“Aydost deyince yeri göğü inleten
Muharrem Usta’ydı bunu bize dinleten
Gönül yıkmaz bilerekten, bilmeden
İnsan velisini neyledin dünya?
Neşet Ertaş
“Neşet’in yaşam biçimi, hayatı müziğine sebep olmuştur.
Ayrıca yöresinin müziğini taşıması,
bir de Abdal geleneğinden gelmiş olması esastır.
Onlar müziği geçmişten, atalarından taşıyan insanlar.
Yani müzik genlerine işlemiş.
Müzik onların hakkıdır.”
Erkan OĞUR
Çocukluğumda yazları yaylaya göçerdik. Koyunlar, inekler, tavuklar, kazlar, hindiler… Canlı cansız cümle mevcudatın muhteşem insicamı… Her ailenin mutlaka en az üç beş koyunu kuzusu olurdu o zamanlar. Doğanın saatiyle insanın saati birbirinin zıddını göstermezdi. Zaman aynı ırmakta akardı. İnsan aynı… Yayla zamanı akrabalar aynı yere göçerdi. Genç yaşlı, büyük küçük herkes aynı havanın ve iklimin içinde… Halaka dediğimiz yerleşim yerlerinde bir arada yaşardı akrabalar. Her halakanın 400-500 civarında koyunu olurdu. Her halakanın bir sürüsü… Çobanlar tutulurdu sürüler için. Ekinler biçildiğinde sürüler yayladan inerdi. Bu bir nevi özünde Türklerin konar göçerliğinin, yaylak ve kışlak hayatının bir devamıydı. Yaylada en çok hoşuma giden, beni en çok etkileyen şeylerin başında yağmur yağması, yağmurun öncesinde sonrasında oluşan serinlik gelirdi. Hele yağmurdan sonra insanı tatlı tatlı üşüten bir serinlik eşliğinde tozun toprağın ortadan kalkması, her yerin berraklaşması, tertemiz olması ve pırıl pırıl ışıldaması tadına doyulmaz, anlatılamaz bir ruh haleti yaratırdı. Bulutların açması, göğün maviliğinin bizi sımsıkı kucaklaması… İnsanın içi huzurlu bir iksirle, efsunla dolardı. Yapraklardaki yağmur damlalarına dokunan rüzgar, çimenlerin üzerinde rakseden ışık, dağlardan gelen gizemli çağrı, sükunun içinde haykıran çığlık bir masal âlemine sokardı insanı. Çadırın kapısından ya da toprak damın penceresinden doğanın seyrine doyulmaz cümbüşü başlardı. Yağmur sonrası toprak kokusu, yağmur sonrası sonsuzluk düşü, yağmur sonrası ötelerin özlemi… Dağların dumanı, bir bulutların arasına girip kaybolan, bir bulutların arasından yüzünü gösteren güneş… Anasını arayan emlik kuzuların melemesi, yavrusunu arayan annenin çığlığı…
Şimdi çok uzağında olduğum, bir daha gelmeyeceğini bile bile düşüne daldığım, hayaline yeldiğim, özlediğim, varlığa gerçekten dokunduğum, varolmanın bana dokunduğu bu zamanlara Muharrem Ertaş’ın sazıyla ve sözüyle ışınlanıyorum adeta. Söz ve varlığa… Ne demişti Alman filozof Heidegger: “Dil, varlığın evidir, bunun içinde insan varlığın hakikatine bekçilik yaparak ona ait olur.” Muharrem Baba’nın o dupduru, hilesiz hurdasız sesiyle, sesinin davetiyle çıkıyorum yaylalara, yüce dağlara, varlığın dolaysız iklimine. Dumanlı dağlara, karlı… Derdi, kahrı yüklenmiş bir kervanla iniyorum ovaya. Bir tülü mayanın ağır aksak ritmiyle… Baba mızrabını vurdukça sazına yitip gitmiş zamanlar, elinin obasının hatırasıyla kavrulanlar