Tıbbi, ilmü’l-ebdân/bedenlerin ilmi, tasavvufu da ilmü’l-ervâh/ruhların ilmi olarak tanımlayıp birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görmek mümkündür. “Allah’a yaklaşmaya çalışan, bunu bedeniyle değil kalbiyle yapar. Burada ‘kalb’le, et parçası olan ve duyularla bilinebilecek olan kalbi kastetmiyorum; duyularla algılanamayan ve bedendeki [ruh, sır, sırru’s-sır gibi) latifelerin bir parçası ve Allah’ın sırlarından birisi olan kalbi kastediyorum. Buna bazen ‘ruh’ bazen ‘en- nefsü’l-mutmainne denir. Dinde adı ‘kalb’dir. (...) Beden, hac yolunda kendisini taşıyan deve veya ihtiyaç duyduğu saka/sucu gibi bu latif maddeye hizmet eder. Bu sebeple, maksadı bedenin maslahatı olan her ilim, bu bineğin maslahatlarındandır. Tıbbın da bunlardan olduğuna şüphe yoktur.” diyen Gazzali, risalelerinde ise tıp ilmine başka bir açıdan, insanın kendisini tanıması açısından bakar ve insanın nefsini tanımasının önemli bir parçası olarak ilmu’t-teşrih/anatomi ve tıp ilminin büyük ilimler olduklarını ama insanların çoğunun bundan gafil olduklarını söyler: “Nefsine ve orada Allah’ın yaratmış olduğu harikuladeliklere bakan, Yaratıcısının kemâlini, hiçbir şeyden aciz olmadığını, lütfunun, rahmetinin ve inayetinin bütün varlığı kapsadığını görür.” Gazzali, organların teşrihini/açılımını bilmenin, zaruri bir ilim doğuracağını söyler. Aziz Nesefi gibi kendisini fiziki ve ruhi bakımdan tanımak için tıp tahsil etmiş ve akabinde tabiplik yapmış sûfiler dahi vardır.

Bu sebeple biz, tasavvuf kitaplarında birçok tıbbi bilgi bulabiliriz. Bunlar, bedenin yapısından tutunuz da anne karnında embriyonun gelişmesine kadar birçok hususu kapsar. Tasavvuf kitaplarında, riyazet ve mücahedenin çok önemli bir parçası olarak yeme içmeden sıkça söz edilmesinin yanı sıra, beslenmenin hifzu’s sıhhadaki/sağlığı korumadaki ve tedavideki yeriyle ilgili bilgiler de bulabiliriz. Çünkü tasavvuf, ruh ve beden dengesi üzerinde çok durur. Her zahir, aslında işaret ettiği batınla birliktedir ve hükümleri aynıdır. Mesela, Peygamber Efendimizin, “... Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki iyi olduğu zaman bütün beden iyi olur, bozulduğu zaman bütün beden bozulur. Dikkatinizi çekmek isterim ki o, kalptir.” hadisinde de hem zahiri kalp hem de letaiften olan kalp kastedilmiştir.

Yine, en temiz zannettiğimiz yer olan ağzımız aslında en çok mikrop üreten vücut bölümümüzdür. Bu zahir açıdan... Bâtın açısından da günahlarımızın birçoğunu ağzımızla işleriz ve bu açıdan da en pis organımız olur.

