Kuşî Kazım, Huzursuz Piyade ve Laedrî Çelebi aramızda

''Minyatürleri modern forma sokmak ve popüler kültüre ait unsurları resmetmek fikri en başında kendime sorduğum sorunun bir diğer türünün neticesi. Neleri terk ettik? Neden terk ettik? Peki ya terk etmeseydik?'' Muhammed Fatih Kara, minyatür çalışmaları hakkında M. Murtaza Özeren'in sorularını cevapladı.

Kuşî Kazım, Huzursuz Piyade ve Laedrî Çelebi aramızda

Öncelikle, Muhammed Fatih Kara kimdir?

1990 yılı Aralık ayında Erzurum’un Şenkaya ilçesinde doğdum. Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezunum. Evliyim. Çocukluğum babamın Petrol Mühendisi olması sebebiyle Batman’da geçti. Liseden sonra önce İstanbul’a İstanbul Teknik Üniversitesi’ne, oradan da Bilkent’e geldim. Yaklaşık 7 senedir Ankara’dayım.

Minyatüre merakınız nasıl başladı?

Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor. Ben sadece minyatür çizen birisi değilim. Çizdiğim her minyatürün kısa veya orta uzunlukta bir hikâyesi vardır. Ancak hikâyeler karakter sınırı dolayısıyla Twitter’da yoklar ama Instagram hesabımda veya kendi web sitemde hikâyeleri de bulunuyor. Bununla birlikte soruya dönecek olursam; aslında ilk önce merâkım terk ettiklerimizeydi. Daha doğrusu o zamanlar 21-22 yaşlarında birisi olarak aklımdaki soru şuydu: “Sultan II. Mahmud’dan bu tarafa, yeniçeri ocağının kaldırılıp devrindeki adıyla Osmanlı şu andaki adıyla Türkiye gemisinin dümeni Avrupa’ya kırıldıktan sonra geçen 150-200 yılda terk ettiğimiz şeyler nelerdi?”

Aklıma ilk gelen Osmanlıca olmuştu. Oturup Osmanlıca öğrendim. Fark ettim ki sonuna “-ca” eki eklenmesi gereken bir şeyden ziyâde kendi kutsal kitabının harfleriyle yazılan Türkçeydi. Hatta Latin harflerini bırakıp eski harflerle bütün notlarımı tutmaya başladım. İlk zamanlar zor oluyor. Yanlış anlaşılmasın; zor olan harfler değil, senelerin alışkanlığı. Yazdıklarımı okuyamadığım oldu. Halâ okuyamadığım bir defter dolusu not var. Neler yazdığımı ben de merâk ediyorum ama geçiş esnâsında “eğitim zâyiatı” olarak duruyorlar. 

Sonra aklıma gelen bir diğer soru ise “Peki Sultan Selim dâhil olmak üzere şiirlerin yazıldığı Farsça nasıl bir dildi? Hafız kimdi? Sadi kimdi? Firdevsi kimdi? Feriduddin Attâr kimdi? Hatta Mevlâna kimdi? Bizim için neden önemliydiler?” Bilkent Üniversitesi’nde iki kur Farsça dersi aldım. Zaten verilen o kadardı. İleriye taşımaya vaktim olmadı ama en azından o zamandan başlayıp bu isimlerin bir kısmının kitaplarını okumaya veya en azından göz gezdirmeye vaktim oldu ve Türkçe ile müşterek kelimeleri, müşterek hisleri dolayısıyla Selçuklu devrindeki İran coğrafyası ile Anadolu coğrafyası arasındaki bağların izlerini takip etme; hayal meyal, bulanık da olsa fark etme şansım oldu. Meselâ Farsçada öyle beyitler var ki içindeki “-ba”, “-der” gibi Farsça gramer unsurlarını çıkarırsanız Türkçede kullanmadığımız bir kelime yok içerisinde. Bütün bu dil macerasından sonra fark ettiğim şu ki Osmanlıca dediğimiz dil Türkçe’nin fasih, kitâbi olarak kullanılanıydı ve Osmanlı Türkçesi ile yazacak bir kimse kullandığı kelimelerin etimolojisini bilmek mecburiyetindeydi. Yani kullandığı kelime Arapça mı, Farsça mı, Türkçe mi yoksa Avrupa dillerinden mi ve dolayısıyla sözlük anlamını bilmesi icap ediyordu. Bu da bizim bugün mahrum olduğumuz bir şey. 

