sabaha kadar herkes birer saat nöbet tutmuş olacaktı.

Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim ama bir amca bana “Evladım, az kalkar mısın?” dedi. Uykulu halde doğruldum. Amca elini, yattığım oturağın altına uzatıp lambaları yaktı. Parlak ışıklar birden gözümü aldı. O arada arkadaşlara baktım, nöbetçi filan yok, hepsi uyuyor. Amca durumu anlamıştı. “Gençler, Şehir Hatları vapuruna yetişin, bizim hareketimize çok var daha. Temizlik yapacağım.” dedi. Öyle de yaptık. Üsküdar’da bir yaz gecesi, denizde bir yolcu motorunda uyumak, hem unutulmaz, hem ürkütücü, hem de ilginç bir anı olarak kaldı bize.

Nuri Pakdil, ileriki yıllarda, Erenköy’deki evinde gerçekleşen bu ilk tanışmayı, bu ilk tanışmanın olduğu gecede konuşulanları, o gecede hazır bulunanları zaman zaman tüm ayrıntısıyla hatırlatmıştır. Onun, inanılmaz güçlü bir hafızası vardı. Siz unutsanız da o unutmazdı.

Usta gözetiminde olmak bir işin daha kolay ve doğru öğrenilmesini sağlamaktadır. Peki, edebiyatta usta/çırak ilişkisi nasıldır?

Usta/çırak ilişkisinin temelde bir “edep” boyutunun olduğunu kabul etmemiz gerekir. Onun için usta/çırak dediğimizde, bir işi öğrenmekten çok, insanın kendini terbiye etmesini, eğitmesini, derinleşmesini anlarız. Görerek, gözlemleyerek, izleyerek, örnek olarak öğrenme boyutu da ayrıca önemlidir.

Edebiyat alanında usta/çırak ilişkisi, usta bellediğiniz kişiyi iyi tanımanızla, ustanızın neyi, ne için yaptığı konusunda bir kanaatinizin oluşmasıyla, ustanızın birikimini ve estetik anlayışını özümsemenizle başlar. Çırağın ustasına karşı saygısını her zaman en üst noktada tutma yükümlülüğü ve sorumluluğu vardır.

Edebiyat dergisi ve Nuri Pakdil çevresindeki usta/çırak ilişkisi, bu olayın edebiyat dünyasındaki en özgün örneklerinden birini oluşturur. Bu çevreyle temas etmiş herkesin ittifakla ve öncelikle kabul ettiği şey, Nuri Pakdil’in yazıp çizdiklerinde ve yapıp ettiklerinde tartışmasız öncü ve özgün olduğudur. Şunu herkes çok iyi bilir; sanatta, edebiyatta etkilenme olur ama öykünme ve kopyacılık olmaz. Çırak pozisyonunda birinden beklenen en temel şey de, taklit, öykünme ve kopyacılıktan olabildiğince uzak kalarak, yaratıcılık konusunda bir adım da olsa atabilmeyi hedef edinmesidir. Ancak böylelikle çırak olma sorumluluğu yerine getirilmiş olur. Çıraklık da önemli bir sorumluluklar gerektirir çünkü.

Nuri Pakdil’in yaptığı her işi nasıl büyük bir titizlikle yaptığını ve özellikte estetik ve hatasız yayın yapma konusundan asla taviz vermediğini herkes bilir. Bu ortamda, Nuri Pakdil’e göre kendini çırak kabul eden kişinin, önce çok okuyarak, çok çalışarak, kişisel donanımını artırarak bu pozisyonu hak etmesi gerekir. Bir iki çalışmayla birtakım havalara girmemesi gerekir. Daha basit bir tabirle ukalalık etmemesi gerekir. Çalışmalarında basmakalıp yaklaşımlardan uzaklaşması ve farklı yöntemler denemesi gerekir. Bugüne kadar yeryüzünde söylenmemiş söz yoktur, denir. Büyük adamların söyleyeceği cinsten sözleri ilk kendi söylüyormuş gibi söylemek biraz haksızlıktır, hadsizliktir.