inliyor. Dupduru gökler dile geliyor, emlik kuzular, serçeler… Ve bir derin, bir yakıcı arayışı başlıyor geçmişte, hiç geçip gitmemiş olanın… En safından, en temizinden… “Getti ellerimiz boş kaldı yuva/Çukurun kilidi beyler nic’oldu” diye çığırırken Muharrem Baba. Çocukluğumuzun çınladığı, bir yağmur sonrası içimizin toprak kokusuyla dolduğu, bütün canlıların ahenkle bir araya geldiği yaylalarda, halakalarda ıssızlık çınlıyor şimdi. Kulakları sağır eden bir yalnızlıkla kaplanmış hatıralarımız. Bir köz çayında eriyip gitmiş eski zamanlar…
Muharrem Ertaş… Oğlu Neşet Ertaş‘ın deyimiyle insan velisi… Anadolu’nun çığlığı, Anadolu’nun yaralı bülbülü… Coğrafyamızın Ulu Türkmen Abdalı… Bayram Bilge Tokel‘e kulak verelim: “Muharrem Ertaş’ın 1913 yılında Yağmurlu Büyükoba başlayan yoksul ve çileli hayatı, Kırşehir’in Bağbaşı mahallesindeki gecekondulardan birinde noktalandığında 71 yaşındaydı. Ömrünün neredeyse tümünü “çalıp çığırarak” geçiren Muharrem Usta’nın bütün bir hayatı bir bakıma bu iki kelimede saklı: Çaldı ve söyledi. …O hiç bir zaman geniş kitleler nezdinde tanınmak, bilinmek, meşhur olmak ve büyük paralar kazanmak için sanat yapmadı. Hiçbir popülist eğilim ve yaklaşımı olmadı. Sanıyorum böyle bir şeyi istese de beceremezdi; Çünkü bu biraz da eşyanın tabiatına aykırıydı doğrusu. Muharrem Ertaş’ın kendi yaptığı işe bizim anladığımız anlamda estetik bir faaliyet olarak, bir “sanat” gözüyle baktığını da sanmıyorum. Onun için çalıp çığırmak tabii bir hayat tarzıydı. Yemek içmek gibi.”*
Zurnacı Kara Ahmet ile Ayşe Hanım‘ın oğlu Muharrem Baba Horasan ellerinden sökün eyleyip Yağmurlu Büyükoba köyüne yerleşen Develi aşiretine mensuptur. Horasan mümbit bir coğrafya. Düşüncenin, tasavvufun birçok seçkin siması burada yetişmiş. Horasan ekolü Anadolu’nun İslamlaşmasının mayası burada çalınmıştır adeta. Coşkun bir tabiatı vardır bu ekolün. Heyecan, coşkunluk, kendinden geçme, yiğitlik, ehli beyt sevgisi, zulme karşı direnmek, gösterişten uzak durmak, halk içinde malamat olmak; Hakkın yanında değerli olmaya çabalamak, kibir ve kendini beğenmekten uzak olmak… Horasan yiğidi Muharrem Ertaş küçüklüğünden itibaren gezgindir. Gezgin bir âşık… Çiçekdağı, Yerköy, Keskin, Kırtıllar ve en son Kırşehir… gezip dolaştığı yerler. Kırşehir’in Bağbaşı mahallesi en son durağı.Çok küçük yaşlarda bağlamaya merak sarar. Dayısı Bulduk Usta‘dan ilk derslerini alır. Muharrem Usta o günlerden bahsederken şunları söyler: “Çalıp söyleme merakım küçük yaşlarda başladı. Bulduk adındaki dayımın çok güzel sesi vardı. Bir köyde türkü söyledi mi diğer köyde dinlenirdi. Hatta seferberlikte asker kaçaklarını yakalamak için subaylar dayımı yanlarına alıp köy köy dolaşırlarmış. Dayıma türkü söylettirip kendileri de pusuya yatarlar ve dayımın sesine dağlardan köye inen kaçakları yakalarlarmış. Derken Yusuf Usta beni çok severdi, merakımı görünce beni yanına aldı her gittiği yere götürdü. Düğünler de, bayramlarda, eğlencelerde yanından ayırmayarak ustalarından öğrendiğini bana da öğretirdi. Yedi yıl Onunla çalıştıktan sonra artık tek başıma çalıp söylemeye başladım.”**