Güzel bir yol kat etmiştim. Bir süre sonra aklıma gelen “Peki görsel sanatlar?” sorusu işte beni minyatüre götürdü. Önce ne olduğunu anlamam gerekiyordu. Yine üniversitedeyken, vize ve final dönemlerinde mühendislik derslerinden sıkılınca kütüphanenin sanat kitapları olan bölümünde içinde minyatür olan kitapları incelemeye başladım. Miraçnameler, surnameler veya olayların bir kısmı resmedilmiş divanlardan örneklerin bulunduğu sanat kitapları vardı. Rakamlardan, formüllerden, kodlardan sıkıldığımda çok eğlenceli bir kaçış yeriydi orası benim için. Sonra elime bir cetvel, bir de Excel alıp figürleri, figürlerin yerleşimlerini, bunların birbiriyle ve kendi içlerindeki oranlarını incelemeye başladım. Bu oranlar bana Avrupalının bir şeye bakarken aradığı estetik oranının dahî bizden çok farklı olduğu sonucuna ulaştırdı. Çizmeye başlamaksa çok sonraları aklıma geldi. Önceden beri karakalem çizdiğim şeyler vardı zaten ama bir gün Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden Esnâf-ı Mukallidan kısmında geçenlerin minyatürünü çizmeye çalışarak başladım. Sonrasında da devamı geldi.

Minyatürlerinize geçmeden önce hesabınızın ismini sorayım: Neden Yeniçeri Kahvesi?

Osmanlı toplumunda kahvehaneler önemli bir yer tutuyordu ve çeşit çeşit kahvehaneler vardı. Mahalle kahveleri, âşık kahveleri, hatta belli memleketten gelen hemşehrilerin sıklıkla gittiği Erzurumlular kahvehanesi gibi kahvehâneler, insanların birbiriyle ünsiyet kurduğu yerlerdi. Bunlar arasında bence en renkli olanı yeniçeri kahveleridir. Çünkü bu kahveler içerisinde yeniçerilerin âşık gibi atıştığı, “bilekte güç yetmezdi yiğitliğe, yiğit kişi dilde de güçlü olmalıydı” sözünün anlam bulduğu veya aşıkların, ozanların gelip türkülerini söyledikleri, hatta “devlet sohbeti” dedikleri devlet ricâline dair dedikodu minvalinde söylentilerin muhabbetlerinin edildiği, iyi yahut kötü olarak ama bir şekilde kamuoyunun ve fikirlerin şekillenmesinde etkili yerlerdi. Hatta kahvehanelerin yatakhane gibi kullanıldığı devirler dahi olmuş, yeniçeri sayısının çok arttığı dönemlerde. Bir de yeniçeriler bana kalırsa klasik dönemimizin en güzel nişânı, sembolü olsa gerek. Yeniçeriler bizim hem dünya görüşü, hem özgüven, hem de siyâsi olarak üstün olduğumuz dönemin en kendine has karakterleri. Klasik dönemde evlenmemiş, Hristiyan bir coğrafyadan devşirilmiş, tekke mensubu dervişler ordusu. Bütün bunları üst üste koyarsak herhalde yeniçeriler ve yeniçeri kahvesi benim zihnimde uyananlar için en uygun isimlerden birisi.

Minyatürü “modern” bir forma sokmak ve bununla popüler kültüre ait unsurları resmetmek fikri nasıl ortaya çıktı?

Minyatürleri modern forma sokmak ve popüler kültüre ait unsurları resmetmek fikri en başında kendime sorduğum sorunun bir diğer türünün neticesi. “Neleri terk ettik? Neden terk ettik? Peki ya terk etmeseydik?” Geçmişten bu tarafa minyatür çizenler, son yılları bir tarafa bırakırsak, hep kendi devirlerini çizmişlerdi. Aslında yaptığım onların yaptığından başka bir şey değil. “Peki ya terk etmeseydik?” sorusunun cevabı. Yazan ve çizen birisi için en tabii ve doğal olan şeylerden birisi ise bence bulunduğu devri resmetmesi. Benim yaşadığım devirde ise popüler kültürün ürünleri önemli bir yer teşkil ediyor. Bu kültür öğelerinden bizim olanlar bir tarafa; Amerika, Avrupa gibi coğrafyalardan çizdiklerimde hem eğlenceli şeyler ortaya çıkıyor hem de bunlar bizim zihin dünyamızda sadece birer mizâhi unsur haline geliyorlar. Meselâ “Yıldız Cengleri Âleminden Üstad Yuda”, “Dart Vetır beğ”, “Örümcek Nefer” gibi. Buralardan gelen popüler kültür ürünleri bize sunulurken, sunanların zihin dünyasıyla birlikte geliyorlar ve onların inşa ettiği bu gerçeklik bizim onları algılarken kendi zihin dünyamızdaki gerçekliğini unutturuyor. Halbuki bunlar bizim zihin dünyamıza oturması çok zor şeylerken kendimizi unutmamız sayesinde pekalâ önemli hale geliyorlar.