Nuri Pakdil, özellikle kalabalık ortamlarda az konuşan ama çok çok uzun susan bir insandı. O yanındakileri âdeta susarak eğitirdi. Bir keresinde “Konuşmak su üstüne yazı yazmak gibidir. Aslolan yazıdır.” demişti. Ustanın uzun susmalarına tahammül edebiliyorsanız, eğitiliyorsunuz demektir. Usta, yaptığı işin hatasız olmasını sağladığında ve o işin gerektirdiği özeni gösterdiğinde, o işin muhatabına olan saygısını da göstermiş olur. Çırak da, usta bellediği kişiden aldığı yaklaşımlarla, davranışlarla, ölçülerle hareket ederek üretmeye başlar. Bir şeyi tekrar tekrar yapmak da çırak eğitiminin bir parçasıdır. Sözgelimi, şiirlerimizi gösterdiğimiz abilerimiz, bize, “Bunlar olmamış, yeniden yazıp getir!” diyerek yırtıp atarlardı. Bu bir hakaret ya da aşağılama değildir. Çırağı talim etmeye ve üretmeye zorlamaktır.

Edebiyata karşı herkesin farklı bir bakış açısı var. Kimileri edebiyatın teknik bir alan olduğunu düşünüyor. Sizce edebiyat daha çok teknik bir iş mi yoksa gönül işi mi?

Kuşkusuz, edebiyat-sanat doğası gereği farklı olmayı gerektirir. Her şeyin aynı olduğu bir anlayış anlamlı değildir. Edebiyatın yüzde yüz teknik bir şey olduğunu düşünmesem de büyük bölümünün teknik olduğunu kabul ediyorum. İşin içinde belli ölçüde ilham, belli ölçüde yetenek de var kuşkusuz ama teknik boyutu ihmal ettiğinizde ne ilhamınız, ne yeteneğiniz işe yarar. Üslûbu, dili çok kötü olan bir öyküyü, romanı okuyamazsınız. Üslûp ve dil teknik bir olaydır ve ancak çalışılarak, emek verilerek güzelleştirilebilir.

Edebiyat, bu açılardan baktığımızda teknik bir iştir ama edebiyatla, sanatla yapmak istediğimiz, anlatmak istediğimiz şeyler gönül işi kabul edilebilir.

Son zamanlarda çıkan edebî eserleri geçmişle kıyasladığınızda edebiyat alanını nasıl değerlendirirsiniz?

Kimsenin emeğine haksızlık etmek istemem ancak 80’li yıllardaki eserlerin niteliğiyle, bugünkü eserlerin niteliğini kıyaslamam pek mümkün değildir. Eğer bir eserden söz ediyorsak, o eserin farklılığından, özgünlüğünden, benzersizliğinden, çok yönlülüğünden de söz ediyor olmamız gerekir. İnsanı düşündürmeyen, insanın kafasını karıştırmayan, insanı çarpmayan, suya sabuna dokunmayan eserlerden ne alabilir ki insan? Ya da bu eserler ne katabilir ki bize? Bizim yetiştiğimiz yıllarda çeviri olsun, telif olsun çok fazla eser yayımlanmazdı ve biz yana yakıla okuyacak eserler arardık. Ulaştığımız eserler de, üzerinde tartışacağımız, nedir, ne değildir diye uzun uzun konuşacağımız eserler olurdu. O yıllarda yayımlanan dergileri taradığımızda, yazarları, şairleri tanınmamış ve üretmeye devam etmemiş de olsa çok sağlam, güzel ve vurucu ürünlerle karşılaşırız. Günümüzde bir biçimde rastladığımız dergilerde yayımlanan ürünler olsun, yılda birkaç kitap yayınlayan yazarların kitapları olsun öyle bizi sarıp sarmalayacak niteliklerden maalesef oldukça uzaklar. Eserden söz ettiğimizde, olayı bir gazete makalesinin beğeni seviyesiyle değerlendiremeyiz. Bir kitabın eser olabilmesi, bir yazarın yayınladığı bilmem kaçıncı kitap olmasıyla ölçülemez. Eser, kitap bile olmadan kendini gösteren, sancılı çalışmalarla ortaya çıkan bir süreçtir.

Eser dediğimizde, yazar-eser-okuyucu üçlüsündeki “eser”den söz ediyor olmalıyız. Bu üçlemedeki eserden söz edebilmemiz için yazar dediğimiz kişinin de, okuyucu dediğimiz kitlenin de içinde bulunduğu bağlamı, dünyaya ve olaylara bakışlarını, kabul ve redlerini, karşı ve taraf olduklarını göz önüne alarak olaya yaklaşmalıyız.  Konformizmin tavan yaptığı, varsıllığın inanılmaz boyutlara ulaştığı içinde bulunduğumuz süreçte eser üretmek, insana dokunabilecek eser üretmek pek kolay olur, diyemeyiz. Hatta çok satan eserlerin el üstünde tutulduğu bir çağda, gerçek eser kendinden utanıyor zaten.