Sûfilere göre her şeyde olduğu gibi beslenmede de ölçülü olmak ve ayrıca ne yediğine dikkat etmek zorunluluktur. Çünkü hastalık, “Zehirli/toksinli şeyler yenilmesi ve başka zararlı şeylerden ileri gelir” ki ihtiyaç fazlası gıda da bir bakıma zehirdir; vücudu yorar ve ona zarar verir. İhtiyaçtan az olduğu zaman da vücut yorulur ve tükenir; işlevlerini yerine getiremez. Öyleyse doğrusu, yapılan işe göre gıda alınmalı ama bu, mutlaka orta yolu izleyerek olmalıdır. Meselâ sadece ibadetle meşgul olacak kişi, ayakta duracak, rükû yapacak ve secde edecek kadar yemelidir. Yemek için de iyice acıktığı zamanı beklemelidir. Hâkim Tirmizî’ye göre insan, en az yemesi gereken halvette orta yolu tutmalı, ne çok aç’ ne de ‘çok tok’ olmamalıdır. Ruhun dengede tutulması buna bağlıdır. İfrat ve tefrite kaçılması/aşırı uçlarda dolaşılması boş hayallere ve hezeyanlara sebep olur. Gazzalî de “Ölçüde eğriltme ve eksiltme yapmayın!” (Rahman Suresi, 9) ayetinden hareketle, mesela ibadet ve zikirden bile geri kalacak kadar yemeyi bırakmayı da ölçüyü bozmuş olmak olarak görür. Gıda almaya karşı fazla düşkünlük de aynı şekilde ölçüyü bozmaktır. İbnü’l-Arabi; “Acıkır, açlığımızı gidermek için gıdaya koşarız. Bu gıdanın sureti, Allah’ın isimlerindendir ve bizim Allah’a muhtaç olduğumuzu gösteren işaretlerden sadece bir tanesidir." derken, yemenin insan bedeninin iftikârını/muhtaçlığını gösterdiğinin altını çizer. İbnü’l-Arabi’ye göre gıdayı tamamen bırakmak, Allah’ın ‘Samediyet/hiçbir şeye muhtaç olmama’ sıfatına yakışan bir olgudur ve beşerin takatinin üzerindedir. Bu sebeple Allah Teâlâ, “Oruç benim içindir.” buyurmuştur.

Ayrıca gıda alma sırasında çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü insanın yaptığı her şey gibi, gıda almanın da hem fizyolojik hem de ruhi etkileri vardır. Bir kere, aşırı tokluk, kalbi katılaştırır, zihni ifsat eder, hıfzı/ezberlemeyi mahveder, organların ibadet ve ilimle uğraşmada gevşemesine sebep olur, aşırı arzuları kuvvetlendirir ve şeytanın ordularına yardım eder. İkinci olarak, az yemek ve içmek, yâni perhiz çok önemli bir yeme kuralıdır. Eski tebâbete göre; “İçinde dert olmayan tek devadır.” Az yeme ve açlık, vücudu birikmiş faydasız artıklardan temizler. “Biz sizi korkudan, açlıktan, mal, can ve mahsul eksilmesinden bir şeyle imtihan ederiz.” (Bakara Suresi, 155) ayetinin tefsirinde Kuşeyri, bunun kulların bedenlerini temizlemeleri, modern tabirle ‘detoks’ için olduğunu belirtir.

Tıp ilminin gayesi, insanoğlunun karşı karşıya olduğu hastalıkları kaçınılmaz bir şekilde tedavi etmektir. Tedavi, içten ve dışarıdan müdahale olmak üzere iki şekilde olur. İçeriden olanı perhiz ve yasak yiyeceklerden uzak durma, dışardan olanı da yine bazı besin ve ilaçları almak veya ameliyat gibi daha ileri tekniklere başvurmaktır.

El-Belhi, ihtiyacı kadar yiyip içen, fazla yemeyen kimsenin Allah’ın izniyle bütün hastalıklardan korunmuş olacağını söyler, vücudu, ‘yanmak için gerekli yağdan mahrum bırakılmadıkça yanan bir lamba’ya benzetir. Ona göre, perhiz tıbbın aslı, az yeme en üstün tedavidir. Tarihte, Aynu’z-Zaman el-Hasen el-Kattân el-Mervezi (XIII/XIX. asır) gibi tedavisinin çoğunu yemeyi azaltma ve hafifletme hatta gıdaî devayı hastaya tamamen yasaklama şeklinde yapan yani açlık öneren tabipler de vardı.