İlk twitter paylaşımları 2015’in Kasımında. Etkileşim sayılarına baktığımda pek fazla olmadığını gördüm; şimdi bile hak ettiklerinin altında gözüküyor ya… Galiba popüler kültüre ait minyatürlerin artması ile insanlar hesabınızı fark etmeye başladı? Yanılıyor muyum?

Ben başladığım ilk günden beri sürekli çizen birisi değilim açıkçası. 1 yıl önce ilk paylaşımı yaptığımdan beri herhalde yılın yarısı kadar belki de daha fazla bir süre bir şeyler yazıp çizmeye vaktimin olmadığı zamanlar oldu. Aslında mühendis olduğum için yazıp çizmek, işten, ailemden ve zorunlu diğer faaliyetlerimden arta kalan zamanlarda yaptığım bir şey. Bir şeyler çizmek için gece uykusuz kaldığım çok oluyor. Bir de sosyal medyayı yönetmeyi çok beceremiyorum galiba. Bir takım temel kuralları var ve bunlara çok uymuyorum açıkçası. Yani benim sosyal medya hesapları pazarda tezgâh açmış; herkesin “Gel vatandaş! Gel!” diye bağırdığı bir yerde, sessiz sakin tezgâhı başında oturan bir pazarcıya benziyor. Dolayısıyla birisinin gözü bu tezgâha takılmadıkça kimsenin gelip “Yahu ne varmış burda?” demesi mümkün olmuyor. Her şeyin çok hızlı olmaması benim de tercihlerim arasında açıkçası. Çünkü tabiatın bir mevsimden diğerine yürüyüşü dahî belli süreçlerden geçiyor. Hesapların fark edilmesi ise dediğiniz gibi popüler kültüre dair çizimlerin artmasıyla oldu. Daha doğrusu insanların âşina olduğu şeylerin artmasıyla.

Çeşitli karakterleriniz var; Kuşî Kazım, Huzursuz Piyade ve siz Laedrî Çelebi… Hem bunları sizden dinlesek hem de yeni minyatür karakterlerinin gelip gelmeyeceğini sorsam?

Kuşî Kâzım, Huzursuz Piyade, Laedri Çelebi halihazırda hakkında en fazla çizim yaptığım karakterler. 4 karakter daha var ama atıl durumdalar. Çılğın Müteşebbis Fahri, Aşık Zararî ile Aşık Ziyâni, Nakkaş Ali. Aslında bu karakterler -Laedri’yi bir kenara bırakacak olursak- kendimde gördüğüm hususiyetlerin abartılı halleri, yani bunları cem edince Lâedri Çelebi çıkıyor ortaya. Mesela Huzursuz Piyâde… Ben sakin birisi olmakla birlikte gördüklerimden sık sık huzursuz olan biriyimdir. Bu karakterin huzursuzluğu burdan çıkmaktadır. Neden piyâdedir; süvari değildir yahut sipahî değildir? Yürümek insanın tabii bir faaliyeti ve düşünmeye fırsat verebilir; ancak at sürmek buna çok uygun değildir veya haricinde bir vasıta da. Bundan dolayı “huzursuz” ve “piyâde”dir.

Zihnimdeki Kuşî Kâzım daha münasebetsiz bir karakterdir aslında. Ne zaman ne diyeceğini bilemeyen bir karakter. Tabi bu karakterler zaman içerisinde değişeceklerdir benimle birlikte. Yenileri de çıkacaktır. Mesela Çılğın Müteşebbis Fahri karakteriyle çizgi roman denemesi dahi yapmıştım. Ancak şimdilerde aklıma ona dair bir şeyler gelmiyor. Çünkü ticari teşebbüslerde bulunmuyorum uzun zamandır. Aklımdan böyle şeyler de geçmiyor. Bundan dolayı zaman zaman bazı karakterleri daha çok çizmem, içimde o karakterin hususiyetlerine uygun hislerin artmasıyla oluyor.

Minyatürlerinizi sınıflandırıyor musunuz? Yani benim gördüğüm, Mümtaz Kahramanlar diziniz var, vefat eden kimselere has bir diziniz var, fotoğrafları minyatürleriniz ile süslediğiniz bir dizi var… Başka ne tür çalışmalarınız var?