Muharrem Usta duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden, içimize işleyen, kopup geldiğimiz ilk zamana ve mekâna çağıran sesiyle bir bozlak havalandırır. Bir bozlak havalanır ve her şey derin bir sessizliğe gömülür. Zaman durur adeta. Yaralı bir yüreğin iniltisi duyulur… Muharrem Ertaş bir bozlak havalandırdığında kentin betonlarına mahkum edilmiş duygularımız, asfalta bulanmış tabiat dile gelir. Bir isyan başlar, duyguların patlaması… Onun sesinde bütün tarihin, bütün Anadolu tarihinin yoksulluğu, yoksunluğu, horlanmışlığı ağlar, inler…
Anadolu dedik de son kalemiz Anadolu. Bir imparatorluk bakiyesinden kalan son yurt. O yüzden bütün göçmenler, yuvasını yitirmişler, hüzün biriktirmişler, gönül tarlasından gam hasat etmişler toplanmış burada. O sebepten sözün yakıcı bir etkisi vardır buralarda. Söz çığlıktır, türkü çığlık; ağıt inleyen bir feryattır… Teklifsiz severiz söz söyleyenleri, hakikatli sözleri, içli yürekleri, içten adamları. Bizim sevincimiz derin bir hasret taşır, hüzün taşır, kedere vurur gönül zembereğimiz. Bizim hüzünlerimiz doğurgandır, hüznümüz sevinçlerimizdir çoğunca. En çok da söylediklerimizle örteriz söylemediklerimizi. Onun için Muharrem Baba derinden yakalar bizi. hakikatlidir O, samimi, içten, en doğalından… “İşte geldim işte gettim/Yaz çiçaa gimi bittim/Yalan dünyada ne duddum/Günüm geçdi getti/Eleddiler kabirime/Sığındım Ganî Kerim’e/Toprak addılar serime/Gözüm yaşı daşdı geddi/Sorgucu Melekler geldiler/Solumdan defderi verdiler/Gomşu hakkını sordular/Tebdilciğim şaşdı getti” Usta burada bir varoluş manifestosu koyar ortaya. Bütün otantikliğiyle varlığımız, varoluşumuz konuşur burada. Gırşeher’in mahalli sanatçısı, hor görülmekle hiç yaşamamak sarkacına hapsedilen bir garip varlığa gelişimizin destanını söyler her daim. “Adama kemlik mi gelir merdoğlu mertten/Kötülerin dalı kölgesi olmaz/Yiğidolan ata bine atlanır/Yiğidolan her cefaya gatlanır/Yiğit kölgesinde yiğit saklanır/Kötülerin dalı kölgesi olmaz” Yiğitlik, cesaret, kadirbilirlik… Şimdi ne çok muhtaç olduğumuz asil değerler. Asalet ne parayla ne malla ne mülkle ne de zorbalıkla olur. Yürekle olur, vicdanla, asaletle… Biz en çok da asaleti yitirdik sanırım. Asilliği…
Sesinin genişliği, sesinin rengi, edasının doğallığı, gırtlak nameleriyle ve en önemlisi yiğit söyleyişiyle Muharrem Usta bozlağın büyük üstadı. Dadaloğlu, Karac’oğlan, Pir Sultan Abdal gibi ulu ozanların deyişlerini, türkülerini dillendirir. Havalandırdığı türkü, bozlak, deyişlerden bazıları: “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri”, “Ela Gözlerini Sevdiğim Dilber”, “Gönül Ne Gezersin”, “Ağ Ellerin Sala Sala Gelen Yar”, “Mezar Arasında”, “Yağmur Yağdı Yine