Yurdun dört bir yanında kültür-sanat etkinliklerinden geçilmiyor. Şiirin her türlüsü program oluyor: Şiir günleri, şiir akşamları, şiir geceleri, şiir ikindileri… Bir tek “şiir öğleleri” ihdas edilmedi, onu da birisi illa ki kafaya koymuştur. Şiir programları olmasın demiyorum. Şairin şanına ve şiirin doğasına uygun olsun bari. Evet, tam da bunu söylüyorum.
Niceliğin egemen olduğu zamanlarda ne yazık ki kültür-sanat etkinlikleri de bundan fazlasıyla nasibini aldı. Edebiyatseverler hangisine gideceklerini şaşırıyorlar. Çakışan dost düğünleri gibi, avucunun içinde çeyrek altınla dolaşıp duruyor ahali. İsimler son derece iddialı: “Uluslararası” diye başlıyor sempozyum ya da festivali diye bitiyor. Ulusları görüyoruz lakin arasını göremiyoruz bir türlü. Üç tane esmer vatandaşı kürsünün önüne dikmek bir programı ne kadar uluslararası yapıyorsa o kadar tabii.
Sempozyum mu sempodyum mu o konuya hiç girmeyelim. Etkinlikle birbirini kovalarken, hiç olmazsa biri diğerine ufuk açsın diye geçiyor insanın içinden. Lakin heyhat! Kimse kimseyi beğenmiyor. Herkes birbirini hükümsüz kılmak suretiyle ayakta kalmaya çalışıyor. Aynı medeniyetin çocuklarıyız, ama birbirimizin acımasız rakibiyiz! Kardeş katilleri ile beslenmiş bir saltanatın tam ortasından geliyoruz ne de olsa. Devletin bekası için gerektiğinde en yakınını yok etmek diye bir şey var. Kültür-Sanat ortamlarına ilham kaynağı olan bu fetva ile iş kardeş katline varmasa da kol ve bacak koparmaya kadar gidiyor ne yazık ki. Varlığını başkasının -en yakının- yokluğuna bağlayan bir anlayış sanat ve edebiyatın doğal seleksiyonunu bekleyebilecek sabra bile sahip değil. Bertaraf müessesesi her gün yeni yeni yöntemlerle varlığını devam ettiriyor. Hayırda yarışmak olarak yansıtılan şey gerçekte ‘hayırda kapışmak’tan başka bir şey değil.
Alıcısı olmayan bir ürün
Kültür-sanat alıcısı olmayan bir pazarın mamulü gibi. Belediyelerin kültür-sanat ajandaları sekiz-on kişi etrafında dönüp duruyor. Sanırsınız ki memlekette iki lafı bir araya getirip konuşabilecek sadece bu adamlar kaldı. Kültür denildiğinde ancak kültür mantarını anlayan tipler bile buralarda kendilerine yer bulabiliyor. Kültür-sanat ortamı yazmanın birikimsel ve içsel imkânlarıyla yürümüyor artık. ‘İmkân’ taşımalı sistemle kişilerin ayağına kadar gidiyor. Kişi kendi imkânlarıyla yazar olamıyorsa taşımalı imkânlarla yazar olup kendini bile şaşırtan belli bir noktaya gelebiliyor.
Niceliğin egemenliği dediğimiz durumun en fazla kültür alanında kendini göstermesi tesadüf değil. Seri üretim hızlı tüketimin ve sabırsızlığın getirdiği bir sonuçtur. ‘Olmak’ meşakkat ve sabır isteyen bir süreçtir, lakin ‘sahip olmak’ hemen derhal gerçekleştirilen, süreci gerçekleştirmeyen bir alışveriştir. Sahip olan kişi, aldığı kadar veren kişidir. Nefes almanın bile tecime elverişli kılındığı bir dünyada bir gün rüya görmek dahi bir başkası tarafından şartları oluşturmaya bağlı bir durum haline gelirse sakın şaşırmayın.