Çizdiğim her minyatürü illâ ki eski Türkçe hikâyeleri ile birlikte sınıflandırıyorum. Aslında yaptığım türler şimdilik belli. “Mümtaz Kahramanlar” bir seriydi veya Türk televizyonlarında yayınlanan programları çizdiğim “Tilâvizyun Risâlesi”. Bu serilere devam etmek niyetindeyim vaktim elverdiğince.

Sınıflandıracak olursam, bir klasik manada minyatürler var, minyatür portrelerden oluşan bir seri var veya popüler kültür öğelerinden Street Fighter, Mario gibi karakterlerin olduğu minyatürler var. Fotoğrafla minyatürlerin bir arada bulunduğu çalışmalar var. Aslında hepsi denemelerden ibaret. Önce yapıp sonra nasıl olduğuna bakıyorum. Güzel olursa yenilerini yapmaya devam ediyorum. Şimdi asıl niyetim bunları bir seri ve düzenli hale getirebilmek. Üzerinde çalışıyorum, bakalım neler olur.

Galiba, Huzursuz Piyade’nin bir hatt-ı romanı gelecek. Biraz çıtlatabilir misiniz neler olacak burada?

Minyatürü çizgi roman, benim deyişimle hatt-ı roman haline getirmek uzun zamandır istediğim bir şey. Senaryo ve çizim denemelerim oldu ama halâ senaryoda düzeltmeler gerekiyor. Güzel olacağına inanıyorum ve yakın zamanda en azından sayfa sayfa da olsa yayınlamak istiyorum internetten. Hikâye İstanbul’da başlayıp İngiltere’ye kadar uzanacak. Malûm, devir 18 asır olunca bir Türk’ün hikâyesi dünyanın herhangi bir yerinde başlayıp, herhangi bir yerinde bitebilir. Bugünlerdeki gibi Türkiye topraklarına saplanıp kalmak zorunda değil zihin dünyamız.

Post-Öykü’nün son kapağı ve önceki minyatür işleri (mesela 15 Temmuz posteri) size mi ait? Başka mecralarda çıktı mı minyatürleriniz?

Post Öykü’nün son kapağında benim minyatürüme ilk defa yer verdiler. İçerisinde de aynı minyatür ayrıca var. Minyatür temelde kadim efsaneler ve “modern” şehirler üzerine. Arka taraftaki şehir, belli başlı şehirlerden birer numune içeriyor. Ön tarafta ise efsânevi karakterler ve hayvanlar varlar. Simurg, tayrâneyn denilen hangi kavimden olduğu bilinmeyen uçan filler, Gılgamış ile Enkidu ve sâir varlıkları izleyen kişiler. Buna bir isim verecek olsaydım “Kadim Efsaneler, Modern Şehirler” diyebilirdim herhalde. 

Başka mecralarla alakalı olarak ise; dediğim gibi henüz yeni yeni duyulmaya başlayan işler benim yaptıklarım. Post-Öykü’den önce de iletişime geçenler olmuştu ancak daha uzun süreli işler ve basılmak için beklemekteler. Haricinde de ufak tefek işler olmuştu. Hatta bir dönem karikatürist olarak çalışmak için büyük bir gazeteye dahi gitmiştim. Bakalım yeni günler bizlere neler gösterir?

Post-Öykü’nün bir önceki kapağı ve posteri ise hakikaten müthişti. Ancak onu ben çizmedim. Onu çizenin de ellerine sağlık.

Şimdiye kadar yaptığımız işlerden sizi neticesi itibarı ile en mutlu eden hangisiydi?

Herhâlde 50’ye yakın, belki de daha fazla minyatür çizip kısa hikâyeler yazdığım oldu ancak bunların arasında beni en mutlu eden Alev Alatlı Hoca’nın, kendi minyatürünü çizmemden sonra bana ulaşması olmuştu. İlk çizdiklerimden bir tanesiydi ve aklımda şüpheler vardı. İnsanlar bunları beğenir mi, ne derler gibi? Ancak Alev Hoca’nın teveccühü beni bu konuda daha da yüreklendirmişti. Kendisine hâlâ müteşekkirim.

En nihâyetinde bu sefer için söylenecekler bu kadar olsun. Bu mülâkat ve kendimi anlatmaya fırsat verdiğiniz için size de teşekkür ederim.

M. Murtaza Özeren

YORUM EKLE