Bulandı Hava”, “Giderim Giderim”, “Kova Kova İndirdiler Yazıya”, “Ağ Odana Kara Taban Yatırdım”, “Bana Gül Diyorlar”, “Eğil Dağlar”, “Şu Yalan Dünyadan Usandım”, “Aldı Dert Beni”, “Biter Kırşehir’in Gülleri”, “Başımda Altın Tacım”, “Yeni Geldim Dinek Dağı”, “Deniz Dalgasız Olmaz”, “Kırat Bozlağı”, “Kısmet Kalktı”, “Şu Dağlar Ulu Dağlar”, “Tor Şahin Misali”, “Bülbü lAşağıdan Kalktı”, “Yâ Rab Kime Yalvarayım”, “Bâd-ı Sabâ”, “Karanfil Suyu Neyler”, “Neyleyim Yalan Dünya”, “Evlerinin Önü Marul”, “Yüklendi Bahranım Çekildi Göçüm”, “Seher Vakti Bülbül Öter Ekseri”, “İşte Geldim İşte Gittim”, “Sebep”, “Bu Yıl Bu Dağların Karı Erimez”, “Taze Haber Gelmiş Dostun Elinden”, “Küsmedim Neşed’im”, “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül”, “Muhammed Neslinden”, “Al Almanın Dördünü”, “Vuruldum Arkadaş”, “Güzel Nideceksin Bu Kadar Malı”, “Kara Taş Boyanır mı ?”, “Kar mı Yağmış Yüce Dağın Başına?”
Büyük Usta, Muharrem Baba dünya malı namına ardında bir şey bırakmadı. Bizlere Neşet Ertaş gibi bitmez tükenmez bir değer bırakarak çileli ömür yolculuğunu tamamladı. Arkasında bir milletin terekesi, ardında bozlaklar, ardında halaylar, ardında türküler…
Ardında:
“Aman gökyüzünde uçan bölük bölük durnalar
Yok mu gayretiniz aldı dert beni
Gece gündüz hayalına yeldiğim
Mecnun gimi çöle vurdu dert beni
Aman gece gündüz hayalına yeldiğim
Mecnun gimi çöle vurdu dert beni
Bu dert benim ile inada durdu
Hicran ocağını bağrıma goydu
Keskin kılıcını da sineme vurdu
Vurdu bölük bölük böldü dert beni
Aman keskin kılıcını da sineme vurdu
Eyvah bölük bölük böldü dert beni
Bilmem hayal gimi bilmem düş gimi
Geldi geçti buralardan kış gimi
Aman şahin pençesine düşmüş kuş gimi
Tuttu birer birer yoldu dert beni
Aman şahin pençesine düşmüş kuş gimi
Tuttu birer birer yoldu dert beni”
Yazımızı Muharrem Ertaş’ın kıymetini bilen kendi de kıymetli olan Erkan Oğur’un kendisiyle yapılan bir söyleşideki tespitleriyle bitirelim: “Ama işte kıymetli olan Muharrem Ertaş’tır veya onun gibi örneklerdir. Onlara sanatçı da denmiyor. Kaynak kişi deniyor. Esas sanatçı o. Kıymetli olan o yani. Orada altında çaldığı söylediği ağaçla bütünleşmiştir neredeyse. Ağaç gibidir. Ağaçtan daha tabiidir neredeyse. Oradaki toprak neyse o da odur. Dünyada gerçekten müzik ilmiyle uğraşan insanlar onun peşinde. Önceden de öyleymiş. Hatta batı için bile öyledir. Mozart da onun peşindeydi, Beethoven da onun peşindeydi, Stravinsky de, bugüne geldiğinizde Bartok da onun peşinde. Dağları, tepeleri dolaşıp onu derlemeye, toplamaya çalışmışlar. Bartok Anadolu’daki inci tanelerini toparlayıp kendi şahsiyetini de katarak bir şey yapmış. Çünkü tabiattan çıkan odur. Tabiata yakın olan odur. Hakiki olan odur.”***
Muaz ERGÜ
Kaynakça:
* Bayram Bilge Tokel, Neşet Ertaş Kitabı, Kapı Yayınları, İstanbul, 2018
** Bayram Bilge Tokel, Neşet Ertaş Kitabı, Kapı Yayınları, İstanbul, 2018
*** https://rprtj.wordpress.