Kültür bir milletin üst yapısını şekillendiren bir unsurdur. Ekonominizi de siyasetinizi de kültür şekillendirir. Ekonominin başat belirleyici unsur kılındığı toplumlarda bu tam tersi şekilde cereyan eder. Ekonomi, kültür ve siyasete vazıyet eder. Bu tür toplumların kurumlarında her tür departman bulunur, kültür birimi hariç. Televizyon kanallarından ve gazete sahifelerinden kültür ne kadar çok ve hızlı biçimde uzaklaştırılırsa sözüm ona o kadar gelişmiş bir ulus olursunuz. Toplumun ihtiyacı olan kültür açığı sinema ve sahne sanatçıları ile kapatılmaya çalışılır. O toplumun şiiri muhatapsız bir boşluğa doğru akıp durur. Hikayesi görüntülü medyanın gürültüsüne kurban edilir. Müziği televizyon ve de erovizyon ile tescil edilmedikçe halka ulaşmaz. Şifahi kültürüne ‘eskilerin masalları’ denilip geçilir. Kültür Çalıştayları ‘dost alışverişte görsün’den öteye gitmez.
Bir zamanlar davayı anlatmaya yarayan araçtı
Kültür-sanat programlarındaki bu heyecan yitimi ilk başta sosyolojik bir hadise. Bir zamanlar davayı anlatabilmekte elverişli bir enstrüman olarak kullanılan kültür-sanat unsurları, dolaylı dile ihtiyacın kalmadığı yeni dönemde önemini ve değerini yitirdi. Dava muhalif olmanın savunma motivasyonu imiş meğer. Siyasi erke kavuşmakla birlikte dava söyleminin de dava enstrümanlarında kıymeti harbiyesi kalmamıştır. Seksenli-doksanlı yıllar insanının derme çatma kültür salonlarında aradığı ve bulduğu şeyi 2000 sonrası kuşak bulamamaktadır. Çünkü salonlarda ve salonda konuşan insanlarda aradığı bir şey yoktur. Cemaatsel veya teşkilatlı oluşumların organizasyonlarındaki ilgi ve alaka kültüre, sanata ya da edebiyata değil, kolektif ruhun mecbur kılıp dayattığı şey her ne ise onadır.
Kültürel iktidar muhabbetlerinin bolca yapıldığı şu zamanlarda kültürle iktidarı yan yana getirmek de işin bir başka düşündürücü tarafı. Kültürleri iktidar güçleri ile ayakta tutmaya kalkanlar yine bir başka iktidar gücü ile de yıkma hakkı kazanırlar. Toplumların, milletlerin kültürel güç ve zenginlikleri vardır. Bu zenginlik ve gücü sanat ve edebiyatın yaratıcı etkisi ile kazanırlar. Böylesi toplumlarda sadece konuşmacı, okuyucu ya da anlatıcı yetişmez, aynı zamanda dinleyici, takipçi ve de okuyucu yetişir.
Bugünün asıl sorunu budur. Yazar, şair, hikayeci yetişirken peşinden bir okuyucu kitlesi de yetiştirmiyor. Vasıflı okuyucu ve dinleyici yetiştirmek elbette atölyelerin ve kursların yapabilecekleri bir şey değildir. Toplumun kendi bünyesinde bunlar kendiliğinden hudayinabit olarak yetişirler. Tabii toprağın bu iklime müsait olması şartıyla…
Televizyon kanallarınız günlük gündemin aynası olduğuna göre bu toplumun gündeminde ne kültür var ne de sanat. Şayet olsa idi cama yansırdı. Cama yansımadı diyelim, perdeye yansırdı. Gövdesi olmayanın gölgesi olur mu hiç? Gölgeden gövde var etmeye çalışıyoruz yıllardır. Siyasa ve piyasa ortamında bu ne kadar mümkün? Taraftarsanız, mensupsanız, müntesipseniz kafanızı kaldırmazsınız ve kafanızı kaldırmadıkça da hâl-i pür melalin kültür ve sanata yansıyan ıstırabını hissedemezsiniz.
Hüseyin Akın