Yazdığınız eserleriniz arasından sadece bir çalışma seçecek olsanız “İyi ki yazdım!” dediğiniz eseriniz hangisi olurdu?

Yayımlanmış çok kitabım yok zaten. Yayımlanabilecekler var. Bir de yazılabilecekler, yani yazmayı çok istediklerim var.

“İkindi tayfaları -kırık dökük bir kesit-” Üniversite yıllarında uzunca bir süre, Heybeliada’da veremden sanatoryumda yattım dört-beş ay kadar. Ağrılı, acılı, bungun, yalnız, kimsesiz zamanlardı. İzlenimlerimi, anılarımı biraz da kendim anlayacağım biçimde, yer yer şiir, yer yer öykü, yer yer herhangi bir şey olarak yazmıştım. Hayatımın unutulmayan kesitlerinden bir kesit; kırık dökük bir kesit anlayacağınız. İyi ki yazmışım.

Hem edebî anlamda hem akademik anlamda yazı yazmaya karşı gençlerimizde biraz çekingenlik ve özgüvensizlik söz konusu. Bu konuda gençlerimize neler tavsiye etmek istersiniz?

İnsanlar rahatsa, konforları yerindeyse yazamazlar, üretemezler. Hatta kendilerinden başka kimseye faydaları olamaz. Bundandır ki gençlerimizin içinde bulunduğu durum çekingenlik ve özgüvensizlikle anlatılamaz.

Her anlamda yazı yazmaktan uzak olunmasının asıl nedeni içsel bir sıkıntı, içsel bir huzursuzluk duymamaktır. Daha derin nedense, onları sıkıntıya, tedirginliğe sevk edecek bir birikimlerinin, bir ilgilerinin olmayışıdır. Tarih boyunca en üretken sanatçılar, büyük tedirginlerdir. Çağına, toplumuna, yeryüzüne ilişkin söyleyecek sözü olanlardır. Bunun olabilmesi için öncelikle çok okumalısınız ve dünyayı her anlamda algılamalısınız. Yoksa gençlerimizde bu yönde bir ivmelenme beklemek saflık olur.

Bizim okuduğumuz ve yazmaya başladığımız yıllar, terörü ve siyasal kargaşayı iliklerimize kadar hissettiğimiz yıllardı. İşte, içinde bulunduğumuz koşullar bizi önce okumaya anlamaya, sonra yazmaya, en nihayetinde her anlamda bir duruş sergilemeye zorladı.

Evet, şimdi belki terör yok, belki insanlar daha az ölüyor, korku daha az belki. Ama gençlerimiz; çağdaş dediğimiz toplumların aslında nasıl ilkel bir yaşam içinde olduklarını, mutlu görülen insanların aslında nasıl bir adaletsiz sistem içinde yaşamak zorunda kaldıklarını, yeryüzünün her karışının kapitalizmin egemenliğinde nasıl inim inim inlediğini görmeli. Bunları görmenin ve anlamaya başlamanın, insanı bir şeyler yapmaya, en azından düşünmeye zorlayacağı aşikârdır. Bunun sonucu olarak da yazı ya da sanat alanında üretimler gelebilir; müzik olabilir, sinema olabilir, tiyatro olabilir, resim olabilir, fotoğraf olabilir…

Gençlere tavsiyem; sadece yazmak üzerine kafa yormamaları; bilakis sanatın tüm dallarında kendilerini denemeleri ve yetenekleri doğrultusunda yakın arkadaşlarıyla ilgi grupları oluşturarak çalışmalar yürütmeleri yönünde olacaktır. Bu gruplar en az iki kişiden oluşurlar, üst sınır yoktur. Hani atalar sözü var ya “Birlikten kuvvet doğar.”

Kısa Sorular

Sizce edebiyatın rengi nedir?

Günbatımında topraktan yansıyan kızılımsı kahverengi

En çok sevdiğiniz ve sık tekrarladığınız bir mısra?

Saçların hangi ülkenin ırmaklarında ıslanır

İkindi gölgesi oralarda da uzun mu?

Oralarda da seven horlanır sevilen vurulur mu?”

Arif Ay

Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan bir koku?

Fesleğen.

Hem dokunmak, hem koklamak bambaşka bir şey…

En çok kullandığınız kelime?

Amerika’yı yeniden keşfetmek

Kendinize sık sık hatırlattığınız ayet?

“… ve kefâ billâhi vekîlâ”  “… Vekil olarak Allah yeter.”

Ahzab Suresi 3. Ayet

İkra Harmancı

İstanbul Medeniyet Üniversitesi-PSİKOLOJİ

YORUM EKLE