İnsan sağlığı söz konusu olduğundaysa, bir sıhhat kuralı olan az yemek, hemen her sûfînin uymaya çalıştığı, çeşitli şekillerde pratiğe dökülen ve tabiplerin de tavsiye ettiği bir nefis terbiyesi şeklidir. Vücudun az yemeye alıştırılması o kadar önemlidir ki bu diyete çocuk yaşta başlatılmalıdır. O zaman ileride daha kolay riyazet yapar. Çünkü hayr da şer de alışkanlıktır. İnsanın terbiye etmesi gereken arzularının başında ‘şehvetü’l-batn yani karnın/midenin arzuları gelir. Eski tıbda; “Hastalıkların başı mide, tedavinin başı ise perhiz, her derdin aslı da soğuktur (Küllü derd, mine’l-berd).” sözü çok ünlüdür. Beden, ruhun karşısında fazla şımarmasın diye her istediği, istediği an verilmez ve semirtilmez. İnsan, ibadet etmesine ve günlük ihtiyaçlarını karşılamasına yetecek kadar gıda almalıdır. Fazla gıda, kalbe kasvet veren ve Allah’tan uzaklaştıran sebeplerdendir. Dahası, nefsi semirtir ve azdırır.

Birçok sûfi bunu, aynı zamanda sıhhatli olmak için yapar ve tavsiye eder. Meselâ Muhasibi, takvayı sağlığını korumak isteyen ve bunun için az yiyen kralla anlatır: “Rabbin için takvan/günahlardan sakınman şu kralın durumuna benzer: Dünya krallarından bir kral ki her türlü arzu ve zevkini tatmin etme imkânı var. İstediği her şeyi elde ediyor. Bir gün, bedenini bitkinlikler, hastalıklar ve dertler sarıyor. Eline her geçirdiğini yerse ölecek, yemez sakınırsa yaşayacak ve hastalıklarını yenecek. Tabiplerle dost olmuş, eczacıdan çıkmaz olmuş, acı ilaç içme sıkıntısına katlanmış, güzel yemeklerden uzak durmuş, az yediği için bedeni, hastalığı yenmeye başlamış ve hastalığı gün be gün azalmış, sıhhat durumu iyiye gider olmuş; zira (abur cubur yemeği değil) perhizi seçmiş. Yerse ölüme yaklaşacağı korkusu ve perhizin onu sağlık ve sıhhatine kavuşturacağı ümidiyle, bedenine biraz sıkıntı çektirirse, sıhhatli bir bedenle birlikte, eski güzelliklere kavuşur, hayatı hastalıksız olduğu için güzelleşir, üzüntüsüz bir hayata kavuşur. Ahireti isteyen takvalı mümin de böyledir; nimetleri ve lüksü terk etme, yalnızlık, insanlardan uzak olma, hüzünlerin hayatına galip olup sevinçlerin ortadan kalkması durumunu seçer.”

Gazzali, hastaya mutlak bir şekilde ‘ihtima/perhiz’i tavsiye eder ve has- tanın, meyve, bal, sıcak yemek gibi yiyeceklerden sakınması gerektiğini belirtir. Bal, özellikle mahrur (yüksek tansiyonu) olan kişilere ‘haram’ derecesinde yasaktır. Hasta zararlı şeylere karşı sabır göstermezse, hastalığını kendi eliyle uzatmış olur. Mesela, ateşi varken kar suyuna karşı dayanamayan, tıbbın aslını inkâr etmemişse de nefsine yenilmiş ve bu şekilde hastalığını uzatmış olur. Gazzali, burada insanın düşünmesi gerekenin şu olduğunu söyler: “Birisi sana yemeğine zehirli bir yılanın daldığını ve zehrini attığını söylese, sen o kişinin doğru söylediğinden emin olmasan bile o yemeğe el uzatır mısın? Kesinlikle hayır. İşte zararlı olan şeylere karşı da hasta böyle davranır. Tabibin dediğine tam güvenmese bile ‘Ya doğruysa?’ diye düşünür, yemeğe karşı sabreder!”

Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’si, Şems-i Tebrîzî’nin Makâlât’ı, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’si gibi kitaplar yeri geldikçe, örneğin az uyumak, az yemek gibi nefis mücahedesi ve riyazetle ilgili konuları işlerken, spiritüel pratiklerin insan fizyolojisi üzerindeki etkilerine de değinerek bu tür bilgilere yer verirler.

Hz. Mevlânâ, durmadan yediği halde bir türlü doymak bilmeme halini ‘cu’ul-bakar/sığır açlığı’ hastalığı olarak adlandırır ve böylece bunun sıhhatli bir insanın vasfı olamayacağını, olsa olsa akşama kadar yayılan ve başını kaldırmayan ineğin özelliği olacağını vurgular. Mevlânâ, ayrıca stresin basit tanımı olan ‘vehim ve zan’dan hem boğazın hem de ağzın acı olacağını, yâni mide rahatsızlıklarının ortaya çıkacağını belirtir. Çok yeme, damar sertliğine sebep olduğu için de zararlıdır. Mevlânâ, çok az yiyerek ömür boyu riyazet yapmıştır. Kendisine yemesi için ısrar edenlere; “Sen benim vaktimi o abdesthane’de geçirmemi mi istiyorsun?” diyerek en başta dünyada bize verilen ömrü değerlendirme açısından çok yemeyi doğru bulmamış, kendi yolunu açlık, hatta (açlıktan)ölmek’ olarak tarif etmiştir. Onun beslenme tarzıyla ilgili bir anekdotta şöyle denir: Bir gün onunla kaplıcaya (llgın’a) gitmiştik. Bir Türk, bir kâse yoğurt getirmişti. Mevlânâ bunun içine bolca sarımsak kattı ve yedi. Sonra 40 gün sema yaptı ve bu esnada hiçbir şey yemedi. Onun günlerinin çoğu böyle geçerdi." Şems-i Tebrizi; “Az yemek olmasa, hastalıkların saldırısından kendimi koruyamam.” der.

Şems-i Tebrizi’ye göre, en iyi tedavi yöntemi perhizdir. Bunu şu ifadelerle dile getirir: “Benden bunu öğren ki yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin; ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır? Bir hastalığa tutulduğun zaman, hele perhizi terk ettikten sonra sabır yolunu tutarsın. ‘Niçin bu kadarcık sabretmedim?’ diye kendi kendine söylenirsin. O zaman bu sabrın neye yarar?”

O, çok sıkı bir perhizi önermektedir: “‘Son derece perhiz et!, diyebilirim ama ‘son derece ne oluyor? O son derece ne ile anlaşılır? Görüyorsun ki bu artıkça zarar verir. Kendi ızdırabından bahsederken fazla yediğin o günden beri rahatım bozuldu diyorsun! Ne semada ne konuşmada rahat kalmadı.”

Tasavvuf literatüründe bazı yiyeceklerin tedavideki rolünden de söz edilir. Mesela Ebu Talib el-Mekki, yiyeceklerin faydalı ve zararlılarını saymaya etlerden başlar. Et, et yapar. İnek eti hastalık ama sütü şifadır. Tereyağı, hayvansal yağlar, bir çeşit devadır. Hurma ve alık, lohusa kadınlar için şifadır. Balık, vücuttaki iltihapları temizler. Kötü kokunun (ağız kokusu) çaresi, arpa unuyla yoğrulmuş kuru üzümü art arda iki hafta boyunca yemektir.

Bu ve benzeri öğütlere tasavvuf kitaplarının hemen hepsinde, bazen riyazet başlığı altında, bazen satır aralarında misallendirme babından rastlamak mümkündür.

Hülya Küçük

Keşkül dergisi, 41. sayı